1. YAZARLAR

  2. Bahadır Kurbanoğlu

  3. Hukuksuzluk ve Muhalefet

Bahadır Kurbanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Hukuksuzluk ve Muhalefet

Haziran 1998A+A-

Hukuksallık denen olgu, Türkiye halklarının çağdaş tarih boyunca şahit olmadıkları, TC devletinin de kendi tebası için "ithal" ve "lüks" olarak gördüğü, sadece son çeyrek asrın "aydınlarının üzerinde düşünce egzersizleri yaptıkları bir rüya adeta.

Çağdaş parametrelere göre "hukuksallık" denen ideanın iki boyutu var. Eğer "hukuk" ya da "hukuksuzluktan söz edilecekse, bu iki olgunun gözardı edilmesi mümkün değil. Bunlardan ilki 'insan hakları'; diğeri ise 'toplumsal talepler'. Tabii bu her iki olgunun da üzerinde ittifak edildiği tanımsal tek bir gerçekliği yok. Ama mevcut düzen ve iktidar yapılanmaları açısından baktığımızda, her iki olgunun da egemen güçleri tedirgin eden boyutları var. Bu tedirginliğin toplumun büyük bir kesiminin sindirilerek ortadan kalkacağına inananların planlarının uygulamaya konduğu bir süreçten hep birlikte geçerken, sözü edilen iki olgunun hangi mantık düzleminde ve hangi çıkarlar ekseninde değerlendirildiği de gün ışığına çıkıyor.

Toplumun dayandığı sosyolojik yapının uzunca bir süredir kategorik olarak yargılandığı, taleplerinin "yasal" olarak suç haline getirildiği bir süreçten geçtiğimiz bir vakıa olduğu gibi; "hukuksallığın" ikinci sacayağı olan insan hakları konusunun da bir gazetecinin deyimiyle "devlet tarafından üzerinde her türlü 'münafıklığın' serpilip boy atacağı bir bataklık gibi algılandığı" ortada. Durum böyle olunca, referanslarını yönetim erkinin ideolojisinden farklı yerlerde arayanların, bağımsız bir meşruiyyet odağı haline gelebilecekleri paranoyası da haklılık zemini kazanmış oluyor. Dolayısıyla "hukuksallık" egemenlerin ürktüğü ve birikimlerinin ters yüz edileceği bir ateş topu haline geliyor. Hukuksuzluk ise, mevcut ideolojik bağımlılıklar ve çıkar çarklarının gizlenebildiği, siyasi ve ekonomik beceriksizliklerin üstünün örtüldüğü, hepsinden önemlisi "egemen kimlik"in dayatılabildiği doğal ve meşru bir ortam yaratıyor. Hukuksuzluk, mevcut dokunun her şeye rağmen devamını sağladığı gibi, hukuksallık çıkarlardan taviz vermeyi ve ödenmesi güç bedelleri gerektiriyor.

Bu gerçekliklere rağmen yapılan "hukuk devleti" ve "normalleşmeye dönüş" söylemleri, mevcut dokunun eleştirilmemesi, korunması, daha doğru bir ifadeyle "kurtarılması" anlamını içeriyor. Yoksa bunların bizatihi kendi gerçekliklerinin var olup olmaması tartışmanın odağına oturtulmuyor. Tıpkı darbe vasatında, Susurluk vakıasında ya da son döneme damgasını vuran Akın Birdal suikastında olduğu gibi.

Çuvaldan Fırlayan Mızrak

Kesintisiz olarak devam eden "hukuksuzluğun son halkalarından biri olan Akın Birdal suikasti "başarılı bir operasyonca "kaçırılıp getirildiği" rivayet olunan Semdin Sakık'ın "itirafları" ardından gerçekleşmişti. Kartel medyası "Büyük gazetecilik olaylarını manşetlerden veriyordu. 28 Şubat'tan beri boy hedefi haline getirilen, günah keçisi ilan edilen "mürtecilere yönelik operasyonlar "topyekün" devam ederken, medya "itiraflar" hanesine Olof Palme'nin PKK tarafından öldürüldüğü "bulgu"sunu da katıyordu.

"İtiraf"ın bini bir paraydı. Hışma uğrayanlar, sadece "PKK'dan para alan muhalif sol basın"la kalmıyor; Kartel'in iki kalemşoru M. Ali Birand ve Cengiz Çandar da kapının önüne konuluyordu. Ta ki Paşalar'dan özür dileyip, icazetlerini tazeleyene kadar.

Çok dikkat çekicidir ki, onlarca kişinin Susurluk'la bağlantılı olan iddia ve itirafları, Sakık'ınkiler kadar ortalığı kasıp kavuramamış, İkitelli'nin apoletsizleri onca kişiden bu kadar "veri" toplayamamıştı. Henüz yargıya aktarılmamış, hiçbir hukuki değer taşımayan ve yayınlanması bile suç olan "iddialar"dan sonunda Apo'nun, kendisi için "Türkiye'deki tabancam" dediği "itiraflar"la sabitlenen İHD Başkanı Akın Birdal da nasibini alıyordu. Bir zamanlar "Perinçek'in iddialarını delil olarak kabul edip, hedefler tayın edenlerden, bu defa da nasiplenen Akın Birdal oluyordu. Birdal, ilk olarak Sabah ve Hürriyet gazetelerinde hedef gösteriliyor, aynı gazetelerde "kendisinden hesap sorulacağı" açıkça ilan ediliyordu. Aynı medya "PKK ile kurulan ittifak" iddialarında Fethullah Erbaş, Milli Gazete ve Akit'in de adını anmaktan geri durmuyor, "Türk milleti'nin hainlerden bir gün hesap soracağını" topyekün ilan ediyordu, ilginçtir ki Birdal'ın vurulduğu saatlerde Hava Kuvvetleri Komutanı Org. ilhan Kılıç, Diyarbakır'da Atv muhabiri vasıtasıyla; "Terörü nasıl marjinal hale getirdiysek, irticayı da sıfırlamaya gayret ediyoruz... buna and içtik" diyerek, egemen güçlere muhalif tüm unsurların susturulacak ve sindirileceği mesajını geçiyordu. Yine aynı dönemde "irticayla mücadele" konusunda tecrübe kazanmak amacıyla Tunus'a gidiliyor; İsrail'in kuruluşunun 50. yılı münasebetiyle verilen resepsiyona katılmıyordu. Laik dikta, 28 Şubat'tan aldığı hızla, cepheyi daraltmak yerine genişletiyor, ama bunu yaptıkça daha da batağa saplandığının farkına bile varmıyordu.

Birdal'a karşı gerçekleştirilen suikastın ardından devlet, bir türlü çuvala sığdıramadığı mızrağın, bu defa elinde kırıldığını göremiyordu. Suikastın, "uluslararası platformlarda Türkiye'yi zor duruma düşürmek ve cephe'de nefes almak için PKK tarafından işlendiğinden tutun da, "Susurluk'la gündeme gelen çete bağlantılarının yeni bir halkası"na kadar sunulan iddia ve komplo teorileri, timsah gözyaşlarıyla karıştıkça daha da çirkefleşiyor. Ve "yavuz hırsız..." ya da "minareyi çalan..." misallerinde olduğu gibi, birer pişkinlik abidesi olarak gündeme geliyordu.

"Ne? Neden? Nasıl? Kim? Ne yapmalı?" sorularına verilen cevapların en trajikomiği ise sonuncusuydu: "Mermi çekirdekleri ve boş kovanların balistik incelemesinin, Türkiye çapında yapılması gerekiyor."

Sözde sivil yönetim erkinin başında bulunan bir kişi, olayın gerçekleşme mantığı, vehameti, hukuk devleti ya da insan hakları açısından ne ifade ettiğinden ziyade, olayı gerçekleştirenlerin kimlikleri üzerinde spekülasyon yaparak, hukuksuzluğu şiar edinenlerin yüreğine su serpip, "münafıkların" oyunlarını boşa çıkartma telaşına düşüyordu. Gösterdiği adresin doğru olup almamasından ziyade, olayın üzerinin örtüleceği ve meçhule gömüleceği varsayımından hareketle; "Aynı kampdakilerin bir iç anlaşmazlığı... korktuğumuz gibi değil" açıklamasında bulunuyordu. Ama mezkur zatın korktuğu başına geliyor ve -nasıl olduysa- failler yakalanıyordu. Hukuksuzluk ortamında kendi hukuklarını işletenlerin açıklamaları, Birdal'ı hedef gösterenlerin sütunlarını süslüyor ve "vatan sevgisi" saplantısı, yavuz hırsızların sofralarına malzeme oluyordu. Yakalanan üç beş tetikçinin, Tuğgeneral Veli Küçük'ün üzerine kayıtlı cep telefonunu kullandığı ve MİT'in korumasında olduğu savunulan "Yeşil"e bağlı adamlar olduğu 'tez'i, Susurluk sofrasına meze olan iddialardan sadece birisiydi.

Kurulmaya çalışılan ilişkiler ağının nereye kadar uzanabileceği hepimizce malum. Ama tecrübeyle sabit ve daha önemli olan olgu; "hukuksuzluğun" dağınık, kontrol edilemez ve meçhul odaklara bağlı olmaktan ziyade, bizatihi adresi belli, organize ve kurumsal bir bütünlüğe sahip olduğudur.

Şüphesiz faili sabit bu olayın, düzen muhalifi güçlerde yarattığı ortak tepki, yaşanan sürecin geniş bir yelpazede seyretmesi ve süreci yönlendirenlerin pervasızlıklarıyla yakından ilintili. Hemen tüm sivil toplum örgütlenmeleri, muhalif basın, memur, öğrenci, işçi, köylü, tüm toplum kesimleri malum cephenin saldırganlığından nasibini almakta-, komplo teorileri, hedef saptırmalar, aldatıcılığını yitiren kısır bir döngüye doğru seyretmekte. Düzenin 28 Şubat ve Susurluk'tan beri açığa çıkan yüzü, kamuflaj çabalarının beyhude girişimlerden öteye gitmeyen sunilikleri bünyesinde barındırdığını ispatlamıştır. Egemenleri hırçınlaştıran, topyekün naralar atmaya ve fiili darbeyi daha da somut hale getirme gayretlerine sevk eden de işte bu gerçek.

'Sözde Muhalif Söylem'in İflası

Siyasi tutarsızlık, ilkesizlik, pragmatizm ve hatta ihanetin, muhalif hareketleri düşmanın gayretlerinden çok daha fazla yıpratan unsurlar olduğu bir vakıadır. Bu gerçek maalesef henüz İslami camianın yeni yeni fark etmeye başladığı, ama çıkarılması gereken dersler hususunda bir kaplumbağa misali düşünüp hareket ettiği, tecrübeyle defalarca sabitlenmiş bir olgudur. Egemenlerin literatürüne "Siyasal İslamcı" olarak geçen ve mutlak -ya da daha yumuşak bir tabirle öncelikli- hedefi toplumun ıslahı ve dönüşümü olmaktan ziyade, hangi yöntem ve araçlarla olursa olsun iktidarı ele geçirmek olan kesimlerin, mevcut süreçte "Siyasal İslam'ın İflası" tezlerini haklı çıkartan tavırlar sergiledikleri ancak acı tecrübelerden sonra ortaya çıktı. "Gerçek demokrasi", "Çok hukukluluk", "Sivil toplum" vb. tezlerle iktidar yolunun aralanacağını düşünenler, "ilke" denen mefhumu "ölçü"süzlükler girdabında heder ettikten sonra, ne yapacaklarını bilmez bir halde, hem "herkes için" olduğunu yeni keşfettikleri kavramlara daha bir şevkle sarılmakta, hem de hiç ders almamışçasına, kurtulmayı başaramadıkları "siyasi tutarsızlık hastalığı"nı sürdürmektedirler.

Dün "Çok hukukluluk'' tezini RP'ye akıl vermek, nefes almak ve alan açmak amacıyla amansız bir biçimde savunanların, RP'nin "çok hukukluluk" savunusu yüzünden bölücülükle suçlandığı dönemlerde, ağızlarını bıçak açmaması misali sessizliğe duçar olmaları, insani; "hiç olmazsa savunduğun şeylerin arkasında dur" dedirtecek tarzda bir haklı uyarı yapmaya itmektedir.

Dün "ikinci cumhuriyetçilerde birlikte savunulan "Sivil toplum" tezlerinin, önce Sivas'ta, ardından 28 Şubat süreci içerisinde tornistan edenlerle birlikte tarihe gömülmesi; "Birarada nasıl yaşanacağına yorulan kafaların", apoletliler ve apoletsizler ayrımında tamamen buharlaşan tezleri ve yine dün "Hukukun üstünlüğü" tezlerini savunanları inandırıcı bulmayanları neredeyse aforoz etmeye varan yaygaraları koparıp, karşı çıkanları teokratlık ve despotlukla suçlayanların, bugün başörtüsü üzerindeki kirli eller karşısındaki acziyetleri, siyasi tutarsızlık ve ilkesizliğin entelektüel düzeydeki boyutlarını gözler önüne sermişti.

Siyasi tutarsızlık ve keşmekeşin günümüzde halen yürürlükte olan yüzü, bir insan hakları savunucusuna yönelik ve adresi malum olan suikasta karşı serdedilen tepkilerin, aynı tutarlılıkla başka alanlara yansımamasında yatmaktadır. Tetikçi konumundaki kartel medyasına nefretlerin yöneltildiği bir dönemde, ordu mensuplarının tekke ziyaretlerini allaya pullaya ve aynı mahfillerin politikalarına uygun düşer bir tarzda haberleştirip, alınan olumlu tepkilerin ardından da geçilen "birlik ve beraberlik" mesajlarını bir teşekkür sadedinde yayınlamak ne vahim bir görüntü. Hem brifing mağdurlarının yanında olup, hem de brifing sahiplerine yaranmaya çalışmak "erdemlilik" çağrılarıyla bağdaşmasa gerek.

Yine benzer bir tarzda, F. Erbaş olayında olduğu gibi, hem mağdurun ziyaretine gitmek, hem de bu meşum olayı "Türkiye'yi karıştırmak isteyen dış mahfillerin bir oyunu" olarak nitelemek, ne çelişik bir durum. Üstelik malum mahfiller, kendisini de hedef tahtasına koymuşken; "arkadaşlar bu yayın organlarına tazminat davası aç dediler ama ben oradan gelecek üç kuruşu ne yapayım?" tarzında gaflet içeren bir açıklamada bulunmak, kimlik sorununu yeterince gözler önüne sermiyor mu?

Mızrağı Onarma Yarışındaki Sol

28 Şubat öncesi bir takım ayrıştırmalar yapmak daha kolaydı. Kemalist sol, liberal sol, sosyalist sol gibi. Fiili darbe dönemi bütün bu konseptleri altüst etti. Kemalist, anti-kemalist ya da liberal hemen tüm sol güçler aynı gemiye bine-bilmenin telaşı içinde biribirleriyle yarışır bir konuma geldiler. Kim askere daha yakın olursa, o kendini daha liberal, daha Kemalist, daha sosyalist hissetmeye başladı. "Şeriat karşıtı" sınıfsal yapılanma, ve onun karşısındaki "Şeriatçı sınıf tüm sınıf çatışmalarının yerini almıştı adeta. Bir dönemin "Ulusal devrimcileri" ya da "Milli demokratikçiler"i aynı koronun egemen saflarında buluşmanın tadını çıkarıyorlardı. Belki de böylesi bir "devrim" hem daha kolay, hem de risksizdi.

Fiili darbenin mağdurlarına karşı konuşlanma yarışının baş aktörlerinden biri olan ilhan Selçuk mevcut süreci şöyle tanımlıyordu:

"Devletin NATO Gladyosu'ndan ve Türk-İslam sentezinden kurtulması yolunda tarihsel bir dönemeç".

Yoldaşı Server Tanilli ondan aşağı kalmıyordu: "50'lerden beri süre gelen karşı devrimin işgal ettiği mevzileri yeniden ele geçirme hareketi".

En ilginç yorum ise 23 Nisan'da "sevinen" çocuklar misali Yalçın Küçük'den geliyordu;

"RP'nin kapatılması, Türkiye solunun bir başarısıdır. Bu rapor Türk ve Küre solunun bir başarısıdır. Hepsini ve hepimizi kutluyorum."

Kürt ve Türk solunun başarısını RP'nin kapatılması umutlarına bağlamış olmak, bu kadar tecrübeden sonra devrimciliğin gelmiş olduğu son aşama olsa gerek. Bu, İslami camianın başarıyı, Şemdin Sakık'ın tutuklanmasına bağlayıp, ardından da bacılarının tüm hakları gaspedilirken zil takıp oynamasına benziyor. Şimdi bu solun egemenlere "bize neden terörist muamelesi yapıyorsunuz?" diyen muhafazakar güruha kızma hakkı var mı?

Aynı Yalçın Küçük, müslümanların da kütüphane raflarını işgal eden ve uğrunda senelerini verdiği tezlerini çöpe atmış olacak ki, ekliyor;

"MGK ve Generaller artık kürtlerimize ve solcularımıza küfretmiyorlar".

Muhafazakar-sağcı güruhun, "Bu ülkeyi sevenlerle uğraşacağınıza, solcularla ve teröristlerle uğraşın" söylemi bile herhalde Küçük'ün sözleri yanında sönük kalıyor.

"Emekçi yığınların faşist saldırılara maruz kaldığı" bu ülkede Semdin Sakık'la birlikte yürütülen "Murat operasyonu" Küçük'ün tespit ettiği "solun en son başarısı" olsa gerek.

Demek ki, koruma İstemediği halde Aziz Ne-sin'i ölene dek koruyan devletin, Akın Birdal'ı "kale almaması", onu askerin de karşı olduğu an-ti-demokratik güçlerin kucağına atmış oldu!

Sol cenah geçmiş darbe süreçlerini çabuk unutmuş olacak ki, arkasında "hazır ol" vaziyetinde sürüklendiği tank paletlerinin kimlerin özgürlüklerinin üzerinden bir silindir gibi geçtiğini görmek istemiyor. Erzincan'da Eğitim-Sen'in kapısına kilit asan yarbay'ın, Batı Çalışma Grubunun mensubu olduğunu söylerken, demokratik bir görevi yerine getirip getirmediğini kendisine sormuyor.

Siyasi tutarsızlık, çelişki ve erdemsizlikler kimlik tanımıyor. Kimi kendisini muhafazakar-milliyetçi, kimi cumhuriyetçi, kimi müslüman, kimi de solcu ya da sosyalist olarak tanımlıyor. Ama hiçbiri, yeri geldiğinde en organize egemen gücü "halkın temsilcisi" gibi göstermekten geri durmuyor.

Köyü yakandan ziyade, yakılanın kimliğine saldırmak; copu vurandan ziyade, coplananınkiyle kavga etmek, çirkin saldırılara maruz kalan "başörtüsü" yerine "miğferi" tercih etmek, sindirilecek bir muhalefetin kalmadığı günler geldiğinde, ayakta kalanların da bir gün bir duvar dibine dizileceğinin habercisidir. Korku ve sinmiştik hiç olmazsa susmayı gerektirmelidir, yoksa abalıya vurmayı değil. Doğru olan ise, her durumda konuşmak, zor zamanda yürümektir. Ayağa kalkmaya mecalimizin kalmayacağı günler gelmezden evvel, yılgınlığın bir kabus gibi üzerimize çökertilmeye çalışıldığı bu günlerde, daha önce sormaya cesaret edemediğimiz soruları kendimize sorabilmeli, en azından zihnimizde taşıdığımız tabuların geçerliliklerini test edebilmeliyiz. Bize bir kurtuluş reçetesi gibi sunulan yapay kavram ve ideallerin "ilkelilikler" zincirinin birer halkası olup olmadığını sorgulamalıyız. İşte o zaman tutarsızlık ve çelişkilerden kurtulabilmenin ve gerçek bir muhalif hat oluşturabilmenin eşiğine adım atmış oluruz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR