En Büyük Engelimiz Tembelliğimizdir
20 Ağustos Cumartesi günü Doğu ve Güneydoğu Özgür-Der şube ve temsilciliklerinin katıldığı “Bölge İstişare Toplantısı” yapıldı. Muş temsilciliğinin ev sahipliğinde yapılan toplantının gündem maddelerinden biri “Rehavet ve Konforun Beslediği Atalet ve İç Motivasyon Problemi” idi. Esasında Türkiye’de bütün camiaların bir şekilde karşılaştığı bu olumsuz durumu aşmanın hal çarelerine dair katılımcıların her birinin kendi zaviyesinden farklı katkı ve değerlendirmeleri oldu. Yapılan bu değerlendirmelerden de istifade ederek atalet sorunumuzu bir konu çerçevesinde Haksöz okuyucularıyla da paylaşmak isabetli bir tercih olur kanaatindeyim.
Genel anlamda ataletimizin ve durağanlığımızın kendimizden kaynaklı sebepleri olduğu gibi bu ataletimizi besleyen bizim dışımızdaki çevresel faktörlerden kaynaklanan sebepleri de elbette vardır. Bu konu bağlamında şöyle bir tasnif yapmak mümkün:
a) Harici Sebepler
1) Zamanın ruhu olarak niteleyebileceğimiz, meta anlatıların ve kutsalın aşındığı, buna mukabil bireyselleşmenin, tüketimin ve hazzın revaçta olduğu bir dönemde yaşadığımız bir vakadır. Esasında dünyevileşmeye ve bireyselleşmeye yatkın olan insanoğlu, post-modern ve rölativist söylem ve tezlerin de etkisiyle bu hali determinist bir bakışla ve adeta kaçınılmaz bir sonmuş gibi inanç ve kararlılıkla savunmaya ve meşrulaştırmaya çabalamaktadır. İlave olarak “Bağ zaten kötüydü, dolu da vurdu.” misali pandemi sürecinin bireyselleşme ve yalnızlaşma sürecine ivme kattığı rahatlıkla söylenebilir.
2) Mısır, Libya, Tunus ve Suriye’de başlayan ve süreç içerisinde Müslümanların inisiyatifinde devam eden intifadaların istenilen şekilde bir neticeye varamamış olması büyük bir hayal kırıklığı ve moral bozukluğuna sebep olmuştur.
3) FETÖ yapılanmasıtoplumda genel anlamda İslami çaba ve gayretlere dönük bir şüphe ve güvensizlik oluşturmuş; cemaat, tebliğ, davet, infak gibi kavramlarımızın kutsiyetine halel getirerek bu kavramlarımızın muhtevalarında büyük anlam kayıplarına sebep olmuştur.
4) AK Parti iktidarı döneminde sergilenen kimi yanlış ve zaaflar siyasete fazla angaje olmuş olan bakış ve söylemlerimizde bir ümitsizlik ve moral bozukluğunu beraberinde getirmiştir.
b) Kendimizden Kaynaklı Sebepler
1) Gücümüzle orantılı olmayan hedefler belirledikten sonra hedeflerimizle aramızdaki mesafenin oluşturduğu özgüven kaybı ve moral bozukluğu.
2) Hedeflerimize ulaşamamış olmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan özgüven kaybı neticesinde muğlak ve belirsiz hedeflere yönelme veya tümüyle bir hedefsizlik hali.
3) İnsan faktörü hesaba katılmadan ve çerçevesi makul, sürdürülebilir ve ilkesel çizgilerle belirlenmeden oluşturulan duygusal ve sığınmacı ilişkilerin beraberinde getirdiği hayal kırıklıkları.
Moral bozukluğu ve motivasyon kayıplarına neden olan dâhili/harici sebeplere başka da maddeler eklemek mümkün ancak meramımızı ifade etmek açısından altını çizdiğimiz gerekçelerin yeterli olduğunu düşünüyorum. Çünkü burada amacımız mevcut halimize mazeret üretmek değil, öne sürdüğümüz bu gerekçelerin bir Müslüman açısından aslında gerçekçi ve kabul edilebilir mazeretler olup olmadıklarını sorgulamaktır.
Maddeler halinde sıraladığımız gerekçelerin tümünün faaliyetlerimizdeki canlılığa, motivasyon düzeyimize ve çalışmalarımızdaki verimliliğe farklı oranlarda etkide bulunduğu söylenebilir. Ancak hiçbiri bugün içerisinde bulunduğumuz bu atalet durumunu yeterince izah etmez.
Özetle: Zorluk ve sıkıntılar İslami faaliyetler açısından kısıtlılığa ve verim kaybına sebep olabilir ama bir engel ve tükenmişlik haline yol açması mantık ve yaklaşım hatasından kaynaklanmaktadır.
Dünyevileşme, Sekülerleşmeve Bireyselleşme Sadece Çağımızın Hastalığı mıdır?
Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda Rabbimiz tarafından dünya hayatının geçiciliği ve aldatıcılığına yönelik uyarıların çok fazla yapıldığını görürüz.
“Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katındadır.” (Âl-iİmran, 3/12)
“Sabah akşam Rablerine, O’nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte ol. Dünya hayatının zînetini arzu edip de gözlerini onlardan ayırma. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, boş arzularına uymuş ve işi hep aşırılık olmuş kimselere boyun eğme.” (Kehf, 18/28)
“Size verilen şey yalnızca dünya hayatının metaı ve süsüdür. Allah katında olan ise daha hayırlıdır. Yine de akıllanmayacak mısınız?” (Kasas, 28/60)
“Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve eğlence ve tutkulu bir oyalamadır. Gerçekten ahiret yurdu ise asıl hayat odur. Bir bilselerdi.” (Ankebut, 29/64)
Bu ayetler bundan bin dört yüz yıl önce ve henüz modern zamanlara özgü yaklaşım biçimi ve değerlendirmelerin olmadığı bir zaman diliminde inmiştir. Dikkat edilirse burada uyarılan, insan; uyarı konusu ise dünya hayatının çekiciliği ve aldatıcılığıdır.
Aydınlanmanın temel tezlerinde ve modern zamanlara özgü ideolojilerde bir aşınma ve silikleşmenin yaşandığı doğrudur ama bu hiçbir zaman bir Müslümanın iddialarından ve temel tezlerinden vazgeçmesinin haklı ve meşru gerekçesi olamaz.
Bize düşen sebeplere sarılmaktır, sonuçları tayin ve takdir eden Allah’tır.
Bizler Allah’a kulluk etmek üzere yaratılmış ve daha iyi ameller ortaya koymak ve denenmek amacıyla yeryüzüne gönderilmişiz. Rabbimiz bu serüvenimizde bizleri sahipsiz ve başıboş bırakmamış, kitap ve peygamberler göndermiştir. Bu kitaplar bizlere yol ve yordam göstermek, peygamberler ise rehberlik etmek üzere gönderilmişlerdir. Peygamberlerin çok az bir kısmı dünya hayatında bildiğimiz anlamda bir hükümranlık elde etmişlerdir. Çoğu peygamber kavimleri tarafından dışlanmış, eziyete maruz kalmış ve mahkûm edilmişlerdir. Dolayısıyla “başarı” kriterini “hükümranlık” şeklinde düşünürsek çoğu peygamber başarısız oldu şeklinde düşünmemiz icap edecek. Oysa Allah’ın bu seçkin kulları vazifelerini hakkıyla yerine getirmiş olmanın huzuruyla Rablerine kavuşmuşlardır.
Evet, dünyanın birçok yerinde Müslümanların ciddi hak kayıpları ve mağduriyetler yaşadıkları doğrudur. Ancak sonuçtan yola çıkarak faturayı bu Müslümanlara veya takip ettikleri metot ve usullere kesmek adil bir yaklaşım değildir. Haklı olmayı ve doğru bir istikamet üzere olmayı, temin edilen dünyevi konforla orantılı olarak değerlendirmek Müslümanların değil, sekülerkarakterli yaklaşımların yöntemidir.
Siyasetin Neresindeyiz?
Din ile siyaset arasında ikisinin de hayatı düzenleme talebi taşıması itibariyle bir benzerlik vardır. Allah’ın hükümlerini hâkim kılmak, yeryüzünde fitne kalmayıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar bir mücadele perspektifi, İslam’ın hem fert hem de toplum hayatına dair kuşatıcı bir din olması ve hayatın herhangi bir alanında “dinî” ve “seküler” alan diye bir ayırımı kabul etmeyişi gibi sebepler din ile siyasetin aynı kulvarda değerlendirilmesine sebep olmaktadır.
Mantıksal açıdan dünya hayatının tanzimi ile ilgisi ve iddiası olan bir dinin siyasetle ilgili bir boyutunun olmaması düşünülemez. Adaletin tesis edilerek zulmün ortadan kaldırılması, İslami tebliğ ve davet, iyiliği emredip kötülükten nehyetme çabaları vs. hem Müslümanların sorumluluğunun bir gereği hem de siyasetle çok yakından ilgili faaliyetlerdir. Toplumsal düzene dair sözü ve iddiası olan tüm çağrılar arkasında bir güce ihtiyaç duyar. Buna İslam da dâhildir.
İslam bir tevhid dinidir. Hayata, eşyaya ve olaylara bir bütünlük içerisinde bakar. Hristiyan teolojideki gibi ruhi-cismani, dünya-ahiret, dinî-seküler, Tanrı-Sezar gibi ayırımları kabul etmez. Hakemlik, asayiş, yargı, otorite, adaleti tesis etme, yaptırımlar uygulama, fitneyi ortadan kaldırma gibi toplumsal hayatın temel gereklilikleri siyasetin yetki alanına girer ve bir otoritenin varlığını gerektirir. İslam’ın sosyal alanı inşa etmeye dönük bu emir ve nehiylerinden dolayı bireysel bir inanca indirgenemeyeceği açıktır.
Sosyolojik açıdan da olaya bakacak olursak; insan hem ferdî hem de toplumsal özellikleri olan bir varlıktır. Yaratılışındaki bu özellik sebebi ile hayatı başkaları ile paylaşmak ve başkaları ile beraber yaşamak zorundadır. İnsanların mutluluğunu hedef edinen dinin de doğal olarak insanın hem bireysel hem sosyal hem de kamusal yönleri ile ilişkisi olacaktır. Bu demektir ki din bireysel değil aynı zamanda sosyal bir olgudur. Bütün bu yönleriyle dünyaya karşı geliştirdiği tavır çerçevesinde bir dünya görüşü ve hayat tarzına sahip olan din, insanla salt birey düzleminde değil, ayrıca; grup, kurum, kamu ve geniş anlamıyla devlet düzleminde de ilişki içerisine girer. Şu hâlde siyasetin dinden ayrı değerlendirilmeyişi hem aklî hem naklî gerekliliklere dayanmaktadır.
Eğitim sistemi, yargı sistemi, kitle iletişim araçları vb. sosyal yaşamda insanları ilgilendiren tüm araç ve kurumlar insanın ruhsal, zihinsel hatta duygusal yapısının şekillenmesinde ve yön vermesinde oldukça etkilidir. Bireylerin yetişme, düşünme, hayata, eşyaya ve olaylara bakış açısı üzerinde; yetiştiği çevre ve aldığı eğitimin katkısı inkâr edilemez. Bütün bu araçlara hükmeden otoritenin bu araçları kitlesel ıslah veya kitlesel ifsat amacıyla kullanma salahiyeti söz konusudur. İnsanların dünya ve ahiret mutluluğunu hedef edinen bir dinin müntesipleri olan biz Müslümanların, insanları ilgilendiren hiçbir şeye kayıtsız kalamayacağımız ve insanların hidayetine vesile olabilecek tüm meşru araçları gündemimizde tutacağımız bir vakadır. Buna siyaset de dâhildir.
Ancak, siyaseti dinî bütünlüğün bir boyutu olarak değerlendirmek ile siyasette içkin bir din anlayışına sahip olmak apayrı şeylerdir. Bizler Rabbimize gereği gibi kul olmakla mükellefiz. Bu mükellefiyetler itikat boyutuyla, ibadet boyutuyla, ahlak boyutuyla, muamelat boyutuyla bütünlüklü bir şekilde yüce kitabımızda sarih bir şekilde açıklanmıştır. Siyasi gelişmelere gündem ve pratiklerimizde gereğinden fazla alan açmak, kulluk bütünlüğünün ıskalanmasına sebep olmaktadır.
Hata Yapma İhtimalimiz İslami Faaliyetlere Mesafeli Olmanın Gerekçesi Olabilir mi?
Geçmişte İslami faaliyetlere belli oranda katkı yapmış kişilerin bir kısmı yapılan kimi hata ve yanlışları gerekçe göstererek hâlihazırda ve gelecekte de hata yapma ihtimalini de göz önünde bulundurup köşeye çekilmeyi; bilgi/tecrübe eksikliğine veya insani zaaflara atıflarda bulunarak bireyselleşmeyi teşvik etmektedirler. ‘Dinsel bireysellik’ olarak tanımlayabileceğimiz bu bakış ve yaklaşım biçimi esasında yabancısı olmadığımız tipik tarihselcilik güzellemelerinin değişik formatlarda tekrarından başka bir şey değildir.
Geçmişte bazı hatalar yaptığımız doğrudur. Bugün ve gelecekte hata yapma ihtimalimizin bulunduğu da doğrudur. Hiç iş yapmazsan hata da yapmazsın doğal olarak. Peki ama sıfır hata ile iş yapmayı garanti altına alıncaya kadar kabuğumuza mı çekileceğiz? İnsan unsurunun olduğu yerde sıfır hata ile iş yapma ihtimali var mı? İnsan-ı kâmil olmayı mı bekleyeceğiz?
İnsanoğlunun yeryüzündeki yaşam serüveni bir tekâmül yolculuğudur aynı zamanda. Hatalarından dersler çıkarma, bilgisini ve tecrübesini artırma bu tekâmül sürecinin bir parçasıdır. Yüce Rabbimiz bizlere belli oranda akıl, yetenek ve bilgi vermiş ve verdiği bu yetenekler mukabilinde bizlere belli bazı mükellefiyetler yüklemiştir. Kendimizi, aklımızı ve çevrelendiğimiz zaaf ve kısıtlılıklarımızı aşarak iş yapmamızın imkânı da yoktur. Tüm zaaf ve eksiklerine rağmen Türkiye’deki İslami hareketin ciddi bir tecrübeye ve bilgi ve beceri anlamında büyük bir müktesebata ulaştığını düşünüyorum. Geçmişte bilgi, tecrübe ve imkân anlamında çok daha kısıtlı şartlarda çok güzel işler yapmayı başarmış olan Müslümanların edindikleri tecrübelerle gelecekte çok daha güzel işler yapacaklarına kuşku yoktur.
Bizlere yeni vahiyler ve peygamberler gelmeyecektir. Bilgimiz, tecrübemiz, aklımız arttıkça daha az hata yapacağımız doğrudur ama geçmişte olduğu gibi bugün ve gelecekte de İslami faaliyetler bizim elimizle, bizim dilimizle ve bizim çabalarımızla şekilleneceği için bizden zaaflar da barındırması mukadderdir.
Motivasyonumuzu artırmanın yolu kenara çekilip mega teoriler geliştirmekle değil salih amellerimizi çoğaltmakla mümkündür.
Özgür-Der Bölge İstişare Toplantısına katılan kardeşlerimizin bu başlık altında yaptıkları tavsiyeleri maddeler halinde özetleyecek olursak:
- İslami tebliğ ve davet çabalarımızı yoğunlaştırmalıyız.
- Okumalarımızı daha çok artırmalıyız.
- Ziyaretlerimizi çoğaltmalı; nasihatleşmeyi, karşılıklı bilgi ve tecrübe aktarımında bulunmayı ihmal etmemeliyiz.
- Birlikteliğimizin ve kolektif çalışmaların değerini bilmeliyiz.
- Geçmiş muhasebesi ve eleştirilerinde aşırılıklardan kaçınmalıyız.
- Değişen imkân ve koşullara bağlı olarak faaliyetlerimizi güncellemeli, donukluğu, ataleti ve kendini tekrarı aşmak için metodik yenilenmeyi sağlamalı, epistemik düzlemde tecdide/yeniliğe açık olmalıyız.
- Sahada daha fazla görünür olmalıyız. İslami faaliyetler, zamanımızdan artakalan ikincil işlerimiz değil temel kulluk sorumluluğumuzdur.
- En temelde motivasyon kaynağımız inancımızdır. Kulluk bilincimizi diri tutmalı, ibadetlerimizde gevşek davranmamalı, örnek ve öncü şahsiyetler olma yolunda çabalarımızı ve gayretlerimizi artırmalıyız.
- Çözüm Arayışı mı Çözülmek mi?
- Esed Rejimi Çözümün Adresi Değil, Zulmün Kaynağıdır!
- Mülteciler Yük Değil, Rahmet ve Berekettir
- Suriye’de Çözümün Yolu Esed Rejimiyle Yakınlaşma Değildir
- Normalleşme Söylemleri Irkçı Dalgayı Dizginler mi?
- Esed’le Uzlaşıp Suriye Halkına Dost Olmazsınız
- Putin Adım Adım Esed’e Götürüyor
- Suriyeli Sığınmacılar Tedirgin
- Normalleşmeye Dair Birkaç Anekdot
- Suriyeli Mülteciler Meselesinde Nereden Nereye?
- Mültecilere Karşı Durmayan Hayâsızca Akın
- Birkaç Güzel Gün
- Ortak Diktatörlük Payları Said ve Esed’i Yakınlaştırıyor
- Irkçılık: Pislik Böceği ve Cehennemin Kömürü
- Bosna Kritik Seçimin Eşiğinde
- Mısırlılar Dokuz Yıldır Rabia Katliamının Gölgesinde Yaşıyor
- Sisi Rejimi Mısır’ı Çöküşe Sürüklüyor
- Amerikan Demokrasisi Bir İllüzyona Dönüştü
- Mütevazı ve Mübarek Bir Çınarın Ardından
- Vesayet Sistemlerinde Kimliksel ve Siyasi Özgünlük Meselesi
- Aşırılıktan Kaçınmak ve Mutedil Olmak
- En Büyük Engelimiz Tembelliğimizdir
- Derinleşen Ekonomik Sorunlar, Dayatılan Finansal Teoriler ve Batılı Refah Yanılgısı
- Kur'an’da İtaat Kategorileri: Tematik Bir Analiz
- Bu Kokuşmuş Çağda