Dursun Karataş’ın Ölümü ve Devrimci Solun İmtihanı
Sosyalist eğilimlileri bünyesinde toplayan Fikir Kulüpleri Federasyonu 1965 yılında kurulmuştu. FKF, 1969’da kitleselliği önceleyen Dev-Genç’e dönüştüğünde İbrahim Kaypakkaya en aktif solcu militanlardan birisiydi. Ama daha sonra kitlesellik adına milliliği veya cuntacılığı savunan sol çizgiden ayrışmış ve Türkiye devrimci solu adına ilk defa Kemalizm’e köklü eleştiriler getirmişti. Ona göre Kemalist devrim orta burjuvaziyi yedeğe almış, komprador büyük burjuvazi ve toprak ağalarının hareketiydi. Yine ona göre “Devrimin önderleri, daha anti-emperyalist savaş yıllarında iken İtilaf emperyalizmi ile el altından işbirliğine girişmişlerdir; emperyalistler Kemalistlere karşı hayırhah bir tutum takınmış, bir Kemalist iktidara rıza göstermeye başlamışlardır.” Bu söylem TİKKO geleneği ile işlenmiş ve yaygınlaşmıştır. Kemalist soldan veya Leninist çizgiden eleştiriler almalarına rağmen sol kesim içinde bu konudaki çalışmaları sosyalist akademisyen Fikret Başkaya ve arkadaşları derinleştirmiştir.
Türkiye devrimci solu içinde Kemalist sistemi gecikmeli olarak eleştiren ikinci kitlesel akım ise Dursun Karataş önderliğindeki Devrimci Sol (Dev-Sol) ve daha sonra aldığı isimle DHKP-C hareketidir. Bu çizgi Lozan’dan öncesine ilişkin resmi tarih anlatısını pek sorgulamamasına karşılık, Lozan sonrası Kemalist yapılanmaya Kaypakkaya paralelinde eleştiriler sunmuştur.
Türkiyeli muhalif sol içinde bu iki hareket çizgisiyle irtibatı olan veya ilişkiyi gözeten devrimci sol oluşumlar, genellikle Kemalizm ideolojisini, dayatılan resmi ulusal kimliği, ulusal sembolleri eleştirmişler, pek çok noktada da aşmışlardır. Aynı süreçte solun önemli bir bölümü ise diyalektik ve tarihi materyalist şemalarla gerekçelendirerek Kemalizm’e yaklaşmışlar ve ilericilik-yurtseverlik gibi kalıplarla Mustafa Kemal çizgisini olumlamışlardır.
Kemalist sola göre Kemalizm, sosyalizme giden ara devrim merhalesidir (olumlu anlamda burjuva devrimidir). Tarihi materyalizmin şemalarına Ortodoksça yaklaşan Kemalist sol; laik, pozitivist veya ateist Cumhuriyet kadroları ile birlikte, Aydınlanma Felsefesi’nin din karşıtı söyleminden ilham alarak Osmanlı tarihine ve Müslümanların ümmet anlayışına karşı tavır almış ve fırsat buldukça da saldırmıştır. Bu açıdan Atatürkçü söylemi aşamayan tüm Marksistler aslında “Türk” resmi ideolojisinin doktrinel taşıyıcıları ve demagojik propagandistleri konumundadırlar.
Öncelikle Türkiye solunu veya sosyalistlerini, Kemalizm ve ulusal semboller karşısındaki tutumları çerçevesinde ayrıştırmak gerekir. Türkiyeli İslami kesim içinde Kemalizm’le ve ulusal/milli kimlikle bazı tevillere sığınarak uzlaşanlar ile demagojik tevillere sapmadan uzlaşmayı zulüm veya şirk kabul edenler olduğu gibi; Türkiye solunda veya sosyalistlerinde de egemen söylemle bu konuda uzlaşanlar ve uzlaşmayanlar söz konusudur. Öte yandan Abdullah Öcalan liderliğindeki PKK çizgisinin ulus karşıtlığı ise sadece “Türk olgu”suyla sınırlıdır ve bu yüzden bu hareketin söz konusu Kemalizm ve ulusçuluk karşıtlığı oldukça tartışmalıdır. Zira PKK, bir anlamda Kemalizm’in bir versiyonunu üretmeye yönelirken, ulusçuluğun da “ezilen halk” başlığı altında bir başka alternatifini mayalandırmıştır.
Dursun Karataş 1970’e gelindiğinde Marksist-Leninist bakış açısıyla, Mahir Çayanların “sömürge tipi faşist rejim” kabul ettikleri Türkiye sistemine karşı kurdukları ve şiddeti önceleyen THKP-C çizgisini yeni bir devrimci gelenek yaratma ideali ile 1978’de Dev-Sol ve 1994’ten sonra DHKP-C ile yaşatmaya, aşmaya ve sürdürmeye çalışan hareketin lideriydi. Dursun Karataş’ın hapishaneden firar ettiği dönemden itibaren önce Türkiye içinde, bilahare Avrupa’da hareketin yöneticiliğini üstlenmişti. Yakalandığı kanser hastalığından kurtulamayarak 11 Ağustos 2008 günü Avrupa’da öldü. Karataş’ın cenazesi 13 Ağustosta kendi taraftarları ve diğer sol örgütlerin katılımıyla gerçekleşen bir törenin ardından Rotterdam’dan Türkiye’ye gönderildi.
Zamangazetesi Karataş’ın ölüm haberini “29 baskından kurtuldu kanserden öldü” başlığı ile duyurdu. Kemalist sistemin Dursun Karataş’ı yıllarca hapsetmesine, işkence etmesine, firarından sonra da ele geçirmek için yoğun çabalar sarfetmesine ve hatta bir takım mafya unsurları aracılığıyla öldürtmeye çalışmasına rağmen Zaman’ın, Karataş’ın “Ergenekon’la irtibatının olabileceği” şeklinde haberler yapması sağcı refleksin tipik bir tutumu. Devlet mafyası anlamına gelen Ergenekon ve benzer yapılanmaların sağcı, solcu veya İslami bütün ideolojik grupların içine sızıp kendi çıkarları ve resmi ideolojilerinin bekası için bazı tertiplere girme çabaları; DHKP-C’ de dahil olmak üzere çeşitli örgütlere sızma girişimlerini söz konusu oluşumların Ergenekon tarafından kurulduğu şeklinde yorumlamak devletin klasik bir karalama taktiği. Aynen Ergenekon şebekesinin Turan Çömez örneğinde olduğu gibi AK Parti yönetimine sızması, AK Parti’nin derin devlet tarafından kurulduğu; veya Fethullah Gülen çizgisindeki Türk kolejlerini ilk defa Türkiye dışında örgütleyen Nurettin Veren’in şimdi ulusalcı darbeciler safında yer almasının Fethullah Gülen çizgisindeki “hizmet cemaati”nin devlet tarafından oluşturulduğu anlamına gelmemesi gibi. Bu tür girişimler deriniyle legaliyle Türk devletinin, Türk resmi ideolojisinin varlığını devam ettirebilmek için muhalif hareketlerin içine sızmak ve onları saptırmak amacıyla gerçekleştirdiği teşebbüslerdir.
Arkadaşları tarafından Karataş’ın son günlerine kadar bilincinin açık olduğu ve hareketin geleceğini düzenlediği açıklandı. DHKP ise yayınladığı bildiride onun son günlerine kadar görevinin başında olarak kendilerine son vasiyeti bıraktığını belirtti. Avukatları ve Karataş’ın ağabeyi 12 Ağustos’ta TMMOB’da yaptıkları müşterek basın açıklamasında cenazenin İstanbul’a getirileceğini ve Karataş’ın “Anadolu insanının geleneklerine göre defnedileceği”ni belirttiler. Daha sonra da avukatı Taylan Tanay, cenazenin Gazi Mahallesi’ne götürüleceğini ve Yeşil Cami’de öğle vakti kılınacak cenaze namazı ile Gazi Mezarlığı’na gömüleceğini açıkladı. Bu seyir, muhtemelen Karataş’ın vasiyeti doğrultusunda gerçekleşti.
DHKP-C Çizgisinin İslami Kesime İlgisi
Karataş’ın Türkiye’deki takipçileri Haklar ve Özgürlükler Cephesi (HÖC) adı altında faaliyet gösteriyor. HÖC 2003’te ABD’nin Irak işgaline ve 1 Mart Tezkeresi’ne karşı ittifak içinde olduğumuz Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu içinde en ağırlıklı gruplardan birini teşkil ediyordu. Küresel kapitalizme ve işgalci ABD emperyalizmine karşı sol ve İslami kesimin bu ittifakı, Filistin’de farklı dünya görüşlerine sahip olsalar da Siyonist işgale karşı Filistinli Müslümanların intifada ittifakına benziyordu.
Aslında Türkiyeli Müslümanların emperyalist yayılmacılığa karşı devrimci sol güçlerle paralelleşmeleri daha eskiye I. Körfez Savaşı’na uzanmakta. 1991 Körfez Savaşı’nda İstanbul’daki tevhidi uyanış sürecinin bağlısı Müslümanlar, ilk defa birlikte ve kitlesel olarak düzen ve emperyalizm karşıtı kimliklerini meydanlarda ve caddelerde sergilediler, Müslümanların kamuoyundaki sesi oldular. Ülkenin baskı ve sindirme psikolojisiyle kuşatıldığı o süreçte, inkılâpçı yönelim içinde olan Müslümanlar Türkiye gündemini belirlemiş ve Ortadoğu Müslümanlarının sevinci olmuşlardı. Cumhuriyet gazetesi bile İslami kesimin düzen ve ABD karşıtı protestoları nedeniyle birinci sayfadan “Toplumsal Muhalefet İslamcılarda” manşetini atmıştı. Aynı yılın Temmuz ayında İstanbul’a gelen Baba Bush’u protesto etmek için Müslümanlar kolluk güçlerinin çemberlerini yararak Beyazıt’ta gösteri yapmışlardı. Bu süreçte devrimci sol adına en önemli protestoları ise Dev-Sol gerçekleştirmişti. I. Körfez Savaşı sırasında 2 ABD askeri personeli öldürülmüş, bir ABD Hava Kuvvetleri subayı yaralanmış, bazı ABD ve NATO askeri ve lojistik tesisleri bombalanmıştı. Ama ABD Başkanı Bush’un Türkiye’ye geldiği 12 Temmuz 1991 tarihinde İstanbul’un çeşitli semtlerindeki evlere yapılan baskınlarda örgütün 10 militanı devletin kolluk kuvvetlerince kuşatılıp infaz edilmişlerdi. Süreç içinde devlet şiddeti karşısında ölmek ve öldürmek dairesi içinde yöntemi ve hedefleri açısından tartışılabilecek refleksler geliştirmişlerdi.
Hareket işkenceci kabul edilen bazı polis ve MİT mensuplarını ve üst düzey görev yapmış generalleri de öldürdü. Örgüt, devlet terörüne ve yargısız infazlara karşı bu eylemleri caydırıcılık oluşturmak amacıyla gerçekleştiriyordu. Ayrıca Batı emperyalizminin kontrolü altında olan düzeni, “kontrollü şiddet”e başvurarak yıkabileceklerini düşlüyorlardı.
Dev-Sol 1978’de Devrimci Yol’dan kopan Paşa Güven, Dursun Karataş ve Dev-Genç Genel Başkanı Bülent Uluer öncülüğü ile oluşturulmuştu.
Bülent Uluer, FHKC saflarında Siyonistlerle savaşmıştı. 16.09.2007 tarihli Vatan gazetesine verdiği röportajda şunları anlatıyor: “Filistin’e gezmeye gitmedim. El-Fetih gerillası oldum. İsrail’e karşı savaştım. Ve hayatımın en onurlu dönemlerinden birini yaşadım; esir düştüm. Sonra Birleşmiş Milletler’e verildim esir değişiminde ve Suriye’ye geldim. Hizbullah’la, Müslümanlarla beraber yattım. Yaralıydım, onlar bana baktı. Hizbullahçıları severim.” Uluer, 12 Eylül tutsaklığından kurtulduktan sonra Fransa’ya sığındı ve hareketten ayrılarak Devrimci Yol çizgisine geri döndü, ÖDP ile irtibata geçti.
Kurulduğu andan itibaren kapitalist sistem içi faaliyetleri ve sistemde görev alma pozisyonunu hep dışlayan Dev-Sol, 1970’li yılların sol kadrolarından bir kısmını bünyesinde toplayabildi. Ancak bu kadrolar da 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte büyük ölçüde tutuklandılar. Dursun Karataş’ın 12 Eylül rejiminde hapishanelerde geçen hayatı, örgütünü ve devrimci sol heyecanı yeniden oluşturmak açısından öncü bir rol üstlendi. İşkenceye karşı tavır, cezaevi şartlarının iyileştirilmesi, tutuklu ve mahkûmlara tek tip elbise dayatmasına karşı eylemler, sıkıyönetim mahkemelerindeki doktrinel savunmalar ve tutuklu hakları için başta kendisinin başlattığı ölüm orucu eylemleri, kendileri ve diğer sosyalist akımlar açısından moral oluşturdu. Sonra idamlar, uzun mahkûmiyetler ve firarlar. Bu süreçte zaafları ortaya çıktığı söylenen Paşa Güven’e suikast düzenlendi ve daha sonra 1991 yılında Fransa’da öldürüldü.
İlk kurucu üçlünün dağılması ve Karataş’ın en yakını olan Bedri Yağan’ın, “Dursun Karataş’ın örgütü benmerkezci bir anlayışla ve bir merkez komite olmaksızın yönettiğini” savunarak örgüt içi darbe girişiminde bulunmasının ardından Yağan grubu, kanlı bir şekilde tasfiye edildi ve Karataş, önderliğini pekiştirdi. Karataş halkın haberi olmasa da kendini halkın devrimci iktidarı için adama kararlılığındaydı. Bu hayali uğrunda önemli fedakârlıklar yaptı ve kadrolarını bu stratejik hedef için eğitebilmek amacıyla önemli eğitim metinleri oluşturdu. İllegal şartlar altında hareketini geliştirmeye çalıştı.
Müslümanlar açısından DHKP-C ile yolların kesiştiği en önemli alanlardan birisi de hapishane direnişleri oldu. Hapishanelerin işkencehane şartlarına dönüşen yapısına direnen sol siyasi tutuklular arasında en belirgin yeri olan grup olan DHKC ile Müslüman siyasi tutukluların belli yerlerde irtibatları ve eylem birliktelikleri oldu. irtibat kurabildikleri ve kısmen dayanıştıkları en yakın grup üyeleri DHKP-C mensupları oldu. Ayrıca 28 Şubat 1997 Darbesi’ne karşı yükseltilen başörtüsü eylemlerinin en can alıcı noktalarında Müslüman direnişçilere en yakın ekip onlardı.
Sol Devrimciliğin Açılımları
Dursun Karataş, devrimci sol mücadelede en büyük kaybı ve çözülmeyi, stratejik hedefe gereği gibi yoğunlaşmamada gördü. Onun için Türkiye’de işbirlikçi düzeni ve emperyalizmi geriletmenin en önemli aracı, siyasileşmiş “askeri savaş” stratejisi idi. Bunun için “kontrollü şiddet” amaçlandı. Ama gerçekten kontrollü şiddet şemalandırması ile kitleyi muhalif bir bakış açısına hazırlayacak gerekli bir süreç geçmeden, masa başı planlarıyla ve dindar kitle partilerinin lokallerine uzanan kundaklama operasyonlarıyla faşizan düzen vakıasına karşı ilerlenebilinmiş miydi? Bu konuda başarısızlık veya yanlışlıklar söz konusu olduğunda ne yapılacaktı ve bu konuda yeterli bir kurmay heyet yeterliliği söz konusu muydu? Yoksa 1905 Devrimi’nin mağlubiyeti hakkında“Rusya’da süregelen gerilla savaşı ve korkunç şiddet hareketleri elbette bir ayaklanmanın doğru taktiğini öğrenmede kitlelere yardım edecektir.” diyen Lenin gibi ihtilâla hazır veya hazırlanabilir bir halkın varlığı mı söz konusu ediliyordu? Kaldı ki Rusya’da 1905–1907 mağlubiyetinden sonra kitlelerin ayaklanmaya yeteri kadar hazır olmadığı görülmüş ve mücadele tarzları da örgüt şekilleri de değiştirilmişti.
Buradaki amacımız muhalif sol bir hareket liderlerinin ölümü üzerinden sol ile ilgili bir metot tartışması ve eleştiri sayfası açmak değildir. Ancak sistem karşısında tutum belirlerken ayrışan sol oluşumlarda Kemalizm ve ulusalcılık sapmaları kadar, metot olarak “evrimci” ve “devrimci” yaklaşımların da önemli bir rol oynadığını hatırlatmaktır.
Lenin “Marksizm’de önemli olan lafızlar değil, muhtevadır. Değişmeyen tek şey onun yaşayan gücü olan diyalektik metottur.” demektedir. Ama diyalektik metot gibi insanın keşfettiği sihirli bir değnek var idiyse, 1989’da Berlin Duvarı yıkılmaz ve 1991’de komünizme geçiş aşamasını ifade eden SSCB çökmezdi. Bu çerçevede sol devrimciliğin ve diyalektik okumanın tek anlamı olmadığını belirtmemiz gerekir. Solun tarih ve toplum okumaları karşımıza “ekonomi politik” olarak çıksa da, yorumlar her yorumcunun tarihsel şartlarına göre değişiyor. İnişler çıkışlar içinde iktidar aşaması için tarihi ve sosyal şartları olgunlaştırmaya çalışan sol devrimcilik Batılı paradigma içinde “evolution” yani evrim; iktidar yürüyüşü ise “revolution” yani ayaklanma olarak değerlendiriliyor.
Lenin’e göre evolution aşamasında silahlı aksiyon yerine kitlelerin bilinçlendirilmesi, yöresel ayaklanmalar yerine ayaklanmanın sosyal ve psikolojik şartlarının hazırlanması öncelenmeli, şiarlaştırılmalıdır. Ancak gelişmeler bu şiarları aştığında artık ayaklanma ve fiili mücadele dönemine geçilir ki bu aşamaya da “revolution” yani devrim denilir. Ancak ister öncü savaş, ister siyasileşmiş askeri şiddet, ister darbe planlaması denilsin savunulan devrimciliğin, gerekli şartları oluşturmuş bir tutarlılığa mı, yoksa “Bir Çocukluk Hastalığı” olarak maceracılığa mı dayandığı tartışma konusudur. Bu konudaki tartışma ve ayrışmaları, sisteme sığınan ulusalcı sol, Kemalist sol veya liberal sol sapma ile karıştırmamak gerekir.
Türkiye gibi halkı Müslüman olan ülkeler, Batılı paradigmayı oluşturan ekonomik, siyasi ve kültürel şartların sosyolojik kalıplarıyla değerlendirildiği zaman, çelişkiler oluşmaktadır. Bu nedenle Marksist sol, İran İslam İnkılâbı’nı tarihi materyalizmin şemaları ile izah etmekte zorlanmıştır.
Halkı Müslüman olan ülkelerde toplumsal yapı hakkında -ki çoğunluğu yarı sömürge sistemlerince ve işbirlikçi iktidarlarca yönetiliyorlar- sosyalist devrimci anlayış tarihi yasaların, mekanik şekilde değil de toplumsal süreçlerin iç içe girmesiyle ve halkların kolektif iradesiyle irtibatlı olduğunu gördüğünde daha gerçekçi okumalar yapabilir. Bu çerçevede bir devrimci solcu, içinde bulunduğu olguyu ve Müslüman halkların iradesini değerlendirirken, devrimi evolution boyutuyla da revolution boyutuyla da okuyabilir. Devrimci sol bakış daha nesnel tespitler için halkı Müslüman olan ülkeleri çözümlerken, Müslüman halkları tanımlayan İslami değerleri bilmelidir. Bu konudaki cahillik Batılı paradigmanın öğrettiği ezberi tekrarlamak sonucuna götürür.
Müslümanların ağırlıklı olduğu toplumlarda diyalektik tarihi şemaları mekanik olarak okuyan sosyalistlerden, halkların İslam’a olan geleneksel saygısına ve İslami değerlere, gericiliğe/feodaliteye ait unsurlar olduğu savıyla düşmanlık beslemeyen adeta yok gibidir. Ama özellikle Müslümanların ağırlıklı olduğu toplumları, tarihi materyalizmin şemalarına sıkıştırmayan -ki zaten uymuyor- sosyalistler ise; zulme, sömürüye ve kapitalist emperyalizme karşı çıkarken paralelleşen kaygılar taşıyan başka dünya görüşleriyle dayanışmayı ve onları anlamayı gözetmelidirler. Filistin intifadasında yer alan Marksist FHKC’nin HAMAS’la, İslami Cihad’la, Hizbullah’la ittifakı bu nedenle önemlidir.
DHKP-C çizgisinin halkın değerlerine saygı adına kendi “devrim şehitleri” için Sultanahmet Camii’nde mevlit okutması, 28 Şubat cuntacılarına karşı yürütülen başörtüsü direnişine destek vermesi, ABD emperyalizmine karşı gerçekleştirilen 2002–2003 eylemlerinde İslami kesimle dayanışmayı gözeten tutumu dikkate değerdir.
Öyle ki, “Anadolu’nun geleneksel değerlerine” saygı adına da olsa Karataş’a cenaze namazı kıldırması, mevlit okutturma adına camiye adım atılması, anti emperyalist cephede İslami kesimle ortak eylemlerin paylaşılması ve İslami bir inanç taşımamalarına rağmen 28 Şubat darbecileri karşısında yükseltilen başörtüsü direnişine destek vermeleri birçok sol fraksiyon tarafından oportünizm veya revizyonizm olarak değerlendirilmiştir.
Belki de kısmen bu eleştirileri karşılamak kaygısıyla hareket zaman zaman Marksist-Lenininst itikada bağlılığını pekiştirecek doktrinel ezberini miting alanlarında sloganik olarak tekrarlamaya başlamış; hatta son dönemlerde Kemalist ve ulusalcı sol ile birçok konuda paralelleşen söylemler geliştirmiştir. Ayrıca son dönemde taban kaygısıyla Alevi vurgusunun belirginleşmesi ve cem evleriyle irtibatın yoğunlaştırılması da dikkat çekicidir. Yine hareketin haftalık dergisi Yürüyüş’ün, Kemalist sistemle AK Parti hükümetini özdeşleştiren sloganik ve analiz düzeyi sığ söylemlere çok fazla abanması; HÖC’ün 27 Nisan 2007 muhtıra sürecinde TKP söylemini çağrıştıran bir tarzda “Kahrolsun Darbeciler, Kahrolsun Şeriatçılar!” başlıklı bir bildiri yayınlaması da ilginç olmuştur.
Bu tarz gelgitler DHKP-C’nin kafa karışıklığını ortaya sererken Dursun Karataş’ın cenaze namazının da -kendi vasiyeti ile kılındı ise- bazı sorulara yol açtığı söylenebilir:
Ölümünün ardından hareketin oluşturacağı önderlik, Karataş’ın çizgisinde rastlanan Türkiye halkının ve Ortadoğu’daki anti-emperyalist direnişin İslami değerlerini gözeten açılımını tekrar ele alıp geliştirebilecek midir? Hareket, Türkiye’deki toplumsal yapıyı ve mücadele süreçlerini materyalizmin mekanik tarihi şemalarıyla mı okuyacak; yoksa Batılı paradigmaya ait tarihi materyalist şemaları Avrupa tarihini okumaya özgü kılarak, başka tarihi oluşumları ve paradigmaları da anlamaya çalışacak mıdır? DHKP-C ve devrimci sol ekoller kimliklerini kapitalizmi üreten Batılı paradigmadan ayrıştırabilecekler mi; yoksa Kemalist sol gibi Aydınlanmacı bir kafayla Türkiye’deki kitlelerin en önemli ortak paydası olan İslam’a karşı tavır alıp Müslüman potansiyele daha da mı yabancılaşacaklar?
- Haklarımızı ve Taleplerimizi Egemenlerin İnsafına Terk Etmeyeceğiz!
- Kur’an, Sabır ve Direniş Ayı Ramazan’a Merhaba!
- Ergenekon’un Gücü AK Parti’yi Kapatmaya Yetmedi!
- AYM Kararı: Laiklik Sopasını Siyasetin Tepesinde Tutmaya Devam!
- Cami Derneklerinin Gelirleri Gasp Edilmek İsteniyor!
- Tuzla’da Kapitalist Vurdumduymazlık Can Almayı Sürdürüyor!
- Başörtüsü Sorunu Yasakçıların İnsafına Bırakılabilir mi?
- Bu Ne Doymak Bilmez İştah Böyle!
- Zorla Atatürk’ü Sevdirme Çabası Savcılıktan Döndü!
- ABD ve Rusya’nın Güç Gösterisi: Gürcistan Savaşı
- Dursun Karataş’ın Ölümü ve Devrimci Solun İmtihanı
- Çin'deki Uygur Müslümanlarının Istırabı En Az Tibetliler Kadar Büyük
- Kur’an, Ramazan ve Muhasebe
- Arınma Seferberliği: Ramazan
- “Kur’an Nesli Şurası” Ertelenemez Önemli Bir Sorumluluktur
- Sınırları Aşmak, Mesajı Çoğaltmak
- Karun Kıssasını Yeniden Düşünmek
- Tevrat’ın Mübelliği Hz.Yahya ve Şehadeti
- “Kendinizi Öldürün” Ayeti Üzerine
- “Hayat Kitabı Kur’an”da Yaratılış ve Kadın
- Mahmud Derviş: Filistin’le Kaynaşan Karşı Hafızanın Şairi
- Türk Romanında Yozlaşma Olgusuna Genel Bir Bakış
- Doğu da Batı da Allah’ındır!