Emperyalizmin Karanlığından Direnişin Aydınlığına
Bugün dünya siyaset sahnesine baktığımızda Müslüman halklarla ilgili olarak ilk planda ne görüyoruz? Açıktır ki, pek olumlu bir tablo ile yüz yüze değiliz. Somali'den Bosna'ya; Hindistan'dan Cezayir'e dek dünyanın her köşesinde Müslümanlar, topyekun bir saldırı ve katliam zinciri ile sarmalanmış vaziyetteler.
Müslümanların içinde bulundukları bu zorluk ve olumsuzluklar neyin göstergesidir? Farklı dillere ve renklere sahip, dünyanın farklı farklı bölgelerinden bu Müslümanların karşı karşıya oldukları sorunlar ve acılara nasıl yaklaşılmalıdır? Yaşanan bu gerçekliği anlayabilmek için bir dizi bölgesel, özel, dahili koşullar sıralamak doğru ve anlamlı bir tavır olabilir mi?
Elbette her bir olay için kendine özgü koşullar belli bir öneme ve açıklayıcılığa sahiptir. Bununla birlikte bugün İslam ümmetinin dünyanın dört bir yanında türlü acılara ve zulümlere uğraması olgusunu anlayabilmek için özel, bölgesel koşulları aşan daha evrensel, daha kuşatıcı bir perspektiften bakmak bir zorunluluktur. Gerçekten de Somali'de toprakları işgal edilen; Filistin'de sürgün edilen; Bosna'da ırzları kirletilen; Cezayir'de sokak ortasında infaz edilen... Müslümanlar ortak bir kaderi paylaşmaktadırlar: Emperyalist saldırganlık. Emperyalizm git gide daha net biçimlendirdiği "yeni dünya düzeni"nde Müslümanların payına sürekli yeni acılar eklemekte.
"Dünyamın Her Yanı İşgal Altında"
Körfez Savaşı'nın üzerinden yaklaşık iki yıl geçti. Hatırlanacağı üzere, ABD Başkanı'nın o dönemde vurgulu bir biçimde öne çıkarttığı bir kavram vardı: Yeni Dünya Düzeni. Emperyalistler propaganda mekanizmalarının da yardımıyla, geniş kitlelerin zihninde yeni dünya düzeni kavramına olumlu imajlar yükleme yolunda yoğun bir çaba sarfettiler ve bunda kısmen de başarılı oldular. Mamafih, Irak halkının feryatları ve cesetleri üzerinde yükseltilen yeni dünya düzeninin, Müslüman ve mazlum halklar açısından ne menem bir şey olduğu, emperyalist propaganda menzilinin dışında kalabilenler için daha ilk andan itibaren çok açık bir biçimde ortaya çıkmıştı.
Körfez Savaşı'nda taş üstünde taş bırakmamacasına yerle bir edilen Irak'ın karşılaştığı durum, temelde emperyalizmin tüm dünya halklarına ilettiği somut bir mesaj içermekteydi. Doğu Bloku'nun sahneden alaşağı edilmesi ve Batının İslam dünyasını ve daha özelde de İslami hareketleri kendine yeni hedef olarak belirlemesi olgusu da göz önüne alınacak olursa, yeni dönemde Müslümanlara yönelik baskı ve katliamların şiddetlenmesinin anlamı daha açık olarak anlaşılabilir.
Batı emperyalizmi bugün İslam dünyasında en açık ve gerçek çehresiyle arz-ı endam etmektedir. Batı o çok iyi bildiğimiz sömürgeci, kolonyal Batı'dan başkası değildir. Sömürgeciliğin bittiği, yayılmacılık döneminin 19. yüzyılda kaldığı iddiaları bir yanılsama, bir aldatmaca olmaktan öteye gidememektedir. Batının sömürgeci kimliği bugün de aynen dün olduğu kadar gerçektir. Belki aradaki en büyük fark, bugün Batının dünden çok daha gelişkin ve inceltilmiş bir imaj oluşturabilme, emperyalist varlığını, konumunu adeta tüm dünya halklarının yararına işleyen bir şey gibi sunmayı becerebilmesidir. Batının Irak'taki askeri varlığı bu duruma bir örnektir. Yine Somali'ye Umut (!) Operasyonu bir başka canlı örneği oluşturmaktadır. Batı iki yüz yıl boyunca iliklerine kadar sömürdüğü, bir deri, bir kemik bıraktığı Somali halkına bugün yardım amacıyla binlerce kilometre öteden, türlü fedakarlıklarda bulunarak kalkıp geliyor. Ne göz yaşartıcı bir insan severlik doğrusu!
Her şeyden önce Somali'de yaşanan bu açlık olayının ardında yatan sebepler ortaya konulmalıdır. Somali'de yaşanan açlığın sebebini, Batılı medyanın, "ilkel Afrikalıların birbirleriyle sürdürdükleri kabile savaşı"na bağlamaları oldukça yanıltıcı ve saptırıcı bir çabadır. Bugün Somali'de fiilen, Afrika'nın pek çok bölgesinde ise potansiyel bir tehlike olarak mevcut bulunan açlık olayını doğuran asıl sebep, bu toprakların uzun yıllar boyunca vahşice sömürülmesi; bu bölgelerde yaşayan halkların zenginliklerinin talan edilmesi ve geleneksel tarım ve hayvancılık tarzının sömürgecilerin çıkarları doğrultusunda ters yüz edilerek uzun dönemde bu bölgelerin kendi kendini besleyemez bir noktaya getirilmesidir. Bir anlamda Batılı emperyalistlerin yaptığı; dün biricik beslenme kaynağı olan gölünü kuruttuğu, açlığa mahkum ettiği Somaliliye, bugün ölmemesi daha doğrusu ölümünü biraz geciktirmesi için balık ikram etmeye benzemektedir. Bu; bir nevi göz boyama değilse bile, olsa olsa vicdan azabını hafifletmek demektir.
Açlık olayının ABD'nin Somali'ye asker çıkartmasının kılıfı olduğu, asıl saikin başka yerlerde aranmasının gerekliliği, yüzeysel de olsa emperyalizm ve emperyalistler hakkında bir bakış açısına sahip herkes tarafından rahatlıkla görülebilmektedir. Aslında ABD'nin Somali'ye niçin müdahalede bulunduğunu anlamak için basitçe haritaya bir göz atmak yeterli olacaktır. Hem Kuzey Afrika'ya, hem de Orta Doğu'ya açılan stratejik bir konuma sahip Somali'de konuşlanmakla, Amerikan yayılmacılığının İslam dünyası üzerindeki kontrolü ve baskısı muhkemleşmektedir.
Emperyalizmin tüm dünya genelinde etkinlik alanını genişletmesine meşruiyet kılıfı geçirmesinin düne nazaran bugün daha kolay gerçekleştiğini vurgulamıştık. Emperyalizm çeşitli araç ve kurumları yaygın bir biçimde yönlendirebilmek güç ve imkanına sahiptir. Emperyalizme hizmet etme fonksiyonuna sahip kurumlar arasında Birleşmiş Milletler örgütünün etkin bir yeri vardır. Bugün BM'nin icraatlarına baktığımızda, Körfez Krizi ve savaşından yola çıkarak ileri sürülen, BM'nin bundan böyle emperyalizmin elinde daha etkin ve yoğun bir silah olarak kullanılacağı öngörüsünün ziyadesiyle gerçekleştiğini görebilmekteyiz.
Amerikan ordusu dün Panama'ya, eroin kaçakçısı olarak suçladığı Noriega'yı yargılamak veya Grenada'ya, komünistlerin kontrolü ele geçirmesini önlemek bahanesiyle çıkartma yaparken; bu kadar rahat değildi. O dönemde de kendisinden hesap soracak bir merci yoktu, ama en azından yaptığı korsanlıklara uluslararası hukuk adına meşruiyet sağlanması da söz konusu değildi. Halbuki aynı ABD; Kuveyt ve daha sonra Saddam bahanesiyle Irak'ı ya da açlık ve iç savaş bahanesiyle Somali'yi işgal ederken BM'yi devreye sokarak dünya kamuoyunun onayı ile davrandığı imajını artık rahatlıkla oluşturabiliyor.
Ülkelerin egemenliği, toprak masuniyeti, geleceklerini belirleme hakkı gibi kavramlar ise; emperyalist iradenin karşısında el pençe divan adeta. Bugün Somali'ye yapılan müdahalenin yarın daha başka nereler için emsal teşkil edebileceği, cevabını yalnızca emperyalistlerin bildiği bir soru olarak karşımızda duruyor.
Emperyalizmin gazabına uğraması muhtemel ülkelerden biri olarak Sudan dikkat çekmekte. Zaten emperyalizme karşı duyarlı kamuoyu nezdinde, Somali'ye müdahalenin Sudan'a karşı girişilecek bir komplonun ilk adımı olduğuna dair bir kanaat geniş bir şekilde paylaşılmaktadır. Sudan'da Ömer el-Beşir yönetiminin ülke içinde İslamlaşmaya hız vermesi ve öte yandan Afrika ve Orta Doğu'ya yönelik olarak anti-emperyalist bir siyaset izlemesi uzunca bir süredir Sudan'ın topun ağzındaki ülkelerden biri olarak öne çıkmasını getirmiştir. Batı basınında Sudan hakkında yoğunlaşan karalama ve spekülasyon kampanyası, ister istemez Körfez Krizi öncesinde yoğunlaşan Irak aleyhtarı kampanyayı çağrıştırıyor. Bu noktada şu soru akla geliyor: Bugün Somali'ye yapılan müdahalenin bir benzerinin, yarın ülkenin güneyinde yönetim ile ayrılıkçı Hıristiyan güçler arasında süren çatışma bahane edilerek Sudan'a karşı yapılmayacağının bir garantisi var mı? Hayır yok. Çünkü belirleyici konumda olan emperyalist irade. Uluslararası hukuk, egemenlik vb. kavramlar ise, ancak emperyalistlerin çıkarlarıyla örtüştüğünde -Kuveyt örneğinde olduğu gibi- gündeme gelebilen kavramlardır. Emperyalistlerin bu tür bir uğursuz operasyona, yine BM adına girişecekleri, BM adına meşrulaştıracaklarından hiç şüphe etmemek gerekir. Sahne değişse de, ne yönetmen, ne de başrol oyuncuları hiç değişmiyor.
İşte yine aynı yönetmenin bu kez farklı içeriğe sahip bir başka oyununu görüyoruz Bosna'da. Son günlerde BM'nin askeri bir müdahalesinden çok sık söz edilmeye başlanması insanı kuşkuya sevkediyor. Bu tartışmalar akla ister istemez Lübnan'ı getiriyor. Hatırlanacağı gibi, İsrail'in 1982'de Lübnan'ı işgalinin ertesinde, ülkede barışı sağlamak adına özellikle Amerikalı ve Fransızlardan oluşan çok uluslu askeri bir güç Lübnan'a yerleştirilmişti. Sözde barışı sağlamaya çalışan bu güç, aslında İsrail'in Lübnan'a yönelik misyonunu tamamlamaktan başka bir amaca hizmet etmiyordu. Sonuçta Lübnanlı Müslümanlar gurur verici şehadet operasyonları da dahil olmak üzere çeşitli fedakarlıklar ve uzun mücadeleler sonunda bu barışçı (!) işgalcileri Lübnan'dan def etmeyi başarmışlardı.
Aylardır uyguladıkları silah ambargosu ile Müslümanları adeta "taşların bağlanıp, itlerin salındığı" bir ortama mahkum eden BM ve Batılı güçler; bugün müdahaleden söz etmeye başladıysa, bunun ardında bir bit yeniği aramamak için hiçbir neden yok. Amaçlanan şey oyalama taktiğini sürdürmek olabileceği gibi, bir müdahale ile Sırpların şimdiye kadarki toprak gasplarını sağlama almayı getirecek şekilde mevcut statükoyu kesinleştirmek, kabullendirmek hedeflerinin gözetilmesi ihtimalini de yabana atmamak gerekir. Bosna'da Müslümanların çeşitli güçlüklere rağmen direnişlerini güçlendirmesi ve direnişin her geçen gün daha net bir İslami kimlik kazanmakta olmasının emperyalistler ve işbirlikçilerinde bir telaşa yol açması da gözden uzak tutulmamalıdır.
Bugün neredeyse tüm dünya genelinde Müslümanlar yoğun bir kuşatma altındalar. Birtakım çıkmazlar emperyalistlerce "çözüm" diye dayatılıyor. Daha fazla acı çekmemeleri için uzlaşmayı kabul etmeleri isteniyor Müslümanlardan. İşte Filistin'de bu durumun çok somut bir örneğini görüyoruz. Siyonistler İntifada'nın durdurulması karşılığında sürgün edilen Müslümanların geri dönmelerini kabul edeceklerini söylüyorlar. Daha önce FKÖ'ye kabul ettirdikleri "barış masasına oturmanın bedeli olarak silahlı mücadeleye son verilmesi" koşulunun bir benzerini Filistin İslami hareketine dayatmaya çalışıyorlar.
Emperyalistlerin direnen Müslümanlara karşı sergiledikleri şantajcı tavrın başka bir versiyonunu yine Bosna'da İzzetbegoviç yönetimine dayatılmaya çalışılan antlaşma koşulunda da görebiliyoruz: Sırp vahşetinin durdurulması karşılığında, Müslümanların ağırlıklı bulunduğu yönetimin Bosna'nın tümü üzerindeki egemenlik hakkından vazgeçerek, ülkenin kantonlara bölünmesini kabul etmesi.
Direniyoruz, Öyleyse Varız!
Her şeye rağmen şunu söyleyebiliriz ki; emperyalistlerin uzlaşma veya mücadele şeklinde ikili bir seçeneği tekrar tekrar Müslümanların önüne koymaya çalışmalarına karşın, İslam ümmeti, geri dönüşü olmaz bir tarzda hattını mücadeleden yana belirlemiştir. Emperyalizmin klasik "sopa veya havuç" siyaseti dünden çıkartılan derslerin de katkısıyla, İslam ümmetinin yaygın bir biçimde ortaya koyduğu direniş olgusu karşısında başarısızlığa mahkumdur. Zalimlerle uzlaşmanın küfre karşı teslimiyet, Allah'ın iradesine karşı ise bir isyan demek olduğunun idraki içindeki İslam ümmeti; bugün Cezayir'den Hindistan'a dek İslami hareketin öncülüğünde izzetli bir mücadele sergilemektedir.
Allah'tan gayrı tüm mercilerin sahte ilahlar olduğunu ve insanları dalalete düşürmekten başka sonuç vermeyeceklerini bilen sorumluluk sahibi Müslümanlar insanların Allah'tan gayrisine muhtaç olmalarının önüne geçmek için çaba sarfetmek durumundadırlar. En güzel çağrı tağutları reddetmeye ve felah (kurtuluş)a çağrıdır. Felah'a giden yol ise; ancak direnişten ve mücadeleden geçer. Mücadele önümüzde, görev omuzlarımızdadır.
- Sunuş
- Emperyalizmin Karanlığından Direnişin Aydınlığına
- İntifada ve 1936-1939 Ayaklanması: Bir Karşılaştırma
- İslamcılar ve “İsrail Meselesi”: 1967 Uyanışı
- Yerel Bir Balışaçısından Güney Lübnan Güvenlik Bölgesi
- Haziran 1967 Savaşından Sonra Filistin Gerillaları
- İntifada ve İslami Hareketler
- Devlet Terörü İslami Hareketleri Radikalleştiriyor
- Orta Asya ve Afganistan'da Etnik ve İslami Kimlik Çatışması
- Hurşit Ahmet: Müslüman Bir Eylemci ve İktisatçı