Hatalarımızla Yüzleşebiliyor muyuz?
Modern hayat tarzı ben merkezli bir hayat tarzını teşvik ediyor. Hayatın amacını da neredeyse sadece insanın kendisi için yaşaması şeklinde tanımlıyor. Bu bencil, hazcı, dünyaperest anlayış kaçınılmaz olarak kibir ve istiğna halini besliyor. Kibrin ise her şerrin kaynağı olduğunu biliyoruz. Yine biliyoruz ki ancak acziyetinin bilincinde olan insan sınırını idrak edebiliyor ve ölçüsüzleşmekten, müstağnileşmekten kendisini koruyabiliyor.
Rabbimizin lütfuyla bilmediklerimizi öğreniyoruz; bir şeyler yapmaya muktedir kılınıyoruz. Bunlar hep hamd etmemizi gerektiren haller. Bize bilmediğimizi öğreten, hayırlı ameller işlemeyi nasip buyuran, şeytanın tuzaklarına karşı bizi uyaran Rabbimize hamd olsun. Ve ne mutlu gafur ve rahim olan Rabbimizin rahmeti sayesinde nefsinin fısıldadığı kötülüklerden korunduğunun bilincinde olanlara!
“Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim gafurdur, rahimdir.” (Yusuf, 12/53)
“Ben bilirim, ben yaparım!” tavrı içinde müstağnileşen ve haddini aşanların hali ise ne kötüdür! Bu tavır Rabbe karşı nankörleşmeye kapı araladığı gibi, insanlara karşı sevimsizleşmeyi de beraberinde getirmektedir. Oysa bildiklerimize kıyasla bilmediklerimizin bir hayli fazla olduğu açıktır. Aynı şekilde hayırlı amellerimiz mevcut olsa da yapmadıklarımızın yaptıklarımızdan çok daha fazla olduğu kesindir.
Hayra Çağıran Dostlara Muhtacız
Eksiklerimizi tamamlama, zaaflarımızdan arınma ihtiyacımız her zaman bizimle beraber seyrediyor. Tam bu noktada dostluğa, kardeşliğe, rehberliğe ihtiyacımız var. Bilmediklerimizi öğrenmek, bildiklerimizle amel etmek için hayırlı çağrılara kulak vermek durumundayız. Şeytanla baş başa kalmamak, nefsimize yenilmemek için marufu emreden dillere, hakkı ve sabrı tavsiye eden çağrılara, dostlara, gerçek manada kardeşlere muhtacız. Bu karmaşık, kaotik, bereketsiz ortamda kendimizi ancak bu çabalarla, dâhil olacağımız bu kardeşlik atmosferiyle koruyabiliriz.
Birbirini uyarma, hakkı ve sabrı tavsiye etme vazifesinin ciddi manada göz ardı edildiği bir ortamda yaşıyoruz. İnsanlar uyarılmayı, yanlışlarının hatırlatılmasını hoş karşılamıyorlar; bunu gereksiz ve çoğu zaman da kendi hayatlarına haksız bir müdahale olarak görüyorlar. Şaşırtıcı değil bu durum, uyarıdan hoşlanmamanın, ıslah çabalarından rahatsızlık duymanın vahyi taşıyan elçilerin de hep karşılaştıkları tutumlar olduğunu biliyoruz:
“Artık (Salih) onlardan yüz çevirdi ve ‘Andolsun, ben size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size nasihatte bulundum. Fakat siz nasihat edenleri sevmiyorsunuz.’ dedi.” (A’raf, 7/79)
Bireyci hayat tarzının bu tür çabalardan rahatsız olması çok doğal. Hayatı kulluk bilinci çerçevesinde kavramaya çalışmayan bir yaklaşım tarzının marufu emr ve münkerden nehye ilişkin çabaları anlamlandırması beklenmemeli zaten.
Garip ve şaşırtıcı olan zaman zaman müminlerin de eleştiri, uyarı ya da hatırlatmaya muhatap olduklarında benzeri tepkiler vermeleri, bundan rahatsız olmaları ve kendilerine hakkı hatırlatma gayreti içinde olan kardeşlerine karşı kaba ve kırıcı davranabilmeleridir.
Ashabın Güzel Örnekliği
Oysa önümüzde Resulullah’ın (s) ashabının güzel örnekliği mevcut. Hz. Ömer (r) kendisine “Allah’tan kork ey müminlerin emiri!” diyen kimseye “Bunu siz bize söylemeseniz sizde hayır yoktur, bunu sizden kabul etmezsek de bizde hayır yoktur.” diyerek müminlerin yöneticisi olmanın asaletini, samimiyet ve cesaretini ortaya koymuştu. Ama bu mütevazılık, hesap verebilirlik, tekebbürden uzak olma vasfı sadece Ömer’e ya da halifeye ait bir sorumluluk mudur? Müminlerin yöneticisi konumunda olanlara çok yakışan bu vasıf tüm müminlerin taşıması gereken bir vasıf değil midir?
Ashab uyarırdı, uyarmayı bir hak ve daha önemlisi sorumluluk görürdü. Daha önemlisi şu ki uyarılan uyarılmayı kendisine karşı yapılmış bir saldırı, saygısızlık olarak değil, bilakis yardım ve iyilik olarak görür, kendisine sunulan destek olarak algılardı.
Bu çerçevede Abdurrezzak’ın Musannef’inde yer verdiği bir rivayette Abdullah b. Ömer’in (r) uyarısı karşısında ismi zikredilmeyen bir müminin tavrı öğreticidir: İbn Ömer mescitte farz namazı kılıp aynı yerde sünneti kılmak üzere ayağa kalkan birini hafifçe iter. O kişi namazı bitirince İbn Ömer kendisine: “Seni neden ittiğimi biliyor musun?” diye sorar. O zat: “Hayır ama sen beni ancak hayır için itmişsindir.” diye cevap verir. İbn Ömer de ‘haklısın’ der.
Kendimize Karşı Adil Olmak
Yanlış bir davranış tarzını, bir hatayı başkası yaptığında fark etmek kolaydır. İnsan başka insanları değerlendirirken dışarıdan bakmanın avantajına sahiptir. Ne var ki kendisiyle ilgili olarak insanın objektif olması, kendi zaafını, kusurunu görebilmesi zordur. İnsanın kendisiyle, zaaflarıyla, hatalarıyla yüzleşmesi kolay bir iş değildir.
Müminlerin adil olma vasfı, adaletli hükmetme sorumluluğu bu aşamada devreye girmelidir. Adaletle hükmetmek elbette sadece dışarıya değil, aynı zamanda içeriye, yani insanın nefsine karşı yerine getirmesi gereken bir sorumluluktur.
Hemen herkes, hepimiz siyasi liderlerin, toplumda belli bir güç ve konum elde etmiş kişilerin, bu meyanda cemaat, tarikat, hizip lider ve yöneticilerinin zaman içinde kendilerini farklı bir mevkie oturttuklarını ve eleştirilemez, tartışılamaz hale geldiklerini biliriz, bunun çokça örnekleriyle de karşılaşırız. Bu durumun ciddi bir zaaf kaynağı olduğunu, güç gösterisine rağmen aslında tam bir zayıflık göstergesi olduğu tespitini de yaparız. Yaptıkları yanlışlarla yüzleşmeyen, hatalarının kendilerine hatırlatılmasını kabul etmeyen şahsiyetlerin en başta kendilerine olmak kaydıyla temsil ettikleri çevreye, yapıya, değerlere zarar verdiklerini görürüz.
Ama hata ile yüzleşmek, yanlışlarının hatırlatılmasını kabullenmek, özeleştiri yapmak için illa belli bir konumda olmanın, toplumda tanınır pozisyona gelmenin şart olmadığını pek düşünmeyiz. Oysa hatalarını düzetme sorumluluğu elbette sadece tanınan, bilinen, öne çıkan insanlara ait bir hal değildir, olmamalıdır. Hepimizin sürekli olarak muhasebe yapma ihtiyacımız ve zaaflarımızdan arınma çabası içinde olma sorumluluğumuz vardır.
Aksi durum Rabbimizin şu hitabına muhatap olmak demektir: “Siz kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bakara, 2/44)
Ve buradan hareketle kendimize sormak durumundayız: Biz hatalarımızı kabul etme konusunda olgunluk gösterebiliyor muyuz? Yanlış yaptığımızda, kusurlu davrandığımızda düzeltme gayreti içine giriyor muyuz? Çevremizdeki insanlar bizi uyardığında, yanlışlarımızı hatırlattığında söylenenleri, uyarıları İslam ahlakının gerektirdiği sorumluluk ve olgunlukla mı karşılıyoruz yoksa öfkeyle, savunma refleksiyle savuşturmaya mı çalışıyoruz?
Birbirini İdare Edenlerden Değil, Geliştirip Arındıranlardan Olmak
Daha önemlisi de şu ki biz nasıl bir ortam inşa etmiş durumdayız? Birbirine hatalarını hatırlatabilen ve hataları kendilerine hatırlatıldığında bunu bir iyilik, dostluk göstergesi olarak değerlendiren kardeşler topluluğu muyuz? Yoksa hatalar arka arkaya sıralansa dahi herkesin birbirini idare ettiği, yanlışların görmezden gelindiği ve asla düzeltme, ıslah etme gayreti içerisine girilmediği cahilî bir asabiye atmosferinin parçası mıyız?
Harmele b. Abdullah’tan rivayet edilmiştir: Allah Resulü kendisine ne yapması gerektiği sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Ey Harmele! İyilik yap ve kötülükten sakın. Bir de yanlarından kalktığın zaman insanların seninle ilgili söyleyebileceklerinden hoşuna gidenlere bak ve onları yap. Ve yine yanlarından kalktığın zaman insanların seninle ilgili söyleyebileceklerinden hoşuna gitmeyecek olana bak ve ondan kaçın.” [Buhari, el-Edeb’ül Müfred]
Gayet düşündürücü, hikmetli, güzel bir söz var: “Seni ağlatan ve sana ağlayan kişi, seni güldüren ve sana gülen kişiden daha hayırlıdır.” Bilelim ki yüzümüze gülen ve bizimle iyi geçinme adına yanlışlarımızı, günahlarımızı umursamayan bizi ıslah sorumluluğu hissetmeyenler değil, bizi uyaran kardeşlerimiz bizim asıl velimizdir, gerçek dostumuzdur. Bizim günahlarımızı, kusurlarımızı dert edinen kardeşlerimiz bizim velinimetimizdir, şansımızdır. Çünkü beşeriz, hata ile nisyan ile malulüz. Çokça eksiğimiz ve kusurumuz mevcuttur.
Ve hayat yolculuğumuzu bunları çoğaltarak değil, bunlardan arınarak yapmak hedefimizdir. Bu ise görmezden gelen, umursamayan değil, ancak uyaranların, ıslah edenlerin gayretleri, katkılarıyla gerçekleşir.
Marufu Emretme Görevimizi Maruf Biçimde İfa Etmeliyiz
Elbette küçük düşürme, rezil etme, hesap sorma mantığıyla değil, ıslah etme, arındırma kaygısıyla ortaya konan her uyarı, eleştiri, hatırlatma bizim lehimizedir, bizim için bir fırsattır. Bu yüzden iyi niyetli, samimi hatırlatmaları için kardeşlerimize asla kızmamalı, bilakis bu çabalarından ötürü onlara duacı olmalıyız. Ve iyi niyeti de zahire bakarak ölçmeli, asla tecessüs etmemeli, kalplerdekini okuma çabasına girişmemeliyiz.
Elbette rencide etmeden, küçük düşürmeden birbirimizi uyarmalı, marufu emrederken, münkerden nehyetmeliyiz. Bu çabayı en güzel biçimde sürdürmeli ve şeytanın kardeşlerimizle aramıza düşmanlık duvarları örmesine asla fırsat vermemeliyiz.
“Kullarıma de ki sözün en güzelini söylesinler. Çünkü şeytan aralarını bozar. Şeytan insan için açık düşmandır.” (İsra, 17/53)
- Dayatmacılığın Terki Değil, Taktiksel Geri Çekilme
- Emrolunduğumuz Gibi Dosdoğru Olmak
- Yanlışın Zorunlu İkametgâhı Siyasal Kültürü Değiştirme Sorumluluğu
- Kamalist Gençliğin Yönü - 1
- İblisin Ayak İzleri “Liberalizm” -II-
- Sarp Yokuş
- Varlık ve Ahlak Üzerine
- Klasik Kaynaklarda Mezhepler Tarihi
- Hatalarımızla Yüzleşebiliyor muyuz?
- Esed Rejimi Suriye Üzerinde Tam Egemenliği Sağlayamadı
- Kayıp Camiler Şehri Suzhou ve Çin'in Silinen İslami Mirası
- Suriyeli Çocukların Eğitimde Karşılaştıkları Zorluklar
- Şankıti ve Ümmetin Anayasal Krizi
- Bu Nasıl Bir Dünya