1. YAZARLAR

  2. Muhammed Reşid Rıza

  3. El-Menar’da 1930 Öncesi HİCAZ Konusuna Yaklaşım

Muhammed Reşid Rıza

Yazarın Tüm Yazıları >

El-Menar’da 1930 Öncesi HİCAZ Konusuna Yaklaşım

Haziran 2015A+A-

Dâru’l-İslam, Dâru’l-Harp Tartışmaları Yanında Ulusalcı Arayışlar

İslam hukukçuları, kendi ülkeleri statüsünde olan ve şeriat uygulanan ülkelere Dâru’l-İslâm ve Dâru’l-Adl derler. Çünkü orada herkese eşit şekilde adaletin uygulanması farzdır. Buna karşılık diğer ülkelere de Dâru’l-Harp derler. Bu iki ilkeye dair fıkıh kitaplarında detaylı hükümler vardır. Dâru’l-Harp halkına şayet Müslümanlarla harp halindeyseler harbîler denir. Şayet iki grup arasında barış ve ticari ve diğer alanlarda serbestliğe dair sözleşme varsa bunlara muâhidler (sözleşmeliler) denir. Eğer bunlardan devlet otoritesine baş kaldıranlar olursa onlara da bâğîler denir. Bir kısım topraklara hakim olup orada bağımsız bir hükümet kuranlara ise mütegallibe adı verilir. Buna mukabil Dâru’l-İslâm’a, Dâru’l-Adl de denir. Her ülkeye has hükümler vardır. Fakat Dâru’l-İslâm nerede?

Biraz önce geçtiği gibi, şayet harbiler İslam ülkesine hücum edip, bir kısım yerleri istila ederlerse savaş bütün Müslümanlarla farz-ı ayın olur. Devlet başkanı genel seferberlik ilan ederse her Müslümanın elinden geldiği kadar cihad için malını ve canını ortaya koyması gerekir. Herkes hakkında adaleti gözeterek bazılarını harbe çağırıp bazılarını çağırmadığı, herkesten değil de bazı kimselerden canlı-cansız mal talep ettiği durumlarda ise başkana itaat daha da gereklidir. Çağımızda Avrupa ve diğer ülkelerin uyguladıkları hüküm budur. Bunları tekrar etmemizin gayesi, Müslümanlara ve Müslüman olmayan anlayışlı kimselere İslami hükümleri hatırlatmaktır. Zira Doğu toplumlarının uzun uykudan uyandıkları gibi artık İslam ülkelerinin de uyanmasından geçmiş, şimdiki halleri ve ileride olması gereken durumları hakkında araştırma yapmaya başlamasından sonra bu konu üzerinde daha uzun müddet susmak mümkün değildir.

Artık imanın mesajı, İslam âleminin derinliklerine sesleniyor, ona bu geniş İslam yurdunun ve muazzam ülkelerin tekrar kurulmasını, bunun ilahi bir görev olduğunu, şehvet düşkünlüğünün, sosyal anarşinin, psikolojik sarsıntıların karanlıklarından çıkması için insanlığın yolunun aydınlatılması gereğini hatırlatıyor, insanlığın bu problemlerinin kaynağı materyalist fikirler, dinsizlik temayülleri ve bunların ortaya çıkardığı Komünizm hakimiyetidir. Hıristiyanlıktan arta kalan ışıklar, en büyük ülkelerindeki bu karanlıkları engelleyemediler. Bu karanlık bulutlar bir kere okullarından sökün etmiş... Artık bunlar iyice üst üste yığılınca bunları dağıtması nasıl mümkün olur. Zaten de bunların oluşmasında bizzat tahrif edilmiş Hıristiyanlık vardı.

Bunlar, bu zamanda Müslüman seçkinlerinin düşündükleridir. Avam kesimi de İslam’ın temel prensiplerinde onlara katılmaktadırlar. Evet İslam kanun, otorite ve hakimiyet  ve istişareye dayanan bir idaredir. Onu kuvvet, rahmet ve adaleti içine alan bir harp sistemi korur. Fakat sömürgeci güçler İslam alemine karşı saldırıya geçtiler, önce İslam ülkelerini yağmaladılar daha sonra İslam’ın doğup büyüdüğü, güçlendiği Arap yarımadasına hücum ettiler, tecavüzleri İslam nurunun parladığı yere, kıbleleri olan Kâbe’ye, Hac mahallerine, Rasûlullah’ın (s) kabrine yani bütün Hicaz’a ulaştı. Allah ve Rasûlü buraları Harem bölgesi saymıştı. Bu tecavüz; Suriye ve Filistin’deki Hicaz demiryolunu ele geçirmeleri ve bizzat Hicaz topraklarından olan Doğu Ürdün’ü ilhak etmeleriyle gerçekleşmişti.

İslam ülkesinin düşmanları bütün hesaplarını Müslümanların, İslam Birliği adına genel bir silkinişe geçecekleri üzerine ve aynı şekilde Osmanlı Devleti’ne bağlılıkları esasına göre yapıyorlardı. Zira Müslümanlar Osmanlı’nın İslam Hilafeti'ni kabullenmişlerdi. İşte düşmanlar bu Hilafet’e ve İslam Birliği’ne karşı bütün silah, mal, dil ve kalem (ilim) ile cihad yollarına başvurdular. Neticede İslam halklarının yüzünü İslam Birliği’nden, vatan ve ırk birliğine çevirdiler. Osmanlı Hilafet Kurumu’nu, yine onu koruyan Türkler eliyle yıktılar. Bu kahraman Müslüman halkın hükümetini bilinmez şekilde bizzat İslam’la savaşa ittiler. Hem de bu savaş; misyoner ve laik okullarıyla, kitap, gazete ve nüfuzlarıyla İslam’a karşı bizzat yürüttükleri savaştan daha şiddetliydi. Böylece İslam ülkelerini fethettiklerine, bu fethin tamamlanması için de son olarak İslam âleminin dini beşiği olan Hicaz’a ve Rasûlullah’ın (s) kavminden olan o bölgenin dindar halkına hükmetmek gerektiğine inandılar. Biraz önce işaret ettiğimiz saldırganlıklarına cesaret veren bu inançtı. Fakat bu konuda yanılmışlar ve kötü bir gayrete girişmişlerdi. Biz de onların bu kötülüklerinden istifade ettik.

Baskı altındaki Osmanlı Hilafeti’ne gelince, zaten Müslümanları aldatan hayali bir kurumdan ibaret kalmıştı. Ona dayanmak ve ondan bir çare beklemek boşunaydı. Bu yüzden himmet ve gayretleri kendi öz güçlerine, özellikle de hakimiyet ve dayanışma gücüne ve bunun gereği olan ilim ve amele yönelmedi. Osmanlı Devleti, giderek İslam’a hizmetin önünde bir engel haline gelmişti. Gerçi Avrupalı devletler, onun da devlet olma ve askeri güç bulundurma hakkını tanıyorlardı, fakat Üstad Abduh gibi alim ve siyaset adamları bu gücün zayıfladığını, yakında yıkılacağını biliyorlardı. Ona hiçbir şekilde güvenmeksizin müstakil çalışmalar gerekiyordu. Zira Hilafet’in hiçbir ıslahat hareketiyle düzelmeyeceği ortaya çıkmıştı. Fakat yaygın olan cehalet, bu bilge kişilerin düşünceleri istikametinde harekete engel oldu. Biz bu düşünceleri Menâr Mecmuası’nda mümkün olan en açık şekilde ve en yüksek sesle duyurduk. Bu açıdan Osmanlı Hilafeti’nin yıkılması bir bakıma zararlı değil, faydalı oldu.

İslam Birliği’ne gelince, bu henüz gerçek bir olgu değildir. Bunu daha önce Menâr Mecmuası’nda da tespit etmiştik. Fakat bu dinin ve maslahatın gereğidir. Yaygın cehalet ve özellikle de yönetici ve diğer ileri gelenlerin cehaleti ve onları destekleyenlerin kurnazlığı buna engel olmaktadır. Fakat bu asırda bir sistem aşamasına gelinecektir. Şafağının aydınlığı ise Mekke-i Mükerreme’deki ilk İslam Konferansı’nda parlayacaktır.

İslam ülkeleri arasındaki ırkçılık ve milliyetçilik tefrikasına gelince, bunun kökleri Acemlerin, ırkdaşlarına karşı olan taassubunda yatmaktadır. Özellikle de siyasetleri Arapları aşağılamak ve haklarını çiğnemek olan Türklerde... Mısırdaki hakim yabancı güçler çok azdı. Buna rağmen Mısırlıları Fellâhlar olarak tanımlayıp onlara hakaret etmeleri, Arapçılık hareketinin doğmasına ve büyük ölçüde İngilizlerin Mısır’ı işgallerine sebep oldu. Fakat Avrupai prensipler, bu uyanan topluma yeni ve modern bir güç kaynağı öğretti ki, o güçle sömürgecilere karşı kendi bitmez tükenmez manevi silahlarıyla karşılık verecektir. Bu modern olgu da ulusal birlik ve tabii olan kendi kendini yönetme hakkına sahip çıkma gücüdür. Bu çerçeve içinde her din ve mezhep mensubu, ülkelerinin dışında bile olsalar her vatandaşın dini ve ulusal haklarına saygı gösterecekti.

Bu asırda bütün İslam ülkesi alim ve mütefekkirlerini ilgilendiren ve hepsinin paylaştığı en önemli mesele, Dâru’l-İslâm meselesidir. Dâru’l-İslâm’ı, tekrar kurmak için canla, malla, ilim ve amelle cihad etmeleri bütün İslam üzerine borçtur.

Şimdi bu fikrin netleşmesine yardımcı olacak sırrı açıklamanın uygun olacağını zannediyorum. Alimlerin bu konuda dört çeşit görüşleri vardır:

1- Bu, Cumhurun görüşlerine en yakın olan görüştür. Buna göre; İslam otoritesi çerçevesine giren, İslam hükümleri uygulanan ve dinin alametleri yaşatılan her yer Dâru’l-İslâm’dır. Buraya bir saldırı vaki olduğunda bütün Müslümanların müdafaaya kalkışmaları üzerlerine farz-ı ayındır. Terk ettiklerinde günahkar olurlar. Yabancılar burayı uzun süre işgal etseler bile, bu durum buraları geri almaları için onlardan savaş görevini kaldırmaz. Bu görüşe göre; yeryüzündeki bütün Müslümanların, İslam ülkesinden herhangi bir yeri işgal etmiş olan bütün sömürgeci ülkelerin hakimiyetini yok etmek ve oraya İslam otoritesini iade etmek için ellerinden geleni yapmaları gerekmektedir. Bu gün bundan aciz olmaları, onlardan kendilerini buna hazırlama, gerekli plan ve hazırlık yapma ve harekete geçmek için fırsat kollama sorumluluğunu kaldırmaz.

Bu görüş, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki bir anlaşmazlık halinde ve hakimiyet konusunda bir İngiliz bakanının ortaya koyduğu şu prensibe uymaktadır: “Salibin hilalden aldığı tekrar hilale dönmez, fakat hilalin salibden aldığı mutlaka salibe dönecektir.” İsrail hakimiyetinin tekrar Filistin topraklarına dönmesini isteyen Yahudiler bu görüşe göre hareket etmekte, üstelik sadece hakimiyetin iadesiyle yetinmeyip, mülkiyetin de buna vesile kılınmasını istemekte, İngilizlerin de yardımıyla Filistin topraklarının mülkiyetini de Filistin Arap halkından alıp, kendilerine geçirmek için çalışmaktadırlar. Biz Müslüman topluluk olarak, İngiliz ve Yahudilerin belirtilen bu tutumlarını benimsemiyor, bunu bir nevi zulüm, tecavüz ve egoistlik olarak niteliyoruz. Başkaları için uygun görmediğimizi kendimiz için uygun görmemiz insafsızlıktır. Ayrıca böyle büyük bir arzuya çağrı yapmada aldanma ve aldatma vardır.

2- Dâru’l-İslâm; gerçek İslam hilafeti hükmüne giren yerlerdir. Orası da, Kureyşli bir halifenin hükümranlığının geçerli olmadığı ve Arap olmayanların fethetmiş oldukları ülkelerin dışında kalan ve sadece Abbasi ve Emevi Raşit halifelerinin hilafetinin geçerli olduğu yerlerdir. Bu görüş de makul olmama cihetinden birincisine yakındır. Çünkü dayandığı nakli delil tartışmalıdır.

3- Dâru’l-İslâm; gerçek anlamda İslami bir fetihle elde edilen ülkedir. Harbinde, barışında, İslam çağrısında, cizyesinde antlaşmasında, Allah’ın hükmünü uygulamada, tevhidi yüceltmede, bütün insanlar arasında hak ve adaletin uygulanmasında İslam’a uygun hareket edilen yerlerdir. Bir fethin İslami olduğunu kesin söyleyebilmek ancak Rasûlullah’ın (s) ashabı için mümkündür. Zira onlardan sonra galip gelenler saltanata ve saltanatın nimetlerinden istifadeye yönelmişlerdir. Bütün Müslümanların görevi, bu ülkelere gerçek İslam hakimiyetini iade etmek için çalışmak, aklı başında olanların da bu genel çağrı için bir sistem geliştirmek, bunu gerçekleştirecek mâli kaynak toplamaktır.

4- Dâru’l-İslâm iki kısımdır: a) İslam’ın doğduğu, nurunun yayıldığı, güçlendiği Arap yarımadasıdır. Burası Rasûlullah’ın (s) ashabına vatan olmuştur. b) Arap medeniyetine mahal, adaletine ayna ve iktisadi hayatına kaynak teşkil eden yerler. Buraları; Filistin, Irak, Mısır ve Afrika’yı içine alan geniş Suriye coğrafyasıdır. Bu ülkeler, İslam dili olan Arapçanın yaygın ve hakim olduğu, diğer dillerin kaybolduğu yerlerdir. Çünkü buralarda oturanların çoğunun kökeni, tarih boyunca buralara yerleşmiş olan Araplara dayanmaktadır. Antropolog ve dilcilere göre Suriye sahillerinde oturan Finikelilerin aslı, Necit ve Bahreyn sahillerinde yaşayan Araplardır. Arapçanın eski Hiyeroglifle imtizaç etmesi, eski Mısırlılarla Arapların aynı ırktan geldiklerine delildir. Her ne kadar binlerce sene birlikte yaşayıp kaynaşmış iki ırk olmasalar da...

  Bu farklı yaklaşımlar bir yana, Mısırlılarda özellikle de sivil önderlerin gönlünde ulusçuluk taassubu yerleştiği için şimdilerde onların Dâru’l-İslâm’ı tekrar kurmak gibi bir niyetleri yoktur. Halbuki bazı Ezher alimleri ve diğer bazı fikir sahiplerinin düzenlediği Hilafet Konferansı’nın temelini Dâru’l-İslâm teşkil ediyordu. Artık İslam’ın onları ilgilendiren tarafı; Arapçayı, dini ilimleri ve İslami yönelişi ihya ederek onu yüceltmektir. Artık Dâru’l-İslâm konusundaki ümit; Arap yarımadasına ve bazılarında ona bağlı kabul edilen Suriye ve Irak’a inhisar etmektedir.

Arap Yarımadasının Dâru’l-İslamlılığı Meselesi

İslamiyet: Arap yarımadasının sırf İslam’a mahsus bir yurt olmasını gerekli kıldı. Enfâl ve Tevbe Sûresi’nin tefsirinde açıkladığımız şekilde şirki bu Yarımada’da yok etti. Bu konuda hadis-i şerifler de mevcuttur. Bunlardan en önemlisi, Rasûlullah’ın (s) vefatı sırasında Yahudi ve Hıristiyanların buradan çıkarılmasını ve İslam’dan başka bir dinin bırakılmamasını tavsiye etmesidir. İmam Şafii el-Ümm adlı kitabında açıkça belirtmiştir ki; Hicaz’ın sahil koyları ve denizin de bulunan adalar da Hicaz hükmündedir. Müslümanların imam ve sultanının Müslümanlardan başkasına oralarda ticaret ve başka bir maksatla oturmasına izin vermesi caiz değildir. Günümüz Müslümanları bu İslami hükmün hikmetini, önceki güçlü devletlere sahip oldukları dönemlerden daha iyi kavramışlardır. O güçlü devletler Hz. Peygamberin bu vasiyetini yerine getirmede gevşek ve kusurlu davranmışlar, Yemen gibi Arap yarımadasının bazı bölgelerinde daha sonra da Cidde’de Ehl-i Kitab’ın kalmasına göz yummuşlardır.

Günümüz Müslümanları fark ettiler ki; bağımsız devletler arasında kabul gören siyasetin esası, her ülkenin kendi tabii ve örfi hudutlarını, kara sularını ve ülkeye açılan bütün liman ve ticaret yollarını himaye hakkına sahip olmasıdır. Bu himaye ve düşmanlığı engellemek için harp kaçınılmaz olduğunda harp açılır. Bu Devletler Umumi Hukuku’nun da kabul ettiği bir haktır ve adalet gereğidir. Fazilet ve insan haklarına aykırı olmadığı gibi bilakis bunların teminatıdır. Sömürgeci devletler, işgal ettikleri diğer toplumların topraklarını kendi ülkeleri gibi sayıp, oraları himaye, kara ve demiryollarına karşı saldırıları engelleme hakkına sahip olduklarını iddia etmekte ve tecavüzü defetme gerekçesiyle saldırmayı kendine mubah görmektedirler.

Nitekim İngiltere Mısır’a, ardından Sudan’a, daha önce de Hindistan deniz yolunu himaye gerekçesiyle Aden’e de saldırmıştır. Bunlardan başka, Arap ülkelerinden olan Irak, Filistin ve Doğu Ürdün’e yönelmiş hatta Arap yarımadasının maddi, İslam’ın da manevi kalbi olan Hicaz’a bile göz dikmiştir. Bunu; Yarımadanın en önemli coğrafi ve stratejik kapısı olan Akabe’yi ve en mühim demiryolu güzergahı olan Maan’ı, mandasına aldığı Ürdün’e bağlamakla ortaya koydu. Hicaz hududundan Hayfa’ya kadar uzanan Hudeyda demiryolu hattını söylemeye gerek yok. Böylece İngiltere, mukaddes Hicaz’ın dokunulmazlığını çiğnemiş, Mekke ve Medine, karadan ve denizden, bu mütecaviz devletin insafına terk edilmiştir. İslam’ın dini ve siyasi merkezi olan bu küçücük bölge tehlike altına girmiştir. Bu mütecaviz İngilizin planları tamamlanınca, görünürde ticari, gerçekte ise askeri maksatlı demiryolu Akabe’den Irak’a kadar uzanacak, Mekke ve Medine’yi işgal fırsatı bulduğunda da diyecek ki; buralardaki İslam gücü, İngiltere’nin demiryollarını tehdit ediyor, bundan emin olmanın tek yolu, Hicaz’ın diğer bölgelerindeki bütün Arap-İslam gücünü yok etmek yahut da İngiliz gözetimi ve nüfuzu altında bir güvenlik gücü oluşturmaktır.

Şayet Hicaz’da gayrı müslim halk olursa o takdirde İngiltere’ye, bu azınlıkları özellikle de Hıristiyanları himaye bahanesiyle Hicaz’a müdahale kapısı açar. Nitekim İngiltere Mısır’daki gayrı müslimleri himaye hakkını kendinde görmüştür. Aynı şekilde Yahudilere Filistin’de devlet kurma hakkı tanımış daha da öteye onları himaye etmiş ve çoğunluğu Müslüman olan yerli halkına karşı onlara destek vermiştir. Diğer taraftan Irak’ta Âsurlulardan kalma kişilerden müteşekkil bir azınlık meydana getirmiştir. Şayet Hicaz ülkesinden olan Akabe ve Maan’ı tam işgal ederse, bu toprakların sahipliğini İngiliz, Yahudi ve Hıristiyanlara devredecektir ki; buralarda toprağı, demiryolunu ve buna bağlı olarak siyasi ve iktisadi çıkarları koruma hakkının dışında ve üstünde bir de bu azınlıkları koruma hakkına ve hükümranlık yetkisine sahip olsun. Demek istiyorum ki; ülkenin bu büyük kısmının (Hicaz) Arap-İslam ülkesi olmaktan çıkmasından endişe edilir. Çünkü şimdi Filistin için aynı iddiada bulunuyorlar. Diyorum ki; İngilizler için zikredilen hedefler tamamlansa da bu son hedef gerçekleşmeyecek -inşallah ebediyen gerçekleşmez- çünkü Hicaz ve Necit kralı, bu bölgenin Doğu Ürdün idaresine bağlanmasına karşı çıkmış ve bölge hususunda kesin kararı birkaç sene sonraya ertelemişlerdir. 1344 (1926) senesinde Mekke’de akdedilen genel İslam Konferansı’nda bu bölgenin Doğu Ürdün’e ilhakına oybirliğiyle karşı çıkılmış, buraların Hicaz’a iadesi ve kral Abdülaziz’den, bu iade talebinin İngiliz hükümetine teklif etmesi istenmiştir. Ayrıca bunun için elden gelen her türlü vasıtaya başvurulması kararlaştırılmıştır. Bütün İslam âleminin bu talebi desteklemesi gerekmektedir.

Bu söylediklerim; İslam ülkesi, İslam hükümeti ve ona bağlı olan imamet (hilafet) mekanıyla ilgili şerî hükümler ve siyasi görüşler konusunda İslam alimleri ve fikir adamları arasında cereyan eden tartışmaların özetidir. İslam âleminin bu konuda gayret göstermesi gerekmektedir. Aksi halde Allah’a karşı gelmiş ve ahirette O’nun azabını hak etmiş olurlar. Nitekim dünyada da zillet ve sıkıntı şeklinde bu cezayı yaşamaktadırlar. Bütün ülkelerin ve nesillerin sahip olduğu bağımsızlık ve hakimiyeti kaybetmişler, bunu kaybedenler de sadece bu küçük ve fakir Arap-Acem Müslüman topluluğudur ve onlar her an tehlikeyle karşı karşıyadırlar. Gerekli olan bu çalışmanın başarıya ulaşması ancak çeşitli İslam toplumlarının, hükümet, mezhep ve meşreplerinin farklı özellikleri ve zamanın şartları dikkate alınarak planlanan gizli bir sistemle mümkündür. Bu hedefi gerçekleştirmek için bütün dini, siyasi ve hayrî cemiyetlerin bütün gayretlerini tek hedefe yöneltmeleri gerekir. Bu çalışmaları da ancak bu işleri yürüten pek az kimse bilmelidir.

Bütünüyle ve çeşitli ülkeleriyle İslam âlemine gerekli olan aleni görev, öncelikle Hicaz’ı yabancı nüfuzundan kurtarmaktır. Hicaz demiryolunu işgal eden İngiltere ve Fransa Hicaz’ın bağımsızlığını tehdit etmektedir. Ayrıca Akabe bölgesi ve Doğu Ürdün’deki Maan, İngiltere’nin hakimiyeti altındadır. Her Müslümanın bu konuda ferdi ve toplu olarak elinden gelen müspet-menfi her gayreti göstermesi gerekmektedir. Onlarla ticari ve diğer ilişkileri kesmek ve bu konuda propagandaya girişmek ilk yapılabilecek işlerdendir. Demek istiyorum ki; her Müslümanın imkân nispetinde sözle, malla ve canla cihada girişmesi ve her zeminde bununla ilgili propaganda yapması gerekir.

Bazı istatistiklere göre bugün Müslümanların sayısı dört yüz milyondan fazladır. Peki bu Müslümanlar, bütün Avrupa topraklarından kat kat fazla topraklara sahip iken kendilerinin yüzde biri kadar olan Yahudi ve siyonistlerden daha korkak, daha hakir ve daha zelil olmaya rıza gösterecekler mi? Yahudilerin, Filistin’i ellerinden almak için çalıştıklarını da görüp durmaktadırlar. Aynı şekilde üçüncü Harem olan Mescid-i Aksâ’dan sonra, Allah’ın Haremi Kabe ile, Peygamberin Haremi Medine’nin de tehdit altında olduğunu görmektedirler. Bu iki Harem’in çevresi daralmakta, oralara tek ulaşım vasıtası olan demiryolu gasp edilmiş durumdadır. Buna karşılık Müslümanlar da sessiz, sakin oturmaktadırlar. Halbuki dinleri onlara, bu bölümün belirtmiş olduğumuz farklı kademelerde eski dönemlerde olduğu gibi tekrar İslam ülkesini ve hükümetini kurma görevi yüklemektedir. Acaba bu, Müslümanlar kimden korkmakta, neyin peşinde koşmakta ve niçin yaşamaktadırlar? Son Cihan harbinde Müslümanların kendilerini zelil ve köle yapmak isteyenlere karşı verdikleri mücadele, harp sırasındaki Hicaz İslami direnişi, Cihan harbinden sonra Mısır, Irak, Suriye ve Fas köylülerinin gerçekleştirdikleri direniş ve devrim hareketleri, Müslümanların hala toplumların en cesuru, dünya hayatını en çok küçümseyenler olduklarını göstermiştir. Fakat önceden ve sonradan başlarına bütün bela, bedbahtlık ve kölelik; krallarının fesadı, idarecilerinin hainliği ve halkın çoğunluğunun cehaleti yüzündendir. Artık cahilin öğrenme, fasidin düzelme, hainin ise ya tövbe etme veya öldürülme zamanı gelmiştir.

Ey Müslümanlar! Aziz, Kadîr, Veliy, Nasîr, Aliy ve Kebîr olan Rabbinizin şu sözlerini iyice düşünün:

“Mü’minlere yardım etmek bizim üzerimizde bir haktır.”1

“Eğer siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit tutar.”2

“Gerçekten de Biz peygamberlerimize ve iman edenlere dünya hayatında da, şahitlerin şahitlik yapacağı kıyamet gününde de yardım edeceğiz.”3

“Allah kafirlere, mü’minler aleyhinde hiçbir yol vermeyecektir.”4

“Ey mü’minler! Hep birlikte Allah’a tövbe edin ki, kurtuluşa eresiniz.”5

“Gevşeyip üzülmeyin! Eğer inanıyorsanız mutlaka siz üstün geleceksiniz.”6

 

Muhammed Reşid Rıza’nın mütalaalarını Türkçeye çeviren: Ali Rıza Temel

 

Dipnotlar:

1-. Rûm, 30/47.

2-. Muhammed, 47/7.

3-. Mü’min, 40/51.

4-. Nisâ, 4/141.

5-. Nûr, 24/31.

6-. Âl-i İmrân, 3/139. (Müfessir Reşid Rıza’nın özellikle Dâru’l-İslâm , Osmanlı Hilafeti, Dâru’l-İslam’ın tekrar kurulması, bunun sınırları, Ortadoğu’daki siyasi coğrafya, İslam Birliği’nin ihyası konularındaki görüşleri, 1930’lu yılların dünya şartları göz önüne alınarak değerlendirilmelidir. Bu gün bu şartların pek çoğunun değiştiği, yeni siyasi ve ekonomik yapılanmaların oluştuğu malumdur. Yeni şartlara göre yeni teklif ve projeler geliştirme ihtiyacı ortadadır. -Çeviren-)

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR