1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Erdoğan’ın Sözleri ve İkiyüzlülük Kültürü

Erdoğan’ın Sözleri ve İkiyüzlülük Kültürü

Aralık 2008A+A-

 

 

Son aylarda TSK’nın operasyonları ve PKK’nın eylemleriyle yükselen ve Abdullah Öcalan’a İmralı’da kötü muamele yapıldığı iddiaları ile daha da tırmanan gerilim Kürt sorunu merkezli tartışmaları yeniden gündemin tepesine oturttu. Gerilimin en net yansıması ise Başbakan ile DTP arasında yoğunlaşan polemik zemininde ortaya çıktı. Başbakan’ın DTP-PKK çevrelerince protestolarla karşılanan bölge illerine yönelik ziyaretleri ve buralarda sarf ettiği sözler ise gerilimin yerel seçimlere dek süreceğinin göstergesi gibiydi.

Bu süreçte Başbakan’ın sözleri ve tutumu AK Parti Hükümeti’nin söyleminde devletçi-milliyetçi bir tonun öne çıktığı ve -nispi- özgürlükçü söylemin yerini otoriter vurgulara bıraktığı yorumlarına yol açtı. Partisinin Hakkari il kongresinde Erdoğan’ın sarf ettiği tek vatan, tek bayrak, tek millet şiarını beğenmeyenlerin istediği yere gidebileceklerine dair sözleri, ardından İstanbul’da PKK’lı göstericileri pompalı tüfekle kovalayan bir vatandaşın eylemini haklı bulduğuna yönelik ifadeleri bu yorumları daha da güçlendirdi.

Başbakan’ın söyleminde köklü bir farklılık tespit edenler bunun nedenlerine ilişkin olarak değişik tezler ileri sürmekteler. En yaygın değerlendirme kapatma davasında boynunu ilmekten kıl payı kurtaran AK Parti’nin artık akıllandığı ve devletin merkezi hassasiyetlerine aykırı tutumlara kendisini kapattığı yorumu.

Konuyu politik taktik zemininde ele alanlar ise AK Parti’nin yerel seçimler öncesinde Türkiye’nin geneline yönelik milliyetçi bir dil tutturarak bir anlamda CHP-MHP’nin söylemini boşa çıkartmaya çalıştığı görüşünü ileri sürüyorlar. Kürt oylarının kaybı ihtimalininse ikincil derecede bir sorun olarak algılandığı düşünülüyor. Bu görüşü ileri sürenler AK Parti’nin, zaten politik kimliği ön planda olan kesimin DTP çizgisinden kopartılmasının mümkün olmadığını, daha geniş bir kümeyi oluşturan kesimin oylarını ise Kürt illerine yapılacak ekonomik yatırımlar ve mali destek politikaları ile kazanmayı hesapladığını söylüyorlar. 

Gerçekten Başbakan Değişti mi?

AK Parti’de söylem ve tutum değişikliğinin nedenleri üzerine çeşitlilik arz eden yorumlar-değerlendirmeler sürsün sürmeye de, acaba gerçekten ortada ciddi bir değişiklik var mı diye de sormak gerekmez mi? Her ne kadar kendisi inkâr etse de Başbakan MHP’lilerin “Ya sev ya terk et!” söylemine mi geldi? Aynı şekilde “pompalı vatandaş” olayında açığa vurduğu şekliyle bilinçaltında PKK eylemlerini gerekirse hukuk çerçevesini takmadan bastırmak mı var?

Bazı değerlendirmeler fazlaca tekrar edildiğinde adeta tartışılmaz doğrulara dönüşmekte. Başbakan’ın tutum değiştirdiği iddiasında da bu olguyu görmek mümkün. Başbakan’ı her dönemde devletçi kalıplara mahkûmiyetle, otoriter politikalara uyum sağlamakla suçlayanların bugün kalkıp “Ah nerede dünkü özgürlükçü Başbakan?” manasında yorumlar yapmaları tutarsızlıktır. Erdoğan ve AK Parti hiçbir zaman devletçi-milliyetçi zihniyetten kopmuş değil ki, şimdi geri dönüş yaşamış olsun! Belki tonlama farkı olabilir, hepsi o kadar!

Örneğin meşhur “tekçi teslisi”ni Başbakan ilk kez Hakkari’de mi sarf etti? Hayır, yıllardır bunu tekrar ediyor. O her zaman kutsal vatan ve kutsal bayrak anlayışına sahipti zaten. Garip olan şey şu ki, bu duyarlılıklar Türkiye’de özellikle aydınlar katında yaygın biçimde benimsenmiş olmasına rağmen Başbakan’ın bu sözlerinden ötürü kıyasıya eleştirilmesi. Bu ikiyüzlülük Türkiye’nin derin bir hastalığı adeta.

Kemalistlerin Vecdi Gönül’e Gönül Koymaları Reva mı?

Benzeri bir tutumu Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün İsviçre’de 10 Kasım vesilesiyle yaptığı konuşmaya verilen tepkilerde de gördük. Konuşmasında Atatürk’ün en büyük projesinin ulus devlet inşası olduğunu söyleyen Vecdi Gönül bunun ise ancak azınlıklardan kurtulmakla mümkün olabildiğinin altını çizmişti. Gayet tutarlı bir değerlendirme! Vecdi Gönül ırkçı-asimilasyoncu bir ulusçu anlayış temelinde örgütlenmiş devletin felsefesini net biçimde ortaya koymuş. Bazıları bu sözleri aptalca bulmuş olsa da, açık sözlülüğünden ötürü teşekkürü hak ettiği bile söylenebilir.

Ne ilginçtir ki, her gün künyesinde “Türkiye Türklerindir!” şeklinde ırkçı-şoven bir sloganla çıkan gazetenin bazı yazarları da dâhil olmak üzere medyada hemen herkes Vecdi Gönül’ü ayıpladılar, şiddetle protesto ettiler. Kemalist ideolojiyi her fırsatta yücelten, ulus-devlet anlayışını adeta kutsayan bu zevatın Kemalist ulus-devlet projesinin temel taşlarından biri olan “azınlıklardan kurtulma” siyasetini övdüğü için Bakan Gönül’ü eleştirmesi tam bir ikiyüzlülük. Bu sıralar herkesin ağzında “Ermeniler, Rumlar zenginliğimizdi!” türünden nostaljik yakınmalar, iç çekmeler var. İyi de bu zenginliğimizin kimin sayesinde ve nasıl tarumar edildiği sorulmayacak mı? Ermenileri, Rumları sel mi alıp götürdü?

Başbakan’a yönelik eleştirilerin önemli bir kısmı da aynı tutarsızlığı had safhada yansıtmakta. Devletçi, milliyetçi zihniyetin yılmaz savunucuları “Ya sev ya terk et!” yaklaşımının ne denli ayıp bir şey olduğunun altını çizmekteler. Yıllardır MHP ile şovenizm yarışına girmiş görünen Baykal dahi Başbakan’ın sözlerini kabul edilemez bulmuş! Dün Başbakan’a yönelik olarak Kürt sorunuyla ilgili anayasal organların çizgisinden sapmama uyarısında bulunanların, “Ne mutlu Türküm diyene!” dayatmasını kutsayanların, Diyarbakır’da Kürt çocuklarına-gençlerine devlet otoritesini göstermek gerektiğini söyleyenlerin bugün Başbakan’ı milliyetçi söyleme yönelmekle eleştirmeleri politik kurnazlıktan da öte tam bir ikiyüzlülük!

Bakın devlet otoritesini nasıl gösteriyor: Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı Roj TV ve bazı internet sitelerinin çağrısıyla düzenlenen yasadışı gösterilere katıldıkları, yollarda barikat kurup lastik yaktıkları ve polisleri taşladıkları suçlamasıyla 5’i ilköğretim öğrencisi 6 çocuk hakkında 23 yıla kadar hapis cezası istemiş. İlköğretim çocukları, taş atma fiili ve 23 yıl hapis talebi… Tam bir Türkiye gerçeği! Devlet otoritesini göstermek diye buna denir işte! Diyarbakır’da devletin aciz kaldığından şikâyet edenler muradınıza ermiş olmalısınız!

Peki, Başbakan Erdoğan’ın tutumunda dikkat çekici bir değişiklik yok mu? Belki söylem düzeyinde evet ama köklü bir tutum değişikliği söz konusu değil! Son dönemlerde çokça tartışılan Aktütün olayında açıkça askere teslim olması, DTP’lilerle yürüttüğü polemik, “Beğenmeyenler kapıya buyursunlar!” söylemi vb. yaklaşımlar yepyeni bir duruma değil, belki konjonktürel gelişmeler nedeniyle daha önceleri kısmen örtülen devletçi refleksin yeni ortamda dışavurumu sayılabilir. Kısacası AK Parti ve Başbakan’ın söyleminde yeni olarak değerlendirilebilecek şeyin ortamın gerilmesine bağlı olarak belirginleşen sağ siyaset çizgisinin milliyetçi-muhafazakâr reflekslerinin netleşmesi olduğunu söyleyebiliriz.

Bu arada Başbakan’ın çokça tartışılan sözlerinin gölgesinde kaybolup gitmemesi gerektiğini düşündüğümüz bir iki hususa da dikkat çekmek isteriz.

Eleştirenler Ne Kadar Tutarlı?

Başbakan’ın ırkçılık, hadi biraz yumuşatılmış olsun ayrımcılık içeren “Beğenmeyenler gitsin!” sözünün hiçbir biçimde savunulmaması gereken bir ayıp olduğu açıktır. Bir başbakanın yapması gereken şey herhalde “hoşnutsuz” vatandaşlarına kapı göstermek değil, beğenmeyenlerin neyi neden beğenmedikleri üzerinde durmak olmalıdır. Kaldı ki, hiç kimse de Başbakan’ın kutsal üçlemesini beğenmek zorunda değildir. Beğenmemek, farklı görüş sahibi olmak ve bu görüşler doğrultusunda mücadele etmek temel bir haktır. Şiddet ve cebir söz konusu olmadığı müddetçe muhalefete tahammül etmek hukuk devleti olmanın bir gereğidir.

Bu açıdan Başbakan’ın sözlerini eleştirmek bir haktır ama Başbakan’ın “Beğenmeyenler gitsin!” yaklaşımını eleştirenlerin haklı ve tutarlı olabilmesi için DTP’lilerin “Başbakan bölgeye gelmesin!” yaklaşımını da eleştirmesi gerekmektedir. “Terk et!” ile “Gelme!” ırkçılık zemininde rahatlıkla buluşabilecek yaklaşımlardır.

Tek yanlı yaklaşımların siyasal olayları doğru tahlil etmede ve adaletle hüküm vermede sorunlara yol açması kaçınılmazdır. Bu gerçeğe işaret eden bir diğer gelişme de pompalı tüfekle PKK’lı göstericilerin kovalanması olayına yönelik değerlendirmelerde görülebilir.

Son zamanlarda bir hayli öfkeli olduğu görülen ve zaten hiddetini de çeşitli biçimlerde dışa vuran Başbakan’ın “saygıdeğer pompalı vatandaşımız”ın tavrını -en hafif değerlendirmeyle- mazur gördüğüne yönelik açıklaması bir hukuk devleti olma iddiasıyla bütünüyle çelişen inanılmaz ölçüde büyük bir yanlış olmuştur. Konuyla ilgili soruya cevap verirken önce vatandaşlara sabır dileyerek sözlerine başlayan Başbakan’ın cümlelerini aynen aktaralım: “…Eğer siz vatandaşın mağazasının camlarını indirirseniz, vatandaşın hayatına kast ederseniz, hayatınıza kast ettiğiniz vatandaş kalkıp da eğer elinde böyle bir tedbiri varsa, böyle imkânı varsa kendisini savunma yoluna gidecektir.” 

İster istemez yine hukuk devleti bahsine dönmek durumundayız. Saldırıya maruz kalan vatandaşlarına yönelik devletin görevi herhalde “Sizin eliniz armut mu topluyor, siz de karşılık verin!” manasında abes tavsiyelerde bulunmak olmamalıdır. O zaman güvenlik gücüne, mahkemeye hatta en genelde devlete ne gerek var? Ayrıca da Türkiye’nin içinde bulunduğu kırılgan atmosfer göz önünde bulundurulduğunda, bu tür tavsiyelerin toplumsal kaosu, iç savaş benzeri çatışmaları teşvik anlamına gelebileceğini görmek gerekmez mi?

Başbakan’ın vahim düzeyde yanlışlar içeren bu sözleri hemen herkesçe eleştirilmiştir. Doğru da yapılmıştır! Gerçekten de açıkça “Hukuku boş verin!” anlamına gelebilecek çağrılar yapan Başbakan eleştiriyi hak etmektedir ama Başbakan eleştirilirken eleştiriye konu olan sözlerin nedeni olan olayın kendisi de gözden kaçırılmamalıdır. Silaha sahip hiç kimsenin evine, işyerine ya da arabasına saldırılmasını sessizce seyretmeyeceği, bir biçimde karşı koyacağı açıktır. Bir anlamda şiddete cevaz veren sözlerinden dolayı Başbakan’ı eleştirenler, ortada bizatihi bir şiddet eyleminin bulunduğunu da görmeli ve tavır almalıdırlar.

Direnmek Hak, Saldırganlık Zulümdür!

Bu noktada devletin Kürt halkının kimliğini, taleplerini inkâr etmesine karşı direnmenin meşruluğu ile masum insanlara yönelik uygulanan şiddetin gayri meşruluğu, kabul edilemezliği arasındaki fark mutlaka net biçimde ortaya konulmalıdır. Kepenk kapatma çağrısına uymadığı için dükkânların camının çerçevesinin indirilmesi, plakasına ya da camına bayrak yapıştırılmış arabaların hedef alınarak yakılması gibi eylemler tasvip edilmesi mümkün olmayan saldırganlıklardır. Üstelik “halkların kardeşliği” sloganını ağızlarından düşürmeyenlerce icra edilen bu tür eylemler ırkçı kışkırtmayı da beslemektedir.

Çoğunlukla, tüm hayatları boyunca çalışıp biriktirdikleriyle ancak küçük bir dükkân ya da bir araba sahibi olabilen yoksul semtlerin sakinlerini hedef alan bu tür eylemlerin korku atmosferinin yaygınlaştırılması dışında sahiplerine hiçbir getirisi yoktur. Ne yazık ki bu saldırgan ruh hali ve körlük adeta sınır tanımamakta ve belediye otobüslerinin yakılması örneğinde görüldüğü üzere vahşilik boyutuna vardırılabilmektedir. Oysa toplumsal bir hak talebinde bulunmak, siyasal mücadele vermek, kimliğini korumak gibi kavramlarla belediye otobüsünü molotoflamak nasıl yan yana gelebilir? Siyasal kimlik mücadelesi verdiğini iddia eden hareketlerin bu tür eylemleri siyasal kimlik ve talepleri açısından büyük bir kirlilik oluşturduğu gibi, insanlık adına da utanç verici eylemlerdir. Bu noktada kendisini toplumsal sorunlara, siyasal gelişmelere ilişkin adil bir tutum geliştirme sorumluluğu içinde gören herkes bir şiddet aygıtı şeklinde örgütlenmiş devletin zalimane politikalarına ve eylemlerine karşı çıktığı gibi, devlet dışı aktörlerin bu tarz zulümlerine de tavır almak zorundadır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR