1. YAZARLAR

  2. Ahmet Baydar

  3. İbrahimi Okuyuş

İbrahimi Okuyuş

Haziran 1996A+A-

I- Giriş

İnsanın yapıp etmeleri mutlaka bir "okuyuşla" ilgilidir. Okuma ve kazanma bir paradigmanın, insan ve amel olarak birbirine geçmiş iki halkasıdır. Her rönesans ve inkıiâb okumanın değişmesindendir. (İnkılablar bunun için alfabeden üniversiteye kadar eğitim alanına müdahil olurlar). Bilgi ve her çeşit bilim de okuyuşların farklılaşması ile özellik kazanır. Mezhepler de böyle oluşur.

Biz bu araştırmamızda insanlık tarihinde dört tür okuma biçiminin var olduğunu anlatacağız. Ayrıca yaratılışsal okuyuşun (kevni vahiy) ve nebevi vahyin tahrif edilmediği sürece göreceliğe uygun olmadığını, yani tek bir hakikati (tevhid) vereceğini izah edeceğiz.

A- Okuma Yolları:

Bir fikri anlamak ve anlatmak için bazı işaretler kullanırız. Bir yazıyı okumadaki amacımız, o işaretlerin dizilişindeki arka planı farketmektir. "Okumak" deyince çoğu zaman akla gelen bu şifrelerin çözümü ile varılan "anlama"dır. Ancak biz sadece "yazı"yı okumayız. Bazen muhatabımızın sözlerini bile bırakıp simasına bakarız. İşitemeyenler dudaklara bakarlar. Göremeyenler ses titreşimlerine kulak verirler. Amaç her halükârda anlamaktır.

Göz, kulak, dil ve dudak gibi organlarla yazı ve benzeri malzemeler, "okuma" işinin araçlarıdır. Bazen parmaklar da bu işe katılır; âmâlar parmakları ile okurlar. Ancak gerçek okuyucu bunlar değil, akıldır. Organlar ve diğer araçlar akletmenin yardımcılarıdır. Okuma işini, bu araçlardan birisi değil, hepsiyle oluşan bir güç yapar. Söz konusu araçlardan bazılarının olmaması durumunda da -düşük derecede olsa bile- bir okuma gücü bulunabilir. O halde diyebiliriz ki okuyan, açıktakini gören göz değil, içi görme gözüdür. Basar değil, basirettir. Okuyan, insanın bizatihi kendisidir. İnsan okumaya ayarlı ve ona mecbur bir varlıktır.

Okuma araçlarını gözönüne alarak, iki okuma yolundan söz edebiliriz. Biri iletişimsel, diğeri de zihinsel okuma. İlki, sonradan kazanılmış bir yetenekle, ama ikincisi doğuştan olan bir kabiliyetle yapılır. İletişimsel olan, mutabık kalınmış bir sistem olan "dil"in sözlü yahut yazılı halinin, o sistem uyarınca çözümlenmesiyle olur. Bu, bir anlamda "harfleri toplamak"tır. Düşüncelerimizi, dilde topladığımız seslerle anlatsak da yazıya dökerek iletsek de bu iletişimsel bir okumadır.

Zihinsel okumada ise böyle insani bir araç yoktur. Bir nesneyi inceler mütalaa ederiz. Üzerinde düşünüp tefekkürümüzü yoğunlaştırdıktan sonra kendimize göre anlarız. Bunun üstüne zihnimizden bir tür yorum da yaparız. Daha önceki bilgilerimizle mukayese ederiz. İçimizde olup biten bu sonuçtan bazen memnun olur, tebessüm eder, başka bir zaman öfkeleniriz. Bütün bunları kimseye tek bir söz söylemeden, kimseden tek bir kelime işitmeden, yazılı bir metni de okumadan, yani dili, herhangi bir şekilde kullanmadan yaparız. Oysa bu da bir okumadır. Hatta okumanın aslı budur. Ama bu, lisanî değil, zihnîdir. Kesbî değil, fıtrîdir. Bölgesel değil, evrenseldir.

Bir sunucu, hava raporunu dinleyicilerine okur. Bu iletişimsel bir okumadır. Zira yapılan iş, bir dilde yazılmış metni çözmektir. Fakat bu metinde başka bir okuma daha vardır. Atmosferin o günkü durumunu, rapor haline getiren uzmanın okuması. Sunucunun yaptığı şey, o uzmanın okuma'sını dinleyenlere ve kendisine iletmektir. Yani sunucu da diğer dinleyenler de uzmanın okumasını anlamakta, okunanı okumaktadırlar. Uzmanın zihinsel okumasına iletişimsel okumayla uymaktadırlar. Bu yazıyla uzman, atmosferi insanlara okumuş, sunucu ise sadece o okumayı insanlara okumuştur. Bu olayda uzmanın İla, sunucunun bir oku­ması vardır. Uzmanın okuması, "kıraat", sunucunun okuması ise "tilavet"tir.

Şimdi şu anlaşılmış olmalıdır. "Okuma" anlamındaki "kıraat", yazıyı okumak anlamındaki "tilavet"ten daha genel bir terimdir. Yani tilavet özeldir1, insan tilavet ederken, kendisine de kıraat eder. Nitekim bir yazıyı okuyan kimse, dinleyenlere okurken kendisi de anlamaktadır. Öyleyse insanın yaptığı tilavetler aynı zamanda bir kıraattir. Ne var ki, her kıraat tilavetle yapılmayabilir. Nitekim uzman, raporunu doğal atmosferi okuyarak hazırlamıştır.

Bir sözün, bilinçsiz bir tekrarı, kıraat de tilavet de sayılamaz. Çünkü onda okuma ve delâlet bulunmaz. Mekanik bir aletin çıkardığı lakırdı ile bazı kuşların konuşması ve sarhoşun söyledikleri böyledir. Söylediği söze hiç bir anlam yüklenemeyen kimsenin söyledikleri de kıraat olamaz. Fıkıh'ta; anlama bazen bir tilavetin namazdaki kıraati ifsat etmiş olması bundandır. Öyleyse diyebiliriz ki, bir tilavetin kıraat seviyesine ulaşabilmesi için, anlayış ve basiretin bu işe katılması gerekir. Zaten böyle bir okumaktan sorumlu olan da basiret sahibi olan2 insandır.

Okuma nesnesine gelince, o elbette sadece bir kitap değildir. Yaratılmış olan her şey okunabilir bir objedir. Bir şiir, güzel bir manzarayı romandan daha sahici tasvir etmiş olabilir. Ya da o manzaranın çizgilerden oluşmuş bir tasviri, bazen pek çok zihinde daha çabuk ve daha net imaj oluşturabilir. Tabii bunların hepsi iletişimsel okumalardır. Yani okunan nesnenin aslı ile okuyucu baş-başa değildir. Nesne gaybdır. Ama okuyucu bizzat o nesnenin kendisine ulaşırsa, aranan anlam zihinde direkt olarak hâsıl olacaktır. Bu durumda basiretle, okunacak olan nesne arasındaki iletişim vasıtasız olmaktadır. Artık, tabii ve yaratılışsal bir okuma söz konusu olur. Ancak okunan ne bir kitab, ne de yazılı bir metindir. Doğanın kendisidir. Buluttur, dağdır, ırmaktır, ağaçtır. Kur'an-ı Kerim'e göre bunların hepsi birer ayet, yani okuma nesneleridir. Kur'an'dakiler "iletilmiş", bunlar da "yaratılmış" ayetlerdir. Yüce yaratıcı, kullarına iki farklı okuma gücü nispetinde iki farklı ayet vermiştir. İnsanın iletişimsel gücüne hitap eden ayetler, peygamberlerin tilaveti ile zahir olur. Elbette her peygamber, o ayetleri kendi konuştuğu dilde beyan eder. Sonra bu beyan bütün dillere iletilebilir Fakat zihinsel okunması gereken doğal ayetlere muhatap olmada bütün toplumlar eşittir. Şerefli Kur'an'ın ifadesinde, arşın altındaki her şey, siyah-beyaz, Arap-Acem, bütün insanlara sorumluluk yüklemesi gereken ayetlerdir. Hatta yaratılışın kendisi, insanı yaratıcıya yönlendirmesi gereken bir ayettir. Bu duruma göre okuma nesnesi çoğu kere sanıldığı gibi sadece kitab ve benzeri yazılı malzemeler değil, bizi kuşatan herşeydir. İnsanın bizzat kendisidir.

"O'nun ayetlerinden biri de, kendileriyle kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ayetler vardır" (30/21).

B- Okuyuş Biçimleri:

Düşünce tarihi, varlığı okuma işiyle uğraşan disipline felsefe adını verir. Felsefe ekolleri, varlığı okuyuş biçimlerinden oluşur. Tarihte dört ona okuyuş biçiminden söz edilebilir: şüpheci, maddeci, çoğalmacı ve yaratılışçı okuyuş. Elbette bunların dışında daha pek çok okuyuşlardan söz edilebilir. Hatta özgün olmasa bile, birey sayısı kadar okuyuş'tan bahis açılabilir. Fakat maksadımız birbiri içinde mütalaa edilebilirleri toplayarak kıyaslama imkanını artırmaktır, Mesela gelenekçilik, kimine göre bir okuyuş sayılabilir. Fakat, bu dört okuyuştan birinden uzak kalmış hiç bir gelenek düşünülemez. Yani gelenekçilik bizatihi bir tarz değil, birey-toplum ilişkilerinde bir tavırdır.

Tarihin tesbiti açısından bu dört okuyuş biçiminin en yenisi şüpheciliktir. Şüphecilere göre, bu görülen varlık gerçek değildir. Başka gerçeklik de yoktur. Olumlama ve olumsuz-lama yapılamayacağı için iyi ve kötü de yoktur. Ölüm de olmadığı için, insanın ondan korkması gerekmez. Çünkü onu sorguya çekecek bir merci yoktur. Septik ve sofistik ekol denilen okuma biçimine göre insan, varlıkları keyfince kullanabilir.

Şüphecilerden daha eskiye uzanan maddeci okuyuşa göre ise, görülen bu alem gerçektir. Bu madde, küçücük parçacıklardan, tesadüfen oluşmuştur. Laboratuara girmeyen başka bir "var"dan söz edilemez. İnsanın sorumluluk duymasını gerekli kılan üst bir merci yoktur. Ölçüyü kendisi kor. Varlığı keyfince kullanabilir. Abdera Okulu diye bilinen materyalist düşünce budur.

Bir de çoğalmacı okuyuş vardır. Çoğalmacılar da maddeciler gibi gerçekçidirler. Çünkü onlara göre varlık gerçektir. Fakat madde'nin arka planında ideal bir "var" kendisini hissettirmektedir. Görülen bu "mevcudat" ya o gerçek "vücud"dan çoğalmıştır, ya da O'nun tecellisidir. O cevher Tanrı ise bile ya varlığa mecbur kalmıştır, yahut (Yunanlı Şeyh Plotinus'un dediği gibi) varlıklar ona mecburdur. Her iki durumda da insan, o ilaha karşı sorumlu değildir. Varlığı kullanma keyfiyeti belirsizdir. İslam coğrafyasında "işrakîlik" olarak yayılan bu son okuyuşu anlamak kolay değildir. Söylemleri bulanık, karışık ve çelişkilidir. Bazen panteist olmadıklarını, her şeyin Tanrı'nın kendisi olduğunu söylemek gibi bir gaflette bulunamayacaklarını beyan etmiş olsalar da çoğu kere bu söylediklerini unuturlar. "Mevcud'a hulul etmiş bir vücud" (vahdet-i vücud) fikri, eğer haliktan mahlûka inen peygamberlik vahyini ve kuldan ilaha yükselen kulluk sorumluluğunu hafife alıyor, hatta yer yer iptal ediyorsa bu, panteizmden farksız bir hezeyandır. Batılı Şeyh Plotinus (270) ile doğulu Hallaç (921)'ın söyledikleri mükellefiyet şuurunu tehdit etmesi noktasında soruşturulmalıdır.

Varlığı tanımaya yönelik okuyuşlardan en kadimi ise "yaratılışçı" okuyuştur. İşte bu yazının kaleme alınış sebebi bu okuyuşu tanımak ve niçin İbrahimle (a) ilişkili olduğunu anlatmaktır.

II- İbrahimi Okuyuş

A) Neden İbrahim?

Namazların sonunda Hz. İbrahim'i yâd ediyoruz. Namaz için yöneldiğimiz kıblede O'nun imzası var. Eşi Hacer ve oğlu İsmail'in hatıralarını, orayı ziyaret etmek olan Hac ile sürekli kılıyoruz. Safa, merve, zemzem, şeytan taşlamaları hep O'nu hatırlatan antlardır. Kurbanla aklımıza ilk gelen yine O ve oğlu. Kendisini Tevrat, İncil ve Kur'an'a nisbet eden herkes O'nun sünnetiyle/hıtanıyla övünüyor.

Yüce kitabımız O'nu model insan seçerek, hayatını bize örnek gösteriyor. O'nun milletinden olmayı öğütlüyor.

"Hangi insan, din yönünden, iyilik edici olarak yüzünü Allah'a teslim edip dosdoğru İbrahim milletine tâbi olandan daha güzel olabilir? Allah İbrahim'i dost edinmiştir" (4/125, 60/4).

Hz. İbrahim'den Önce de sonra da peygamberler var. Hem O, ne Hz. Adem gibi birinci ilk, ne de Hz. Nuh gibi ikinci ilk. Hz. Muhammed'in son uyarıcı olması gibi bir farklılığı da yok. Peki, o halde niçin Hz. İbrahim? Bu sorunun sağlıklı cevabını, elbette O'nun hayat hikayesinde aramamız gereklidir.

Hz. İbrahim zindanlarını aşmıştı. Hz. Adem ilk peygamberdi, fakat ebeveyni yoktu. Ebeveyn zindanıyla denenmemişti. Hz. Nuh'da Tufan'dan sonra ilk idi. Fakat hayatı ona zindan etmek isteyen akrabaları helak edildikleri için, onun da bu konuda örnekliği yoktu. Oysa Hz. İbrahim, putperest ebeveyninin ve büyük nüfuzlu ve çok tanrılı bir şehrin zorba yöneticisinin dayattığı şirk zindanlarını aşmıştı. Toplumunda, inanan tek kişiydi. İbrahim, tek bir ümmetti (16/120). Yaratılışında mevcud olan Hakka yönlendirici nizam olan fıtratla ve sosyal çevresindeki sayısal çokluktan ürkmeyen Hanif tavrıyla, Hakk'ı muhataplarının vicdanlarına duyurmuştu4 Babasının "Allah düşmanı" olduğunu öğrenince, söz verdiği halde O'nun bağışlanmasını dilemekten vazgeçmişti (19/47, 26/86).

Hz. İbrahim, "halilullah" idi. Ebeveyninden Allah için yüz çevirmişti. Geç yaşta kendisine armağan edilen sevgili oğlunu, Allah'a feda için hazır olmuştu. Hiç tanımadığı misafirlerine bile5 kurduğu sofralardan dolayı "konuk babası" diye ünlenir olmuştu. (İkram edenlere "Halil İbrahim bereketi" dememiz bundandır) Dünya bağımlılığından kaynaklanan açıkça namazlarda Allah'a sığınmıştı (2/260).

Hz. İbrahim hayatta iken evrensel olmuştu. Şimdiki adları ile; Irak, Anadolu, Suriye, Filistin, Suudi Arabistan ve Mısır topraklarında tebliğde bulunmuştu. O, Ebu Rahim, yani cumhurun babasıydı. Kronolojik olarak O'ndan sonra gelen bütün peygamberlerin soy atasıydı. Bu peygamberlerin atlanarak O'nun örnek gösterilmesi; mesajının, ırk, tarih ve coğrafya darlığından çıkarılarak zamanın tümünde ve yeryüzünün her yerinde değişmeden herkesçe yaşanması gereğini beyan etmektedir. Bu aynı zamanda Araplarda gün geçtikçe görülmesi muhtemel olan, yahudi benzeri bir ırkçılığı ve hristiyanlar benzeri peygamber perestliği zihinlerde dağıtma örneğidir. Hz. İbrahim'in modelliği, mesajları arasında zaten fark olmayan peygamberler hakkındaki hissî, nefret ve guluvvun aşılmasına rehberliktir. Peygamberlerden birinin sünnetinin, tek model değil ama her birinin birer örnekleme olduğunun bedihî bir anlatımıdır.

B) Hz. İbrahim ve Yaratılışçı Okuyuş

Yaratılışçı okuyuşa göre varlık gerçektir. Çünkü mevcuddur. Fakat geçicidir. Kalıcı olan, onu yoktan var eden haliktır. Bu mevcud, O'nun vücudundan çoğalmış değil, emriyle yaratılmıştır. Varlığa oluşunu sürdürme keyfiyeti yükleyen O'dur. İnsan varlıklar içinde en üstünüdür ama o da mahluktur. Diğer varlıklar, ona emanettir. Hainlik etmemesi için de ona iki okuma gücü verilmiştir. Bu güçlerden birisi yaratılışta verilir, diğeri onlardan seçilen fıtratını korumuş, fetanet sahibi ve hanif davranabilen insanlarla iletilir. Bu insanlar, peygamberlerdir. Peygamberlere yaratılışta verilen okuma gücü farklı olsa da, onlara iletilen okuma [tilavet) hepsinde aynıdır. Hz. İbrahim işte bu iki okuma ile yüklenmiş peygamberlerden birisidir.

Alfabe yazısı, Mezopotamya, Fenike ve Mısır'da başlar. Hz. İbrahim, o tarihte ve o coğrafyalarda yaşamıştır. Yani iletişimle okuma çağını başlatan peygamberdir. Tufan'a kadar ilk çağ sonrasına da orta çağ dersek, Hz. İbrahim'le başlayan da peygamberler tarihinin yeni çağıdır. Alfabe ile okunabilen Zebur, Tevrat, İncil ve Kur'an O'ndan sonradır. Bu kitapların ehline de ata ve imam olarak gösterilmiştir. Bu atalık kesinlikle genetik değildir. Çünkü babası putperesttir. Sulbünden de zalimler olabilir (2/124) ve olmuştur da.

Kur'an-ı Kerim'de Hz. İbrahim'den bahseden bölümlerde sürekli "yaratma" ile ilgili terimler kullanılmıştır. Göksel Tanrıları reddini En'am Suresi'nde (6/74-82) ve toplumla olan tartışmalarının anlatıldığı Enbiya Suresi'nde (21/51-70) yaratma anlamındaki "fıtrat" kavramı vardır. Şuara Suresi'nde (26/78) ve putları parçalaması anlatılan Saffat Suresi'nde (37/96) yine kavmine nasihatından söz edilen Ankebut Suresi'nde (29/16-27) yaratma anlamındaki "halk" terimi vardır. Nemrud'la olan mücadelesinin anlatıldığı Bakara Suresi'nde (2/258) hayat verme anlamındaki "ihya" terimi kullanılmaktadır. Hatta o, kendisindeki yaratılmışlığın çerçevesini aşmak isteyen talebinde de Rabbından "ihya"nın, yani tekrar yaratılmanın keyfiyetini görmek istemektedir (2/260). Yaratılışçı okuyuş için "İbrahim" dememiz, 0'nun mesajını anlatan anahtar terimin "yaratma" anlamındaki terimler çerçevesinde yoğunlaşmasındandır. O güneş, ay ve yıldızlara çoğalmacı okuyarak tapan şirk medeniyetinde, onları yaratılışçı okuyarak hidayet bulmanın sembolüdür. Bir anlamda O'nun nübüvvet mucizesi yaratılışsal okuma istinbatı ile hidayet bulmadır.

III-Yaratılışçı Okuyuş ve Hz. Muhammed

Miladın altıncı yüzyılında alfabe gelişmiş, yazı malzemeleri çoğalmıştı. Kutsal kitapları yazıyla korumak mümkün hale gelmişti. Alfabe, ilk çıktığı üç bölge dışında Hicaz çölünde bile bilinir olmuştu. Fakat putçuluk yine hortlamıştı. Hz. İbrahim'in, o ekinsiz vadide, "tevhidin kolaylık ve sadeliğinin sembolü olarak yaptığı, bir adam boyundaki damsız, duvarları gayri intizamı", çevreden toplanan taşlarla örülmüş, yeryüzünün en gösterişsiz evinde üçyüzaltmış put vardı. Yaratılışsal okuma gücünü koruyanlar azalmıştı. Abdullah oğlu Muhammed onlardan birisiydi. Putçulardan uzak olmak için bir mağaraya gidip geliyordu. Hanif bir tavır arayışında idi. Kimseden ders görmemişti. Yazıyı okuyamıyordu. "Yazı"yı okumanın ümmisi idi, ama "ayet"i okumanın değil.

A- Yaratılışçı Okuyuş ve Kur'an-ı Kerim

Bir gün mağarada iken, "oku" diye bir ses duymuştu. "Oku", yani anla ve anlat, duy ve duyur, kavra ve kavrat. Ortada okunacak bir kitap yoktu. Yazılı bir metin de yoktu. Ama çözülmesi gereken doğal simgeler vardı. Doğayı, onda toplumu, sonra aileni, akrabalarını ve kendini "oku". Bu ilahi beyanda "okuma nesnesi" belirtilmemişti. Yani belli bir şey değil okunması gereken, her şeydi. Fakat okuyuş tarzı belirtilmişti, yaratılışsal oku.

"Yaratan Rabbının ismiyle oku"

Okuma işine O'nun adıyla giriş. Beşeri okuyuş zaaflarından sıyrıl. Varlığı, yaratan ve yarattıklarına Rablık edenin ismiyle oku. Yaratılanı yaratana katmadan, fakat yaratma kudretinden de bir an bile çıkartmadan oku.

"İnsanı bir alaktan yarattı"

Bu, ikinci "yarattı" fiili. Önceki geneldi, nesnel olan içindi. Bu özel, öznel olan insan için. İnsan "yaratılmadığını" sanmasın. O'da sülüğümsü bir maddeden yaratıldı. Maddeci okuyuşla yola çıkarak kendisini "yaratın"dan müstağni görmesin. Evet, eşyadan üstün. Ama o da yaratıldı. Alak onun hayat buluşunun ilk maddesi. "Okuma", varlıklardan üstün kılan ilk özelliği. "Oku" da hayata atacağı adım için ilk emir. Kulluk binasının da temeli.

Yasin Suresi'nde bir olay anlatılır. Şehir putperesttir. İki hak elçisi oraya mesaj getirir. Halk onları taşlamak ister. Fakat uzaklardan belki de, varoşlardan birisi koşarak gelir. Yaratılışsal, okuma gücünü korumuş, seciyesini bozmamış birisidir bu. Elçileri dinler, sonra şöyle der:

"Ne oluyor bana ki, beni yaratana ibadet etmeyeyim".

Yani beni yaratan tanımamak, benim elimde olamaz. O bana dokunmak istese, bütün o şehir putlarının hiç birisi bana yardımcı olamaz. Buna rağmen yaratıcıdan yüz çevirirsem apaçık sapmış olurum! Yaratılışsal dediğimiz okuyuş işte bu. Hz. İbrahim işte bu okuyuşla yıldızları geçmişti. Nemrud'u böyle susturmuştu.

Bu okuyuşla madde geçilir, yaratıcı bilinir. Fakat O'na duyulan şükran nasıl yerine getirilecek? O'ndan kula gelen, oluş, mahiyet, hayatiyet ve pek çok nimete mukabil, kuldan Rabb'e ne ve nasıl yükselecek? İşte burada iletişimsel, ya da araçsal okuyuş devreye girer. Yazılanı, konuşulanı okumak anlamındaki "Tilavet Yolu".

"Oku Rabbinin keremi sonsuzdur".

Bu ikinci "oku" emri, anlamı da öncekinden farklı. Dinleyerek, öğrenerek, takip ederek oku. Tilavet edileni, tilavet et. Rabbin yardım eder, O kerem sahibidir. İki ayrı okuma yolu için, iki ayrı "oku". İşte Kur'an'ın icazında ikinci "okuma"nın iletişimsel olduğunu teyid eden beyan: "O kalemle öğretti".

Bu "kalem", levhdeki ümmü'l kitabı yazan kalem de olsa, Hz. Peygamberin kalbine geleni yazan kâtibin elindeki kalem de olsa, bir araçtır. İletişim aracı, insan bilmediklerini kalemle öğrenir. Eksiklerini bu okuma ile tamamlar, insanı meleklerden farklı kılan bilgi var. Bu "ademi bilgi"dir. Ama bir de iletişimle öğrendiği bilgi vardır. Bu da bir anlamda "Nebevî bilgi"dir. Okuyuşa rehberlik eden "öğretme" bilgisi.

"İnsana bilmediğini öğretti".

Eşyaya değil, insana, yaratılışta verdiği değil, sonradan öğrettiği. Kevni ayetler değil, tenzili ayetler. Yokluktan 'alak'la, meleklerden 'ilm'le, eşyadan zihinsel okuma gücüyle, şeytandan da iletişimsel okumaya uymakla farklı olabilecek insan, Rabbinin adıyla, yaratılışsal okumayandır.

"Okumamazlık etme ha, insan kendisini yeterli gördüğü için azar".

Okumayan kendisini yeterli görür, azar. Yanlış okuyan da öyle olur. Şüpheci, maddeci ve çoğalmacı okuyanlar sorumsuz olurlar. Adem'e suç işleten okuyuş maddeci, tevbe ettiren okuyuş ise yaratılışsaldır. İsyan eden şeytanın okuması maddeci, isyanda ısrar gerekçesi de maddeseldir. Şeytan Adem'in yaratılış malzemesini kendisinden düşük gördüğü için emre âsi olmuştur. İbrahimi okuyanlar, Adem gibi olurlar.

B- Kitabı Yaratılışçı Okumak

Kur'an'a göre insanın sapmaması için, Allah'a ve ahirete iman gibi, usul, esas olan başlama noktalarını yaratılışsal okuma ile başlatması gerekir6. Şirkten uzaklaşması da yaratıcılığı sadece Allah'a tahsis etmesiyle olur7 Kulluk bilinci de ancak bu şekilde anlam kazanır8.

Dinin, bütün mükelleflere yüklediği en önemli ibadetlerdendir. Namazın her halükârda asla değişmeyecek olan vasfı "kıraat"tır. Dinî koruyan münezzel kitabın adı da bu kelimeden, "Kur'an"dır. Yani mü'min, imanını ve kulluk bilincini şirke karşı, kitabı yaratılışçı okuyarak canlı tutabilir.

Kitabı, şüpheci, maddeci, çoğalmacı ve yaratılışçı okuyuşlardan hangisi ile okursak onun gibi bir sonuç elde ederiz. Kur'an'ın, kendisinden önceki kitaplardaki tahrifi okuyuş biçiminde göstermesi çok anlamlıdır. Kur'an önceki kitapları tasdik eder, fakat "tahrif ediyorlar" der9. Zihnî okuyuştaki zaafı, iletişimsel olanı zihni hataya meylettiriyorlar. Varlığı dualist okuyarak, Hz. Musa'nın ilahla diyalogunu, ağız ağıza konuşma olarak kaydırırlar10. Bu, vahyi inkar eden deizmden farksız bir yoldur. Oysa Allah, beşer olan birisiyle ancak vahyle, perde arkasından veya bir elçiyle konuşur (42/51).

Kitabı, zihnindeki zaaflar doğrultusunda eğip büken çoğalmacılar, evcil eşekler (62/5) maddeciler de kitabı taşımaktan kaçan yaban eşekleri gibidirler. Kitabı yaratılışçı okumak, içtihadı, çoğalmacı okumak taklidi kamçılar. Yaratılıştaki sürekliliği anlayan, kitaptaki dinamizmi de kavrar.

IV- Sonuç

İnanç dünyasındaki farklılaşmalar da "okuyuşlarla ilgilidir. "İznik Konseyi" inanç farklılaşmalarında "okuyuş"un etkisini gösteren önemli bir vakıadır. Konsey üyelerinin tamamı İncil'e bağlı insanlardır. Ne var ki, Arius ve iki fikirdaşı Sekundus ve Teonas ruhani meclisin üç yüz yirmibeşteki İznik amentüsünü imzalamamışlardır. Arius ve arkadaşları, İncil'den Hz. İsa'nın "yaratılmış" olduğunu anlarken onları sapık ilan eden konsey, Hz. İsa'nın Tanrı'dan "çoğaldığını iddia ediyorlardı. Eğer, Aleksandır ve Konstantin işbirliği, onların okuyuşlarını da kendileri ile birlikte mahkum etmeseydi, bu konuda yeryüzünde Hakk'ın şahidi daha çok olacaktı. Saltanat, gücünü hep İbrahimî okuyuşu unutturmak yolunda kullanmıştır. Hz. Muhammed sonrasında, imameti belli bir soya tahsis eden zihniyetler de "çoğalmacı" okuyuştan kaynaklanmaktadır. Varlığın nurunun Muhammed'den, imamlarının da O'nun neslinden, seyyid ve şerif olarak çoğaldığını okurlar. Yönetim hakkını ebediyyen belli bir kabileye (Kureyş) tahsis etmek de bu okuyuştan farksızdır. Yaratılışçı okuyuşta insanlar soyda eşittirler:

"Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi kavim ve kabilelere ayırdık Allah yanında üstün olanınız: en çok korunanınızdır"(49/13).

Uzun zamandır gezegenimizin maddeciliğin çekimine girmesine rağmen birçok yerde de İbrahimi okuyuşun sesi yükselmektedir. Maddeci okuyuşa göre; iyi güzel olandır. Güzel ölçülerle tesbit edilir. Ölçüleri kurallar kor. Kuralları da güçlüler belirler. Güçlüler genelde mülkü olanlardır. İbrahimi okuyuşta ise durum bunun tam tersinedir. Tek güçlü haliktır. Okumayı öğreten de odur. Ölçüleri iletilmiş olan belirler. Ölçüler de iyi olanı tayin eder.

Dipnotlar:

1- Kur'an-ı Kerim'de Tilavet ile kitap ve risalet için bkz. 29/48, 10/61, 27/92, 13/30, 2/252

2- Kur'an-ı Kerim, 75/14

3- Kur'an-ı Kerim, 42/29, 2/164, 3/190

4- 6/74-82, 9/41-9, 16/120, 14/41, 26/86-7, 9/113, 21/38-67, 37/91-6, 29/16-24

5- 37/100-110, 5İ/24-37

6- 31/11, 18/37, 57/15-7, 36/81, 22/5

7- 6/100, 13/16, 35/40, 46/4, 7/191, 22/73,16/20, 25/3

8- 2/21, 4/1, 26/184, 6/102

9- 5/13, 5/41

10- 8/14, 33/11, 12/7

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR