1. YAZARLAR

  2. Can Özbilen

  3. Emperyalist Bir Unsur Olarak İsrail

Emperyalist Bir Unsur Olarak İsrail

Ekim 2006A+A-

İsrail ordusu ve Falanjistler tarafından Sabra ve Şatilla'da üç günde 3297 Filistinli mülteci katledilmişti. Taş üstünde taş bırakılmamıştı. Muharref Tevrat'ın emri gereği, mültecilerin hayvanları bile katledilmiş, kamplarda canlılık adına geriye hiçbir şey bırakılmamıştı.

Siyonistlerin köleleştiremediklerine yaklaşımını anlamak için sadece Sabra ve Şatilla'da olanları bilmek yeterlidir. Bugün Gazze'de, Batı Şeria'da Lübnan'da yaptıkları da zaten ortadadır. Siyonist devletten katliam, zulüm, vahşet ve işgalden başka hiçbir şey beklenemez. Müslümanlara olan kinlerini, Güney Lübnan'a yaptıkları son saldırının ilk günlerinde, top mermileri üzerine yazı yazan İsrailli çocukların fotoğraf kareleri çok iyi ifade etmektedir.

Temmuz 2003'te İsrailli bakan Avigdor Liaberman'ın İsrail ordu radyosunda söylediği, "En iyisi Filistinli mahkumları boğmak, hatta mümkünse Lut Gölü'nde. Çünkü orası dünyanın en alçak noktası." cümlesi Siyonist mantığın açık bir ifadesi ve dışavurumudur.

Siyonist rejim şimdiye kadar yaptığı tüm katliamları, tüm zalimlikleri, bilerek, isteyerek, belli bir plan-program gereği yapmıştır. Son Lübnan saldırısında bir İsrailli pilotun gösterilen bazı hedeflerin açıkça sivil hedefler olduğunu itiraf etmesi, İsrail'in bebek, çocuk, yaşlı demeden sivilleri bilinçli olarak hedef seçtiğinin, Müslümanları katletmeyi amaçladığının önemli bir delilidir.

İsrail 1982'de FKÖ'yü Lübnan'dan çıkarmak bahanesiyle Batılı emperyalist, kapitalist güçlerin de yardımıyla Lübnan'ı işgal etmişti. O günlerde yeni filizlenmekte olan "Direniş"in iki ayrı eyleminde 243 ABD askeri ile 58 Fransız askerinin ölümü üzerine bu ülkeler Lübnan'ı terk etti. İsrail ise bine yakın askerini kaybederek 2000 yılında çekilmek zorunda kalmıştı.

Siyonist rejimin temel felsefesini, ilişkilerinin zeminini, yaptıklarını kavramak için, Amerikalı neo-con, Bush yönetiminin en önde gelen elemanlarından Richard Perle'ün şu sözleri önemlidir: "Holokost, tarihimizi belirleyen andır. Açıkça büyüyen bir tehdide zamanında müdahale edememekten kaynaklanan bir hatadır. Bunun bir daha olmasını istemiyoruz. Bütün totaliter rejimleri durdurmalıyız, yoksa sonuç felaket olur." Perle'ün ifadesinde geçen "totaliter rejim" kavramı İsrail'le ve dolayısıyla ABD ile işbirliği yapmayan, bütün ülkeleri kapsamaktadır. 63 yıllık Demokrat Parti senatörü Amerikalı Ernest Holings, Mayıs 2004'te bir makalesinde, Amerika'nın İsrail'in güvenliği için Irak'ı, İsrail adına işgal ettiğini yazmıştı. İsrail bulunduğu bölgede kendince maksimum güvene ulaşana kadar saldırıdan vazgeçmeyecektir. Tüm Siyonistlerin zihninde 'bir daha asla' düşüncesi değişmez bir sabit olarak kazınmıştır. 1981'de Irak'ın Osirak nükleer reaktörünü vurması, ABD'yi İran'ın nükleer programının önüne geçmek için harekete geçirmesi ve kendisine zarar verebilecek güç olarak görüp Hizbullah'a saldırması, Gazze'deki katliamları ve geçmişte yaptığı tüm saldırılar hep bu nedenledir.

İsrail, başta ABD olmak üzere emperyalistlerle birlikte genel bir plan dahilinde hareket eder. Son Lübnan saldırısıyla yaptığı katliamlar da iddia edildiği gibi Hizbullah'ın iki İsrail askerini esir alması nedeniyle değildir. Saymour Hersh ve Robert Fisk, İsrail'in Lübnan saldırısını Amerikan yönetimine onaylattığını, Bush'un da, Tony Blair'i durumdan haberdar ettiğini belirtmişlerdir.

The Guardian'dan George Manbiot bir yıldan fazla bir süre önce, üst düzey bir İsrailli yetkilinin, Amerikalı diplomatlara, gazetecilere ve bazı düşünce kuruluşlarına Hizbullah operasyonunu ayrıntılarıyla yansıtan sunum yaptığını yazdı. İsrailli yetkiliye göre saldırı üç hafta sürecekti. Mossad'a göre ise 4 günde Hizbullah yok edilebilirdi. Önce hava bombardımanı olacak ve ardından kara işgali gelecekti. Bar Ilan Üniversitesi'nde siyasal bilgiler profesörü Gerald Steingerg'e göre bu plan, "İsrail'in kurulduğu günden beri giriştiği tüm savaşlar arasında en hazırlıklı olduğu savaştı; bu savaşın tatbikatı dahi yapılmıştı."

Zaten Hasan Nasrallah da İsrail'in Lübnan saldırısının çok önceden planlandığını, askerlerin esir alınmasının bahane olarak kullanıldığını açıkladı.

ABD ve İsrail'in, Ortadoğu'da giriştikleri saldırganlığın, büyük plan içinde iki temel amacı vardır:

1- ABD ve İsrail için tehdit oluşturan ve ileride oluşturması muhtemel örgüt, devlet ve toplulukları ortadan kaldırmak, dönüştürmek ve yerlerine tehlike arz etmeyen yandaş unsurlar koymak.

2- Enerji kaynaklarını, nakil yollarını kontrol altına almak, hızla büyüyen ve enerjiye aşırı ihtiyaç duyan Çin ve Hindistan gibi küresel güçlerin önünü kesmek, gelişimlerini sınırlamak ve neticede ABD'nin küresel hegemonik süper güç konumunu devam ettirmesini ve küresel dengelerin korunmasını sağlamak.

1982 yılında Dünya Siyonist Organizasyonu'na bağlı enformasyon dairesi yayın organında "The zionist plan for the middle east" başlıklı bir rapor yayınlandı. Raporda pek çok değişiklik öngörülüyor ve "Lübnan'ın tam anlamıyla parçalanıp beş ayrı bölgeye ayrılması, Suriye ve Irak'ın da etnik ve dinî bölgelere bölünmesi, İsrail'in bölge üzerine uzun vadeli amacıdır." deniyordu.

Fakat İsrail, artık milliyetçi Arap rejimleriyle değil Müslümanlarla muhatap olduğunu anlayamadı. ABD'li neo-conların ileri gelenlerinden William Cristol bir makalesinde, "Bundan önceki savaşlar Arap-İsrail savaşıydı. Şimdi ise Müslümanlarla-İsrail arasında." ifadesini kullandı. Zaten H. Kissinger de 11 Eylül sonrası ilk demeçlerinden birinde, "Bundan sonra olacak savaşlar dine karşı din ekseninde olacaktır." ifadesini kullanmıştı.

Emperyalizmin Ortadoğu Üssü: İsrail

İsrail kurulduğu günden beri Batı sömürgeciliğinin Ortadoğu üzerine planları ve faaliyetlerinin içinde, hatta merkezinde yer almıştır. 1897'de ilk Dünya Siyonist Kongresi'nden itibaren Siyonizm ile emperyalizm arasında net bir ilişki vardır. Nitekim 1920'lerde Siyonizmin merkezi Londra iken şu anda da merkezin New York'da olması Siyonizm-emperyalizm ilişkisini ortaya koyan sembolik bir göstergedir.

1905-1907 yıllarında Britanya, Fransa, Belçika, Hollanda, Portekiz, İtalya ve İspanya gibi emperyalist devletlerin katılımıyla yapılan gizli Londra Konferansı'nın nihai raporunun ilgili bölümlerinde Filistin'de Siyonist bir Yahudi devletinin oluşturulması, farklı Yahudi cemaatleri arasında tek bir ortak milli bilinç ve kimlik yaratılması, kurulacak devletin yönetiminin doğu Yahudileri/aşkenozlara verilmesi gerektiğine karar verildiği ifade edilmiştir.

Siyonist İsrail bölgeye ait değildir, dokusu bölgeye uyum sağlamayan bir organizmadır, yapaydır ve emperyalizmin Ortadoğu'daki en önemli unsurudur. Bölge halklarının kendi ayakları üzerinde durmasının engellenmesi, doğal kaynaklar üzerinde hakimiyet için bölgesel kaos ve sürekli savaş ortamının diri tutulması, emperyalistlerin sınırsız desteği ile İsrail üzerinden gerçekleştirilmek istenmektedir. Örneğin, 1967 Arap-İsrail Savaşı, Siyonist rejimin bölgede yayılması ve Arap rejimlerinin önüne geçmek amacıyla savaştan iki yıl önce Amerika'da planlanmıştır.

Batı'nın sahip olduğu bütün askeri, istihbari, teknolojik güç İsrail'in hizmetine sunulmaktadır. Emperyalist devletleri de yönlendiren, küresel sermayenin çıkarları da Siyonist devletin varlığıyla çakışmaktadır. Bu nedenle İsrail'e karşı verilecek mücadele mutlaka anti-emperyalist, anti-kapitalist olmalıdır. İsrail'e karşı mücadele emperyalizmle, emperyalizmle mücadele de aynı şekilde İsrail'le mücadeledir.

ABD'nin İsrail'e Desteğinin Nedenleri

Başta ABD olmak üzere, Batılı pek çok devlet; dinî, tarihî, kültürel ve emperyal nedenlerden dolayı İsrail'i desteklemektedir. Bu destekte çok uluslu sermaye, Yahudi lobiciliği ve medyanın önemli rolü vardır.

Amerikan Hıristiyanları çocukluklarından beri Yahudileri seçkin bir millet olarak gösteren eski Ahit kıssalarıyla büyümüş, kilisede her vaazda bunları dinlemişlerdir. "İsrail ne yaparsa Tanrı'nın dileği odur." anlayışını benimseyen 40 milyon Hıristiyan Siyonistten bahsediliyor.

Amerika, bilindiği gibi, Avrupalı püriten, yani İngiltere kilisesini Katolikliğin kalıntılarından arındırmayı amaçlayan reform hareketi taraftarı yerleşimciler tarafından kuruldu. Avrupa'da baskılardan bunalan yerleşimciler yeni Kudüs'ü bulmak/kurmak amacıyla Amerika'ya göç ettiler.

İnanışları gereği kendilerini "Tanrı tarafından seçilmiş", "yeni bir ülke vaat edilmiş"  İsrailoğulları ile özdeşleştiriyorlardı. Bu yerleşimcilerden John Withroup'un 1630 yılında yaptığı bir konuşma; daha sonra "Manifesto Destiny" olarak adlandırılmış, son 150 yılda Amerikan halkının militan muhafazakarlığının özünü oluşturmuş, okullarda ders olarak okutulmuştur. Amerikan seçkinlerinin konuşmalarının açık veya örtülü göndermeler yaptığı temel bir doktrin ve inanış haline gelen bu metin, özet olarak beyaz, Anglosakson, Protestan ırkın tüm diğer milletlerden üstün olduğu ve bu ırka Tanrı tarafından tüm diğer ulusları medenileştirme görevi verildiği kurgusuna dayanır. Bu doktrin gereği asimile edilemeyen yerliler, katliama tâbi tutuldu.

Zaman içinde "kader doktrini"ne çeşitli açılımlar da getirildi. 1892'de tarihçi J. Turner, "Bir Amerikalı için sınır; medeniyet ile vahşiliğin buluştuğu alanlar olmalıdır." düşüncesiyle doktrini genişletti. 1904'de Roosevelt "ABD medenileşmiş bir ulus olduğu için batı yarı küredeki kronikleşmiş yanlışlara müdahale etme hakkına sahiptir." anlayışını ekledi. 1991'de George Bush, "Amerika'nın Tanrı'nın korumasında kurulmuş bir ulus olduğunu" belirterek doktrine bağlılığını gösterdi. Clinton 1999'da Kosova'ya müdahale sırasında, Yahudilerin hamursuz bayramı vesilesiyle yaptığı bir konuşmada, İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkarak vaat edilmiş topraklara yolculuğunu hatırlattıktan sonra "Bu hikaye bize, bizim kendi vaat edilmiş topraklarımıza yaptığımız bitmeyen yolculuğumuzu hatırlatıyor." diyerek doktrine gönderme yapıyordu.

Amerikan tarihinin, zihni şekillenişinin özünü oluşturan bu düşünceler, Amerikan halkının kendisini İsrail ile bağlı hissetmesine neden olan etkenlerden öne çıkanlardır.

Amerikan halkının Ortadoğu'ya bakışını Arnold Toynbee, "Amerikalılar, Araplara, Amerikan yerlileri muamelesi yapıyor. Ve soruna vahşi batı ruhuyla yaklaşarak Arapların İsrail karşısında hiçbir hakkı olmadığına inanıyor." cümlesiyle ifade ediyor.

Amerikalıların gözünde Kızılderililer, İsraillilerin gözünde Filistinliler, uzun müddet ekilmediği için tarlada kendiliğinden büyümüş yabani otlar hükmündedirler ve kesinlikle temizlenmeleri gerekmektedir. ABD-İsrail cephesi için Filistin, Lübnan ve tüm Ortadoğu, vahşi batı görünümündedir. Ya istenilen kalıba girmeli, ya da yok edilmelidir.

ABD halkı Filistin sorununu, beş milyonluk İsrail'e 400 milyonluk Ortadoğu Müslüman topluluğunun saldırısı ve İsrail'in kendini savunması olarak görmektedir. Kendince haklı ve mazlum olanın yanında yer almaktadır. Amerikan yönetimi de İsrail'in her saldırısını "İsrail'in kendini savunması" olarak ifade etmektedir.

Avrupalılar, kendilerinin yaptığı "Yahudi soykırımı" konusunda duyarlılık gösterme ve özür dileme adına, Siyonist rejimin yapıp ettiklerine meşruiyet atfedebiliyorlar.

Bugün için Amerika'da altı milyon Yahudi yaşıyor. Bu altı milyon Yahudi Amerikan senatosunda  11 senatörle temsil ediliyor. Yani nüfusun yüzde ikisi senatoda yüzde 11 ile temsil edilmektedir. Amerika'daki Yahudi nüfusu yoğun olarak ABD'nin siyasi ve ekonomik  açıdan öne çıkan, temsilciler meclisinde ve başkanlık seçimlerinde belli bir ağırlığa ve kilit öneme sahip New York ve Kaliforniya eyaletlerinde bulunmaktadır. Ayrıca Amerikalı Yahudiler ülke ortalamasına göre daha eğitimli, daha varlıklı ve ön önemlisi de daha örgütlüdürler. Baskı gruplarının ve paranın fazlasıyla önemli olduğu Amerikan siyasi sistemi içinde de bu unsurlar çok önemli bir avantajdır.

Bu lobiler içinde en büyük Yahudi kuruluşu Amerikan-İsrail Ulusal İşler Komitesi/AIPAC (American-Israel Public Affairs Committee)'dır. AIPAC'in faaliyetlerinin Amerikan siyaseti üzerindeki etkisinin büyüklüğünü kavramak için, kongrede Ortadoğu meseleleri üzerine yapılan her oturumda üyeler arasında temsilci bulundurduğunu, Ortadoğu ile ilgili bazı kararları bizzat hazırlayıp kongreden geçirttiğini, genç Yahudi üniversite öğrencilerini kongre senatörlerinin yanına yerleştirip orada staj yapmalarını sağladığını, kongre üyelerine her yıl İsrail'de ücretsiz tatil ortamı ayarladığını, koordinasyonuyla hem demokrat, hem de cumhuriyetçi partiye bağış adı altında yardım akıttığını bilmek yeter. Şu an İsrail lobiciliği içinde adı anılabilecek 28 kuruluş, Amerikan üniversitelerinde faaliyet göstermektedir.

Noam Chomsky'ye göre; "Amerikan dış siyaseti Yahudi hakimiyeti altındaki şirketler vasıtasıyla yönetilir ve Bush'un (başkanın) konumu ile İngiltere kraliçesinin konumu arasında bir fark yoktur."

ABD'de Yahudi lobisi finans-bankacılık sektörü ve medya gücünü de tam anlamıyla elinde tutmaktadır. CBS, ABS, NBS gibi önde gelen haber kanallarının çoğu Yahudilerin kontrolündedir. Medya hakimiyeti neticesi, Amerikan halkı, Irak'ın kendilerine demokrasi getiren ABD'lilere saldıran, dünyayı kana boyamaya yeminli vahşi İslamcı teröristlerin ülkesi; İran'ın da, halkın baskı altında tutulduğu, tek amacı nükleer silah elde edip, tüm yapıp ettiği kendini savunmak olan İsrail'in tepesine atmak amacını taşıyan mollaların ülkesi olduğunu öğreniyor. Hizbullah'ın attığı füzelerle İsraillilerin evlerini nasıl yıktığını, çocuklarını nasıl katlettiğini, İsrail askerinin Gazze'deki terörist Hamas militanlarına karşı topraklarını korumak için nasıl direndiğini seyrediyor, İsrail'in kendini savunmak için, hayatta kalabilmek için ne zorluklar içinde savaştığını dinliyor. Sonuçta medya tarafından 'aklı alınan' ve zaten yüzde on birinin haritada kendi ülkelerinin yerini göstermekten aciz, tüm enerjisini tüketime ve obezlikle mücadeleye vermiş Amerikan halkı desteğini mazlum İsraillilere veriyor. Hollywood stüdyolarında yapılan filmlerle dünyayı algılayan, kendilerine ulusal kahraman olarak çizgi roman kahramanlarını seçen, Brooking Enstitü, Saban Merkezi gibi yüzlerce düşünce kuruluşu tarafından zihni şekillendirilen, akli ve fiziki melekeleri körelmiş halk,  İsrail'e yakınlaştırılıyor. Lübnan savaşında da daha ateşkes sağlanmasının üzerinden birkaç gün geçmeden Amerikalılar, İsraillilerin yıkılan evlerini yapmaları için yüz milyonlarca dolar topladılar.

Mart 2006'da Harvard Kennedy School of Goverment'ın dekanı Stephen Walt ve Chicago Üniversitesi'nden John Mearsheimer, "İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Siyaseti" başlıklı bir makale yayınladılar. Bilim adamları, Yahudi lobisinin istekleri doğrultusunda şekillenen ABD dış siyasetinin, sonuçta Amerika'ya fayda değil zarar verdiğini ifade etmeye çalışmışlardı. Hiç vakit kaybetmeden Yahudi lobisi ve medyası saldırıya geçti. Harvard tepkilere dayanamayarak adını çalışmadan çekti. Çalışmayı yapan bilim adamları korkunç baskılarla karşılaştılar ve görevlerinden istifa etmek zorunda kaldılar.

İsrail, Amerikan istihbarat teşkilatı içinde de etkindir. Amerika'nın İsrail'in çıkarları doğrultusunda çalışmasından rahatsız olan bir kısım üst düzey CIA yöneticisi, geçen yıl "İsrailli casus" skandalı olarak anılan olayı ortaya çıkardı. Amaç Pentagon'daki İsrail yandaşlarını saf dışı etmekti. İsrail lobisi ve özellikle AIPAC tarafından, ABD istihbarat bilgileri, İsrail'e aktarılıyordu. CIA'e göre; Neo-con-İsrail ekseni bozulmalıydı. Fakat yine Amerikan yönetimindeki Neo-con Yahudiler üstün geldi. CIA içinde en üst kademelere kadar ciddi temizlik yapıldı. İsrail egemenliği Amerikan yönetiminde, istihbaratında ve savunma bakanlığındaki hakimiyetini genişleterek korudu.

Ortadoğu ve İslam dünyasını yangın yerine çeviren, İsrail karşısında tüm dünyanın elini kolunu bağlayan Amerikan dış politikalarının oluşumunu, dini ve kültürel unsurların Yahudi lobisinin doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösteren Yahudi ve Yahudi destekli medyanın ve en önemlisi emperyalizmin, doğal, işleyiş mekanizması ve çok uluslu sermayenin etkisiyle açıklamadan, Princeton Üniversitesi biyoetik uzmanı Peter Singer'in teşhisiyle, etik karar alma süreci 13 yaşındaki bir çocukla aynı olan, düşünce sistemi Hıristiyan-Siyonist vaizler tarafından şekillendirilmiş ve vahiy aldığını tüm dünyaya karşı söyleyebilecek kadar ahmak ve hasta bir şahsın istek ve arzularıyla izah etmek doğru olmaz.

Yine emperyalist bir unsur olarak İsrail'in bölgedeki ilişkilerinin yakından takip edilmesinin gerekliliği aşikardır. Dolayısıyla içinde yaşadığımız ulus devletin Siyonist rejim ile ilişkilerini kavramak durumundayız.

Türkiye-İsrail İlişkileri

İsrail kurulduğu günden beri bölgedeki Arap olmayan, Müslüman uluslarla yakın ilişki ve ittifak kurma stratejisini benimsemiştir. İran devrimi sonrası İsrail-İran ilişkileri sonlandıysa da Kürtlerle ve Türkiye'yle ilişkileri sıkı bir şekilde devam etmektedir.

T.C.'nin 1949'da İsrail'i fiilen tanıması, 1957'de Başbakan A. Menderes'in Türkiye-İsrail istihbarat işbirliğini imzalaması, Türkiye'nin BM'de İsrail'in Golan işgalini kınayan karar tasarısına çekimser oy kullanılması, Tansu Çiller'in İsrail ziyareti, 1996 Şubat'ında Genelkurmay İkinci Başkanı sıfatıyla Çevik Bir'in, Erbakan hükümetini haberdar bile etmeden, İsrail Savunma Bakanı ile 'Savunma İşbirliği Anlaşması'nı imzalaması; bu anlaşma neticesi İsrail uçaklarının tatbikatlarını ve savaş hazırlıklarını Türkiye'de yapıyor olması, yine 1996 Martı'nda 1980'de İsrail'in Kudüs'ü başkent ilan etmesine içe yönelik propaganda amaçlı bir söylemle karşı çıkan dönemin Cumhurbaşkanı S. Demirel'in Türkiye-İsrail arasında o ana kadar yapılmış en üst düzey ziyareti gerçekleştirmesi ve Ezer Weizman'ın, kendisini "İsrail'in ebedi başkenti Kudüs'e hoşgeldiniz." diyerek karşılaması, şu an İsrail'le savaşan Müslümanlara askeri malzeme götürebileceğinden şüphelenilen İran uçaklarına Türk hava sahasını kullanmasına izin verilmemesi ama Müslümanlara atılacak bombaları İsrail'e taşıyan Amerikan uçaklarına hava sahasının ardına kadar açılması gibi onlarca örneği hatırlamak gerekir.

Türkiye halkının neredeyse tamamı İsrail'in yaptıklarını onaylamazken İsrail'le ilişkiler sürekli gelişmektedir. İsrail katliamlarına karşı zaman zaman sert ve eleştirel demeçler verilmesine rağmen ilişkiler hiçbir şekilde sekteye uğramamakta, askeri, istihbari ve ticari olarak her geçen gün biraz daha gelişmekte ve derinleşmektedir.

Savunma anlaşmaları, milyarlarca dolarlık ihaleler, istihbarat anlaşmaları, gizli operasyonlar, ortak tatbikatlar, ortak füze kalkanları projeleri, İran ve Suriye'ye yönelik yerleştirilmesi gündemde olan füze sistemleri, Arrow füzelerinin ortak üretimi, radar sistemleri, insansız uçaklar, F-16'lar için havadan karaya füze satışı, M-60 tankları modernizasyon paketleri, İsrail'e elektronik dinleme istasyonları kurulması gibi ortaklıkların hiçbiri, İsrail'in Müslümanlara saldırdığı, binlerce sivil, kadın ve çocuğu katlettiği durumlarda dahi bozulmamıştır. Sadece hiçbir yaptırımı olmayan nutuklar atılmış, sözler söylenmiştir. Türkiye eğer dile getirdiklerinde samimi olmuş olsa anlaşmaları iptal edebileceğini açıklaması bile İsrail'e pek çok konuda geri adım attırmaya yetebilirdi.

13 Ağustos'ta Milliyet gazetesinin alıntıladığı bir röportajında Hasan Nasrallah "Topraklarımıza atılan bombalar, Türkiye üzerinden geliyor. Biz Türkiye'den somut tepkiler bekliyoruz. Türkiye hükümeti, halen taşeron çetenin en büyük müttefiki durumunda." diyor. Ezici çoğunluğu İsrail'e karşı Müslüman kardeşlerini destekleyen Türkiye halkının bu utanç ile yüz yüze bırakılmasının nedeni, seksen yıldır halkının değerlerini hiçe sayan, değerlerine karşı savaş veren rejimde aranmalıdır.

Bu son süreçte, neredeyse katledilen bebekleri suçlu bulacak kadar köleleşmiş yazarlara şahit olduk. İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün (HRW) tam tersi raporlarına rağmen, Hizbullah'ın kadın ve çocukları kalkan yaptığına dair iddialarını sürdüren kimi köşe yazarları, yıkımın tek sorumlusunun Hizbullah olduğunu iddia etmişler, İsrail'in bombalamaktan başka yapacak bir şeyi olmadığını, ölen sivil Lübnanlılar gibi İsrailli sivillerin de gündeme getirilmesi gerektiğini savunmuşlardır. "İsrail Beyrut'u taş devrine çevirdi." diyerek alay eden, alçaklar da çıkmıştır. İsrail'in bu savaşta haklı olduğunu, terör (!) örgütleriyle savaştığını, bundan dolayı Türkiye halkının üzüntüsünü duyduğunu anlayamadıklarını belirtebilmişlerdir.

Tüm bunlara rağmen biz Müslümanlara düşen, küresel emperyalizmin bölgedeki en önemli unsuru, Siyonist devlet ile mücadelenin her birimizin boynunun borcu olduğu bilincini yinelemektir. İsrail'e karşı Müslümanların yapacağı mücadele, emperyalizm ve dolayısıyla kapitalizmle mücadeledir. Müslümanların Amerika ve ona tâbi kapitalist dünyaya attıracağı her geri adım, İsrail'e de yansıyacaktır, Emperyalizme vurulacak her darbe İsrail'e de vurulmuş olacaktır.

Her biri birbiriyle bağıntılı ve iç içe geçmiş karmaşık ilişkileri ve bunların sosyal, siyasal, askeri, kültürel-dini alanlara yansımaları ihmal edilerek, görmezden gelinerek, emperyalizmin bugün, Afganistan'da, Irak'ta, Lübnan'da, Filistin'de döktüğü Müslüman kanına ağlamak, sızlanmak pek bir anlam ifade etmiyor. Emperyal sistemin birer unsuru ve çarkı döndürücü birer argümanı olunduğunda, sistemin işleyişinden doğan ve canımızı yakan sonuçlarına ağıtlar yakmak anlamsızlaşıyor.

Hiçbir çaba göstermeden, bedel ödemeden, lüks tüketimimizden ve refahımızdan taviz vermeden İsrail'in Gazze'yi, Lübnan'ı vurmamasını, Amerika'nın Irak'ta, Afganistan'da kardeşlerimizi öldürmemesini bekliyorsak bilelim ki beyhude bekliyoruz.

Emperyalist yapının petrole olan ihtiyacı bitmedikçe, İsrail gücünü yitirmeyecek, İsrail bölgede kaldıkça da saldırmaktan, yıkmaktan, kırmaktan, dökmekten, katletmekten vazgeçmeyecektir.

Müslümanların emperyalizm karşıtı, ulusal sınırları aşan ve ümmet bilinciyle yapılan ve yapılacak mücadelesi, İsrail'in de emperyalizmin de nefes almasını zorlaştıracaktır. Emperyalizme ve İsrail'e karşı direniş her zaman meyvelerini vermiştir, bundan sonra da verecektir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR