İkna Odası

Ocak 2004A+A-

Edebi yapıtlar da konularını kuşkusuz insandan, insanın iç ve dış doğasından/dünyasından alır. İnsan teklerinin ve topluluklarının, yeryüzü serüvenindeki olay ve olgular, kırılma ve parçalanmalar, düşüş ve yükselişler sözün hünerli kutusundan geçerek hem yeryüzü tutanağında bir iz bırakır hem de insanlarda etkili karşılıklar üretirler. Kısaca "insanlık durumu" diye adlandırılabilecek bu yaşayış kesitlerinin anlatılmasında en elverişli, kapsamlı ve kalıcılık boyutu taşıyan edebi tür de herhalde romandır.

"Başörtüsü" gerçeğinden, onun özellikle son on beş-yirmi yıldır yaşadığımız ülkede gündeme getirdiği konu ve olaylardan, sanatın araç ve enstrümanlarına yeterli izlerin, seslerin, görüntülerin, satırların düştüğünü söylemek mümkün değil. Halbuki bu gerçeklik; bir inanç ve kimlik öğesi olmasının ötesinde, ciddi bir yekun tutacak kadar sayıda insanın bizzat yaşadığı yahut tanık olduğu acılar, sıkıntılar, örneklikler, savruluşlar, birliktelikler, zulüm ve baskılar, destansı direnişler de içermekteydi. Hala sıcaklığını, güncelliğini koruyan ve şu günlerde yurt dışında; hatta dünya ölçeğinde hararetli tartışmalara yol açan bu olgunun taşıdığı önem ileride daha iyi anlaşılacaktır.

"İslamcı" olarak nitelendirilen kesimin (mahallemizin) şiir, deneme ve öykü gibi alanlarda, bütün eksikliklerine ve ilkesizliklerine rağmen, belli bir düzeyi ve başarıyı yakaladığı söylenebilir. Bu, başkaları tarafından da söylenmektedir nitekim. Ancak anlatı türlerinin en hacimlisi ve görkemlisi sayılan roman türünde ciddi bir yoksulluk, yetersizlik ya da sığlığın egemen olduğunu söylemeye gerek yoktur. Son yıllardaki bazı kıpırdanmalar ya uzun soluklu ve ses getirici bir zindelik/zenginlik taşımadıkları ya da içerik ve ileti yönünden bize özgülüklerini tamamen yitirdikleri için, alçakgönüllü de olsa kalıcı bir roman iklimi oluşturamamışlardır. Edebi/sanatsal alanı ideolojik yaklaşımlar eşliğinde bölümlemek, kompartımanlara ayırmak sonuçta yanlış/sağlıksız bir yaklaşım olarak kabul edilse de mahallemizin eli kalem tutan ve belli bir ağırlığı olan bireylerinin bu türde de başarılı ürünler vermeleri genel bir beklentidir sanırım. İki temel eksiklik ya da yanlışlıktan  uzak duran; yani tamamen ideolojik angajmanlı sanatsal yetersizlik ya da eksen ve perspektif kayması arasında bocalamayan tutarlı ve yetkin yapıtları okuyacağımız günler yakındır belki de.

Başörtüsü konusundaki tartışma, gerginlik ve mücadeleler; inançları doğrultusunda örtünerek üniversitelerde okumak isteyen genç kızlarla ilgili olarak ağırlıklı bir biçimde gündeme gelmişti bilindiği gibi. 28 Şubat süreci, kimi yasa ve yönetmeliklerde yapılan değişiklikleri de beraberinde getirerek baskı ve dayatmaları artırıp yaygınlaştırmıştı kuşkusuz. Bu esnada, üniversitelere örtüleriyle girmek isteyen öğrenciler için -ilk bakışta onları ürkütmeden kazanmak, irticanın elinden kurtarmak amacıyla yapıldığı izlenimi verilmek istenen- "ikna odaları" kurulmuştu. "Bir düşük akıllı organizasyonu" olarak nitelendirilebilecek bu oluşumlarda, kimi gönüllü akademisyen ve aydınlar (!) da bizzat görev almıştı. Gelişen süreç içinde, bu tür göstermelik çabalara bile ihtiyaç duyulmaz bir noktaya gelindi. Baskı o kadar artmış ve çeşitlenmiş ki adeta hayatın her birimine, her köşe başına çeşitli odalar kurulmuş, ülke yarı açık bir cezaevine dönüşmüş, üslup da büsbütün sertleşerek "ya ikna olacaksın ya imha olacaksın" biçiminde değişmişti.

***

Geçtiğimiz yıl "Derin Siyah" adlı kitabıyla, Yazarlar Birliği tarafından yılın öykücüsü seçilen Yıldız Ramazanoğlu, bu yıl "İkna Odası" adını taşıyan bir romanla çıktı okuyucunun karşısına.

Ekim ayında Pınar Yayınları'nın edebiyat dizisinden çıkan kitap 144 sayfa. Temiz, sade, güzel bir kapağı var; biri başlıksız sekiz bölümden oluşuyor yapıt.

Romanın adı okuyucuda, bizim mahallenin muzdarip ve direngen okuyucusunda, farklı çağrışım ve beklentiler oluşturabilir. Hemen söyleyelim ki bu roman bir direniş ve mücadele izleğinde soluklanmıyor. 28 Şubat sürecinden çarpıcı fonlar, enstantaneler, çığlıklar taşımıyor. Konusu, bireysel ve kolektif salih amellerin üzerinde açımlanmıyor. Çıkınında, muhalif İslami çevrelerin söylemlerinden, renk ve kokularından, tavır ve tutumlarından fazla bir şey yok. Ne örnek bir kahramanlık tasarımı ne de bir 'hidayete erme' çabası... Bireysel bir öykü var sonuçta. Şahıslar kadrosu da sınırlı. "Nermin"in şahsında üç gövdeye, üç zihin ve yüreğe bölünmüş bir "tutunamayış"ın, tutunma çabasının, aydınlık ve güzellikten fazla nasiplenemeyen bireysel bir iç sıkıntının, bunalımın romanı. Daha doğrusu, kişisel bir öykünün büyütülmüş, çoğaltılmış biçimi. Öykü olarak da kurgulanıp da zamanla roman boyutu kazanmış bir metin var karşımızda sanki; kimi kısa öykülerle, metne serpiştirilen öykü parçalarıyla boyutlandırılmış bir anlatı. İçeriği, kurgusu ve anlatım tekniğiyle, bu yazarın bir tercihidir ve okuyucu olarak bizim -farklı bir yörüngede gelişebilecek beklentilerimize rağmen- buna saygı duymamız gerekir elbette.

Okuyup bitirdiğimde, bu kitap hakkında değerlendirme yazısı yazan kişi ben olmamalıyım, diye düşündüm ilkin. Keşke başörtüsü sorununu bir bayan olarak bizzat yaşayan, ikna odalarına alınan ya da bu uygulamaya karşı çıkan insanların bu kitapla ilgili düşüncelerini okuyabilseydik. Daha farklı, daha birinci elden, daha sıcak ve çarpıcı görüşlerle karşılaşabilirdik belki. Belki yazan olmuştur da ben görmemişimdir. Bunu yapması için, başörtülü olduğu gerekçesiyle öğretmenlikten atılan eşimi yüreklendirmeye çalışıyorum örneğin. Daha önce "Bizim Öykümüz Hangisi" başlığı altında Halime Toros, Mehmet Efe ve Ahmet Kekeç'in romanlarına değinen bir yazı yayımlamıştım Haksöz'de. Umduğumdan daha büyük bir tartışmaya yol açmıştı bu değerlendirme yazısı. Beğenenlerin, görüşlerime katılanların yanı sıra eleştirenler, nesnel olmamakla suçlayanlar da olmuştu. Başörtüsü sorunu, merkezi olmamakla birlikte bu kitaplarda da belli aralık ve ağırlıklarla karşımıza çıkmaktaydı. Her değerlendirme, kendi doğası gereği, bütün nesnellik iddialarına karşın kişiseldir; bireysel/öznel yaklaşımlar içerir elbette. Ancak hepimizin olumlu katkıları ve güzelliklerinin yanı sıra yine hepimizin eksiklik ve yanlışlıklarıyla gelişip büyüyerek bugüne taşınan bir süreçte, sanatsal ürünlere yansıyan kimi yaklaşım, tez ya da izdüşümlerini kimlik, ilke ve duruşumuzdan büsbütün soyutlanarak, salt kuru bir metin üzerinden değerlendirmenin zorluğu hatta olanaksızlığı da ortadadır.

Yıldız Ramazanoğlu üretken ve değişik alanlarda ürün veren bir yazar. Denemelerinin, düşünce yazılarının yanı sıra öykülerini de dikkatle takip etmeye çalıştığım, önemsediğim bir isim. Ancak, belki en son söylememiz gereken bir ayrıntıyı zamansız dillendirmek pahasına da olsa belirtmeliyim ki bu yapıtı dili, kurgusu ve gerilim unsurlarıyla, iç enstrümanları ve iletisiyle onun adına yaraşır bir yerde durmuyor. Daha büyük, daha düzeyli ve öykü niteliklerini aşmış bir yapıt çıkabilirdi ortaya.

Kullanılan dil, romanın bütününe giydirilen anlatım tarzı; roman kahramanlarının iç dünyalarına, karakter betimlemelerine uygun düşse de fazlasıyla örtük, simgesel bir nitelik taşıyor. Yapıtın daha başından itibaren, devrik cümlelere çok yer verilmesi ve sözcük seçiminde dışa dönüklükten özellikle kaçınılması metni anlamayı, anlatılanlara kolayca sokulmayı zorlaştırıyor. Diğer taraftan anlatıya fazladan bir zenginlik kattığı söylenemeyecek olan bazı Divan şiiri dizeleri, İngilizce cümleler, "tefrik, taaccüp, tedip, meş'um, temrin, mana" gibi kullanımı azalmış eski sözcükler, Perihan Mağden'in kitaplarını aklımıza getiren bazı sözcük ve harf oyunları dildeki yenilik ve devingenliğe gölge düşürüyor. Bunların dışında "İkna Odası" nefis iç dünya betimlemelerini, psikolojik çözümlemelerini içeren; altını çizmek zorunda kalacağınız güçlü, çarpıcı cümlelerle dolu bir yapıt. Düşünsel yük altında ikiye yarılan gövdeleri, çok kompartımanlı zihin ve yürekleri, içten içe homurdanan, kanayan, kırılıp dökülen, örselenen, suskunluk ve konuşkanlık arasında gidip gelen bireysel dünyaları anlatmakta oldukça başarılı yazar.

Romanın baş kişisi Nermin. Ankara'da büyüyen, üniversite sınavına burada hazırlanan bir genç kız. Üniversitede okumayı çok önemsiyor, yaşamının en büyük hedefi haline getirmiş bunu. Onun lisedeki sınıfına Nuray adında pembe başörtülü bir kız geliyor ve çok net bir biçimde anlayamasak da Nermin bu kızdan da etkilenerek başını örtüyor. Nuray'ın babası kızının başını örtmesini istemiyor; hatta okul yönetiminden kızının başını zorla da olsa açmalarını talep eden biri. Tıp fakültesini kazanan Nermin, kayıt esnasında "ikna odası"na alınıyor. Başını açmıyor. Açsa, ailesi de bir şey demeyecek. Bir yıkılış, bir boşluğa düşüş hali. Çok yönlü, ağır bir iç kırılma yaşayan ve bu olayın etkisinden kurtulamayan Nermin'in Ömer adında bir akademisyenle evlendiğini, İstanbul'a yerleştiğini ve hemen çoluk çoçuğa karıştığını öğreniyoruz. Onunla sürekli görüşen, onun dünyasında önemli bir yer tutan iki arkadaşı var. Seher adındaki arkadaşı, dört yıl sonra sınava tekrar giriyor ve üniversiteyi kazanıyor. Perukla giriyor üniversiteye. Nermin'i etkileyen Nuray ise, başörtüsünü daha ilk yıl dolaba kaldırıyor ve üniversiteyi bitiriyor. Yazar Nermin eksenli bir kurgudan hareket etse de kimi bölümlerde Seher'i ve Nuray'ı da konuşturuyor. Geçen yıllar, Nermin'in içindeki kırılganlığı yok edemiyor, iç kanamayı durduramıyor. Evliliği ve üç cocuğu, onun sıkıntılarına yenilerini ekliyor. Sonunda Seher, evli ve çocuklu bir adamın, çalıştığı yerde görüp hayran olduğu bir adamın ikinci karısı olmaya koyuluyor. Bir şirkette genel müdürlük payesi elde eden güzel, bakımlı, başarılı fakat iç dünyasında bir dinginliğe ulaşamayan Nuray seçtiği ve içinde dönendiği yaşantının düş kırıklıklarıyla başbaşa kalıyor. Düşüne düşüne, yaza yaza, kendisiyle konuşa konuşa eskisine göre bir içgörüye ve sükunete ulaşan Nermin'e ayna tutan satırlarla sona eriyor kitap.

Peki niye hep sıkıntı, eziyet ve bunalım? İkna odası/odaları içimizde bizi yiyip bitiren, bizi çökerten zehir tortular mı bıraktı sadece? Bu süreçte, üniversitelere giremesek de, hiçbir şey kazanmadık mı biz? Bizim en büyük amacımız bir yüksek okul bitirmek olabilir mi? Kulluk, imtihan ve ahiret bilincini nereye koyacağız o zaman? Yazarın tercihine saygı duymak istesek de insan, güzelliklerin, olumlulukların, arınma ve aydınlanma, dayanışma ve bir direniş çizgisi oluşturma çabalarının da bir parça yansımasını istiyor anlatılanlara.

Diğer taraftan şaşırıyorsunuz: Bu kadar zayıf ve kırılgan; hatta kimi zaman bunalımlı, her şeye küskün, birey olarak kalmış, hayatında yeterli bir İslami bilgi ve bilinç dolaşmayan biri niye başını açmıyor? Belki şöyle de bakılabilir olaya: Arka planını, gerekçesini ne olarak bilmesek de bir şekilde başını örtmüş; fakat İslami bir eğitim ve bilinçlenme süreci yaşamamış, bir öbeklenme içinde bulunmamış, kolektif salih amellerle yaşamını anlamlandırmamış bir kız bile başını açmıyor. Egemen düzen onu bile kandıramıyor; bu da küçümsenmeyecek bir şey, belki de bir başarı.

Yazar romanın kimi yerlerinde dış ortamdan, yaşanan dünyadan yansımalar düşürürken, Srebrenica katliamına, ailelerin beklentilerine, İstanbul'daki bir çöplüğün patlamasına, büyük şehirlerde yaşamanın zorluklarına... değiniyor. Fakat inanç eksenli direnişlerden, eylemlerden, dayanışma çabalarından süzülüp gelen kırıntılar yok. Romanın sonlarına doğru Nermin'in bir vakıf çalışmasına katıldığını, evinde toplantı yaptığını/yapmak istediğini öğreniyoruz, o kadar. Gönül, daha fazlasını bekliyor elbette.

"İkna Odası"nda güzel müslümanlık numunesi yok, acı ve sıkıntılarla boğuşsalar bile mutlu ve anlamlı bir yaşam sürmeyi becerebilen aileler yok, hayatı bir bütünlük içinde kavrayarak kendini verili olanların dışında tanımlayabilen inançlı genç kızlar/kadınlar yok, eşlerini anlayan, onlarla derinlikli ve sağlıklı bir yarın oluşturabilme çabası güden erkekler/kocalar yok, namaz kılan, yaşama bir ibadet bilinci zaviyesinden bakabilen insanlar yok!.. Kötülük, anlayışsızlık, çürüme ve hüzün egemen.

Her şeye rağmen Nermin'i bir yol ayrımında bırakıyor yazar. Bir beklentiyle, umut ışığıyla noktalıyor yazdıklarını. Kim bilir belki de o yeni bir yol çizecek kendine. Güçlü ve aydınlık bir dönüşüm yaşayacak. Başkalarını da yüreklendirecek, etrafındakilere de bir şeyler katacak. İçindeki, zihnindeki ve yüreğindeki onlarca ikna odasını söküp atacak. Güzelliğin kol gezdiği odalar da olacak belki. Biz de bu umutla sağaltıyoruz yüreğimizi. Başka bir yazıda, bu yapıtla ilgili başka şeyler söylemeyi umarak, şimdilik bu cümlelerle noktalıyoruz yazımızı.

Bakalım Yıldız Hanım Nermin'in kulağına, dahası yüreğine ve zihnine neler fısıldayacak?

Nermin'i izlemeye devam edeceğiz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR