1. YAZARLAR

  2. Yılmaz Çakır

  3. "Hukuk" Zulmün Kılıfı Olmamalıdır

"Hukuk" Zulmün Kılıfı Olmamalıdır

Ocak 1998A+A-

Bireylerin bireylerle ve devletle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar toplamı olarak tanımlanan "hukuk", toplumsal hayatın her alanını kuşatması bakımından da insanlar için yaşamsal öneme sahiptir.

Ülkemizde cereyan eden son hadiseler ölü metinler gibi duran hukuk kurallarının ne denli canlı ve müşahhas olduğunu ve hayatı ne kadar yakından ilgilendirdiğini göstermesi açısından önemlidir.

Birtakım Hukuki uygulamalar neticesinde gündeme gelen yargı bağımsızlığı, yargıya gölge düşmesi iddiaları veya hukuk skandalı ifadeleri hukukun kullanımı ile ilgili problemleri, şikayetleri yansıtır.

Toplumun bütün kesimlerini olumlu ya da olumsuz etkileriyle yakından ilgilendiriyor olması ise hukuk konusunun önemini hatırlatır.

Sık sık dile getirilen "hukukun üstünlüğü" ifadesi yaşamda karşılaşılan sorunlar karşısında pek bir anlam ifade etmese de bir klişe gibi tekrar etmeye devam edilmektedir. Özellikle de "asacaksın birkaç kişiyi" zihniyetinin yöneten ve yönetilenlerin dünyasında geniş bir kabul gördüğü ülkemizde hukuk kutsamalarının anlamsızlığı daha da belirgindir.

Hukuk, anlam itibariyle hakkın çoğulu olmasına rağmen çoğu kez egemenlerin elinde bir kıyım makinası olarak kullanılmaktadır. Onun bu şekildeki kullanılışı ise birçok insanın bu alana karşı soğuk ve ilgisiz bakmasını getirmiştir.

Hukukla ilgili olarak ortaya çıkan yanlış yaklaşımlardan iki tanesi önemlidir. Bunlardan birincisini; mevcut hukuk kurallarını neredeyse ayet metni gibi kutsayan, yapılıp, edileceklerin ancak kanun çerçevesinde mümkün olabileceğine inanan, izinsiz müsadesiz yani legal olmayan hiçbir şeye yanaşmayanlar oluşturur. Bunlar, müslümanların en haklı tepki ve taleplerini bile izinsiz müsadesiz diye niteleyip meşruluğu, kanun dairesinde gördüklerinden gayrı meşru addedenlerdir.

İkincisini ise; özelde kanuna uygunluğu, genelde ise hukuk tartışmalarını tümden anlamsız ve hatta gereksiz görenler oluşturur. Bunlara göre kanunların sahipleri, yapanları bellidir, hukuk diye ileri sürülen şeylerin çoğu zalimlerin çıkarları doğrultusunda şekillenmekteyken, hukukla ilgilenmek gerekli değildir. Sözde devrimci bir tavırla geçiştirilen hukuk alanı, pratikte de "tağut'un uygulamaları" denilip birçok şey İçin gereksiz görülebilmektedir, özellikle alış-veriş ve evlilik/nikah olaylarında ortaya çıkan bu "boş vermişlik" tağutu ve onun hukukunu reddetme gibi samimi ve doğru iddialarla ortaya konmasına rağmen istismara açık olmasıyla birçok yanlışlığı da beraberinde getirmiştir.

Bu gruba dahil olanların anarşizan tavır ve tutumları hiçbir ciddi oluşuma imkan verecek gibi durmamaktadır. Mücadele, bu topraklarda bu toplumda ve bu sisteme karşı olacaksa, bu toplumun ve sistemin gerçeklerine göz yummak doğru bir çözüm olamaz.

Hukuk karşısındaki bu her iki yanlış tutum da egemenlerin ekmeğine yağ sürmekte, doğru bir mücadele hattının belirlenmesinde oyalayıcı etkileri ile dikkat çekmektedir.

Hukukun egemenlerin elinde bir kılıç ve aldatma aracı olduğu tezi doğru olmakla birlikte, onun bir fren olduğu ve bazen kullanılmasına bağlı olarak mazlumların elinde kalkan da olabileceği görülmelidir.

Mevcut bir iktidar kendisini hukukla irtibatlı görüyor ya da böyle bir iddia taşıyor ise yapacağı zulüm ve haksızlıklar için hukuka tümden karşı çıkamamaktadır. Onun yerine çoğu kere hukuku çarpıtmakta, tevil etmektedir. Esasında kurt, kuzu masalında cereyan eden "suyu bulandırma" iftirası ve iddiası işleri hukuki çerçeveye oturtma çabasından başka bir şey değildir. Bu çabanın yanlışlığı, hatalı olduğu başkadır, bu çabaya ihtiyaç duyulması başkadır.

Egemenleri temsil eden masaldaki kurt, doğrudan, bahanesiz kuzuyu yiyebilecek olsaydı, hiç tereddüt etmezdi. Ama kurt kendisine bahane uydurma ihtiyacı içine girmiştir. Bu ihtiyaç kötü bile olsa mevcut hukukun varlığından kaynaklanmaktadır. Bu bahanenin anlamsızlığını, yanlışlığını teşhir etmek, hukuk skandallarını, çelişkilerini gündeme getirmek demektir. Bunu sistem içi bir tavır alış olarak görmemek gerekir. Zira bu tür çelişkiler sistemin bütününe ve varlığına ilişkin sorgulamalar için örnek mesabesindedir. Örneklerse bir şeyin daha iyi tanınmasını ve anlaşılmasını getirir.

Burada hatırlatmak lazım gelir ki son zamanlarda gündeme gelen "sivil itaatsizlik" tezleriyle aynılaşmak da doğru değildir. Zira söz konusu tezde egemen hukukun bütününe ve yasal düzenin kendisine yönelik bir itiraz yoktur. İtiraz düzenin kimi uygulamalarıyla sınırlıdır. Oysa tevhidi düşünceli bir müslüman için tağutun tek tek uygulamaları onun gerçek çehresini teşhir etmek için önemlidir. Bu teşhir olayı ise hukuk alanını ve hukukçuluğu ciddiye almakla mümkün olabilir. Müslümanların birçok konuda olduğu gibi bu konuda da yetersiz oldukları ortadadır. Yeterlilik içinse hukuk fakültesi bitirmekten daha ötede çaba ve gayretlerin olması gerekir. Öncelikle doğru ve tutarlı bir din ve sistem anlayışına sahip olmak en temel gerekliliktir. Mevcut hukukun ciddi tetkiki ve eleştirisi sistemi tanımakta son derece yararlı olacaktır. Bunun içinse; yasaların amaçları, sebep ve sonuçları, kimlerin yararına hazırlanmış oldukları gibi muhakeme ve mukayese gerektiren birçok alanda kafa yormak gerekmektedir. Yine bu bilgileri ve birikimleri hukuk adına cinayetler işlemeyi marifet sayanların eksik olmadığı ülkemizde gündeme getirmek, sorgulamak gerekir.

Bu gün ülkemizde hukukun kaynağı olan Anayasa, askeri darbe sonrasında, yine askerlerce hazırlatılmıştır. Sadece bu yönüyle bile hukuka kaynaklık eden yasaların ne kadar zaaflı olduğu görülebilir.

Mevcut beşeri hukukun en temel zaafı olan darbe anayasasının onu yapan zevattan ayrı ve bağımsız olmadığı ortadadır. Öyle ki bu bağımsız olmayış kendisini birçok konuda çok yoğun bir şekilde hissettirir. Dönemin Çalışma Bakanı Halit Narin'in işveren edasıyla anayasaya atıfta bulunarak "bu vakte kadar hep işçiler güldü şimdi sıra bizde" deyişi hafızalardadır. 1982 Anayasası'nın ekonomik cephesindeki değişmelerin kimlerin yararına olduğunu gösteren bu sözlerin yanı sıra sosyal, kültürel ve siyasal alandaki birçok düzenleme de anayasanın kimlerin hizmetinde olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Hukuk, beşeri sistemlerde öteden beri siyasal iktidarı ellerinde bulunduranlar hesabına bir baskı aracı olarak kullanılmıştır. Yasal düzenlemeleri halk namına yerine getiren hep bir grup azınlık olmuştur. Onlara göre yasa yapmak halka devredilmeyecek kadar ciddî bir iştir.

Dünün emirlerinin, fermanlarının yerini olan bugünkü yasalar, kararnameler hep sahibinin sesi görüntüsünü değiştirmeden muhafaza etmiştir. Bugün insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi ifade ve İddialar, soyut alandan somut alana taşınamamak-ta sadece göz boyamacılık olarak durmaktadır. Ülkemizde bütün darbelerden sonra anayasa değişikliklerine gidilmiş olması ise, darbecilerin kendi hukuk kurallarını dayatması ve çalınan minareye kılıf dikilmesinden başka bir şey olmamıştır.

Bu haliyle de hukuk, insanlar üzerinde tahakküm aracı olarak kullanılmaya çalışılmıştır ve halen de çalışılmaktadır.

RP'yi kapatma davasından, başörtüsü sorununa, 8 yıl kesintisiz eğitim dayatmasından, Sivas sanıklarına ve Nureddin Şirin olayına kadar bir dizi haksızlık, bu tahakkümle doğrudan ilgilidir.

Dipçik zoruyla oluşturulan yasaların yönlendirdiği bir ortamda "hukukun üstünlüğü" ilkesi komik bir aldatmacadan başka hangi anlama gelebilir? "Yargının bağımsızlığı" iddiası ise aynı komedinin başka bir perdesinden başka nedir ki?

"Tarafsız yargı" iddiası ancak geniş halk kitlelerinin hukuk ve sisteme güvenmelerinin sağlanmasına yönelik bir göz boyamacılığı olabilir. Bizzat devletin bir kurumu olan yargı organları bağlı bulundukları sistemden ne kadar bağımsız olabilir?

Güçler ayrılığı ilkesi diye sunulan yargı, yürütme ve yasamanın bağımsızlığı ilkesi, ülkedeki kararları tek bir yere. MGK toplantılarına endekslemiş bir sistem için pek anlamlı olmasa gerektir.

Yargının yürütmeden bağımsız olmadığının en açık ifadelerini geçmişteki İstiklal Mahkemeleri'nin uygulamalarında, Sıkıyönetim Mahkemeleri'nde ve DGM'lerde daha açık görmek mümkündür.

Yine mahkemelerin siyasi konjonktürden etkilenerek karar verdikleri yönündeki iddialar çok somut delillere dayanmaktadır. Bugün Sivas Davası da bu örneklerden birini oluşturmaktadır. Yine Nureddin Şirin olayı da 17 senedir tertip edilen "Kudüs Günü" kutlamalarının 1997 yılındaki siyasal konjonktürde nasıl da birden suç sayılıverdiğini göstermesi açısından ilginçtir.

"Türkiye'de tüm yasakları kaldıracağız, konuşan Türkiye ve şeffaf karakol" vaadleriyle işbaşına gelenlerin nasıl da bu vaadlerini unuttukları ortadadır.

İnsan hakları ve işkence olayları artık sıradan olaylar mesabesindedir, işkenceyi düzenin asli kimliğinden bağımsız görmek, birkaç kişinin hatalı tutumuna bağlamaksa, kendi kendini kandırma tavrından başka değildir.

İdam gibi bir daha dönüşü olmayan kararların rahatça alınabildiği bir ülkede, hukukun üstünlüğü ve ona saygı, ancak egemenlerin çıkarlarına saygı olarak okunabilir.

Yine bir ülkede üç beş kişiye iftar yemeği vermek, başörtülü öğrencilerin de okuma hakkı bulunduğunu savunmak, düzenin bizzat kendisinin açılmasına izin verdiği İHL'lerin kapatılmasına karşı çıkmak iddiası bir parti için kapatma gerekçelerinden sayılabiliyorsa hangi hukuk ve hangi insan haklarından bahsedilebilir?

Evet bir hukuktan bahsedilebilir. 12 Eylül hukukundan... Ama hukukun kendisinden türediği "haktan" beslenen gerçek hukuktan bahsedilemez.

Bütün bunlara rağmen hukukun bilinmesi, incelenmesi, sistem ve güçler ilişkisinin tanınmasında hayati bir öneme sahiptir. Ve bu da söz konusu alana yönelik ciddi ilgilenmeleri gerektirmektedir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR