Dönüşmek Değil, Dönüştürmek Hedefimiz Olmalı!
Müslümanların güçlerini yitirdiği ve kapitalizmin egemen olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Batı’ya ait değerlerin egemen olduğu bu hayatta hakikat ile yaşanılan pratikler çoğu zaman çelişmekte ve bu çelişkiler zaman zaman her birimizde kafa karışıklığına ve handikaplara yol açmaktadır.
Allah’a karşı sorumluluk ve kul olma bilinciyle yaratılan insan aynı zamanda içsel ve dışsal birtakım ayartmalara da muhatap olmaktadır. Yani insan hem iyihem kötü hem doğru hem yanlış hem arınmışlığa hem de şeytanlığa eğilimli olmanın zıtlığını ve imtihanını yaşar.
Kur’an-ı Kerim’deki işaretlere baktığımız zaman da insanın dış etkilere açık bir şekilde yaratılmış olduğunu görürüz
“Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verene, sonra da ona iyilik ve kötülükleri ilham edene yemin ederim ki nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (91/7-10)
Peki, çift yönlü yaratılan insan doğruyu nasıl bulacaktır?
Mekânlar, zamanlar ve medeniyet formları değişse de insan fıtratı ilk yaratılıştan bu yana aynı kalmıştır. İnsan kendisi gibi yaratılmış olanların sınırlı aklı ile mi yoksa bizi yaratan ve başıboş bırakmayan Rabbimizin ilettiği ölçülerle mi doğru istikameti bulacaktır? Ayrıca ilk insanın da son insanın da dininin “tevhid dini” olduğu unutulmamalıdır.
Yukarıdaki ayetler ve benzerleri insan nefsinin arınma ile kirlenme arasında gidip geleceğini gösteren en güzel ya da en açık ilahi işaretlerdir. Düşünmek, irade sahibi olmak, tefekkür etmek ise bu kirlenmelere karşı korunmanın, mücadele etmenin en açık yoludur. Kaldı ki Kur’an’da ve ilmihal kitapları bağlamındaki kaynaklarımızda bu konularla ilgili örneklerimiz hep teknoloji-iletişim çağı öncesi ilişki biçimleriyle ilişkilidir. Ama bünyesinde kapitalizmi de taşıyan sanayi-iletişim devrimleri ile ilgili sosyal ortamlarda insan, insan-insan, insan-toplum, insan-çevre ve insan-ilah ilişkilerini yeni ihtiyaçlar ve hayat formları içinde yeniden vahyî ölçülerle tanımlayıp istişari temelde özgün sosyal modeller oluşturmak konusunda geç kaldık. İnsan fıtratı kıyamet saatine kadar aynı özelliklerini devam ettirecekse modernitenin kuşattığı hayatlarımızda günümüzü ve ufkumuzu takva düzeyinde diriltecek olan çağdaş ilmihallere ihtiyacımız bulunmaktadır.
Modern toplumlar bireyci, benmerkezci ve konformisttir. Bu bireyler genellikle sorumsuz, nihilist, seküler bir tutuma yönelim içindedirler. Popüler kültür insanı haz ve hedonizme mahkûm eder. Bu form Batı aydınlanmasının benmerkezci yaklaşımından yani bireycilikten kaynaklanır. İslam ise benmerkezcilik karşısında mümin şahsiyet kıldığı insanları aynı safta buluşmaya, karşılıklı sorumluluğa ve itidale davet eder.
Kendini ve kendi zevklerini merkeze alan bir akım yaygınlaştıkça toplumun fıtri ve tabii özellikleri çürümeye, bozulmaya başlar. Yani modern hayat veya popüler kültür nefsin, kişiliğin kirlenip kendisi için tüketim nesnesine dönüşmesi için çaba harcar ve kişilerin bozulmasıyla da toplumların bozulmasına neden olur. Bu nedenle ahlaki yozlaşmaya karşı çözüm arayışlarımızda bireyin şahsiyeti, kimlik oluşumu birincil derecede önem arzeder. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de ahlak kavramı izafi değildir ve hayatını inzal olan vahiy ile şekillendiren Resul’ün tutumu en yüksek ahlak olarak takdim edilir.
Ahlak, Rabbimizin sorumlu tutuğu kullarının ibadî ilkeleri yerine getirirken ve nehiylerinden sakınırken takınmış oldukları davranışların bütününü oluşturur. Yani müminlerin ahlakını belirleyen Kur’an’ın kendisidir. Bu açıdan ahlaki yozlaşmaya karşı bireyin şahsiyeti önemlidir. Bireyde şekil alan ve olgunlaşan ahlakın nihai hedefi ise toplumsal bazda vücut bulur. Şüheda nesli gücü, niteliği ve etkisi büyüdükçe toplumsal ahlak zindeliği; küçüldükçe toplumsal ahlakın zaafları artar. Ümmetçe zaafa düşmüşlüğümüzden ayrışıp maddi ve manevi olarak zindeleştikçe ahlaki olandan beklediğimiz sosyoloji de tabii ki çoğalacaktır.
Ancak yaşadığımız süreçte küreselleşme ile beraber özellikle 90’lardan sonra gözle görülür ciddi bir savrulma ile karşı karşıya kaldık.
Özalizm’in Türkiye’yi kalkındırmak özlemiyle muhtevayı/hadareti dikkate almadan gerçekleştirdiği liberal ve iletişim devrim kopyaları, sağladığı imkânlar yanında mahallemizi, fıtratımızı ve sahih değerlerimizi de çözen ciddi sorunlar getirdi. Özellikle bu süreçle birlikte Müslüman müteşebbisler arasında helal ve haramlar konusundaki net çizgiler kalkmaya, doğrularımız ile yanlışlarımız birbirine karışmaya ve birçok ahlaki zaaf normalleşmeye hatta makul görülmeye başlandı.
Hatta iş hayatında gayri meşru statü ve kazançlara yönelenler, vicdanlarını rahatlatma aldatmacası içinde senede birkaç kez umreye adeta günah çıkartmaya gider oldular. Hak ile batıl birbirine karıştı. Hatta bozulan ve kokuşan yapı sonraki nesillere aktarılır hale geldi. Oysa Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman Rabbimiz bizlere hakkın ve adaletin taşıyıcıları olmamızı emreder.
“Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, yakınlara yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (16/90; 68/4-12)
Resuller, yaşadıkları şehri, memleketi, toplumları vahye göre dönüştürme ve yeni bir şehir, yeni bir memleket, yeni bir toplum inşa etme misyonunu üstlenmişlerdir. Dönüşmek yerine dönüştürmek, değişmek yerine değiştirmek resullerin varisi olan bizlerinde asli sorumluluğudur. Kapitalist yaşam ve ulusal devletler cenderesindeki biz Müslümanlara da vahiyle yeniden dirilme, ıslah, ihya ve inşa görevini sünnetullah dairesinde kavrama ve tedricî olarak uygulama görevi düşmektedir. Ama önce ihya ve inşadan önce, var kalabilme, ıslah temelli bir diriliş…
Çürüme mi İnkılâp mı?
Yaşadığımız çağın modern çürümelerine karşı kendimizi ve nesillerimizi nasıl sahih değerler üzerinde tutarak kendi şartlarımızın inkılâpçısı olabiliriz? Bu bağlamda nasıl kolektif bir çabamız olmalıdır:
1- Öncelikle yenilmişlik psikolojisi ve kompleksinden arınmalıyız. Kendini zayıf, yetersiz ve başarısız görme halinden kurtulma yollarını geliştirmeliyiz. Çağın hastalığı olan “Herkes yapıyor!” can simidine karşı doğru söylem ve tutumlar geliştirmeliyiz.
Günümüz dünyasında “Herkes yapıyor!” demek “Ben yapmazsam herkesten farklı olur, dışlanırım!”demektir. Mehmet Dinç’in işaret ettiği gibi “Herkes yapıyor!” demek “Sende yaparsan herkesle ortak bir kimliğin olur!” demektir (Gençliğe Kitabe). Herkes yapıyor hastalığına ve günah işlemenin adeta özgürlük olarak algılanmasına karşı resullerin sünnetini ve Mekke cahiliye dönemi şartlarını yeniden gündeme getirerek çoğunluğun hamasetini aşıp, nitelikli ve küçük birlikteliklerin önemini işlemeliyiz.
2- Bireycilik ve benmerkezcilik hastalığına karşı İslami şahsiyet ve biz olma bilincini öne çıkarmalıyız. Çünkü bireysellik vahye ve fıtrata aykırıdır. Bireysellik daha çok sınırsız özgürlük,başkasına hesap vermeme neticesinde ahlaki denetimden uzaklığı da beraberinde getirir.Her alanda ahlaksızlık bir yaşam biçimine dönüşür. Oysa İslami şahsiyet erdemi, eminliği, takvayı ve diğer tüm iyi meziyetleri ilk önce Allah’ın kulu olduğuna inanarak kuşanır ve tanıklaştırmaya çalışır.
3- Dünya artık global bir köye dönüştü. Teknolojinin gelişmesiyle herkes her yere hemen gidebiliyor, herkes her şeyi şöyle veya böyle biliyor, her şeye hemen ulaşıyor ve herkes her şeyden anında haberdar olabiliyor. Sınırların ve mahremiyetin kalktığı bir çağda sınır ve mahremiyetimizi korumanın yollarını aramamız gerekiyor. Sanal olanın, gerçekliğin önüne geçtiği bir çağdayız. İnsanlar telefonlardan yüzlerini kaldırıp insanların yüzüne bakmıyor artık. 14 yaşında bilgisayar oyununa tutkun olan ve bilgisayar oyunu telkin ettiği için kendisini asan çocuğun nasıl bir ruh haline sahip olduğunu iyi tahlil etmemiz gerekir. Sosyal medya hesaplarımızdaki takipçi sayılarımızın artmasının ruh halimizdeki değişimini, çocuklarımızın sosyal medyada hiç tanımadığı insanların sözlerini dinlemesinin altındaki motivasyonu çözmemiz ve her zaman üzerinde ısrarla durduğumuz yeni bir fıkıh oluşturmamızın önemi üzerinde kafa yormamız lazım. Zira şartlar değişince yorumlarımızın da değişeceği hükmüne en fazla muhtaç olduğumuz bir süreci yaşıyoruz.
Ergenlikte “Ben kimim?” sorusunun iç çelişkilerini yaşayan gençlerimize gerçek dünyada cevaplar üretemezsek sanal dünya “ben kimim”e alternatif bir alan oluşturacaktır. Bu bağlamda eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in içinde yaşadığımız bu yeni çağı anlamak ve ona göre de bir fıkıh üretmemizi ifade eden “Görsel İdrakin Egemenliği ve Ahlak” başlığıyla yaptığı 9 Ocak 2019 tarihli değerli sunumu iyi analiz edilmeli. Görmez, konuşmasında sosyal medya ile ve özellikle görsellikle ilgili olarak artık yeni bir durumun ortaya çıktığına ve bu durumu Müslüman âlimlerin değerlendirerek doğru bir yönlendirme yapmaları gerektiğini vurguluyor. Dinî bilginin insanın cebine girmesiyle beraber birçok sorunda ortaya çıkmaya başladı. Bu durumun gençlerin zihninde nasıl bir tahribat yaptığının henüz konuşulmadığını belirten Görmez, özellikle “görsel idrak”in artık “aklın idraki”nin önüne geçtiğine dikkat çekerek, bununla beraber insanlığın üç hastalık ile karşı karşıya kaldığını belirtir:
a- Teferrüc: Seyretme hastalığı. İnsan müşahit olmaktan çıkar sadece seyirci olur. Dünya bir ekran medeniyetine dönüşür. İmaj gerçekliğin yerini alır.
b- Tecessüs: Başkasının özeline sahip olmak… Başkasının mahremiyetini görmek ve takip etmek...
c- Seyredilme, görülme hastalığı. Ekrandaki görüntümüze âşık olmaya başladık.
Mehmet Görmez, bu nedenle görsel idrakin esir aldığı insanlara bulaşan bu yeni hastalığa karşı yeni bir fıkha ihtiyaç olduğunun altını kalın harflerle çizer. Çünkü görsel idrak aklın ve kalbin idrakinin önüne geçerse görülmeyene iman azalır.
Görsel idrakin esaretinden nasıl kurtuluruz sorusuna ise “hayâ” ile cevabını verir Görmez. İnsanın yeniden hayat bulması için hayâ gerekiyor. Muhammed Aleyhisselam “Her dinin temel ahlakı vardır. Size getirdiğim dinin temel ahlakı hayâdır” buyurmaktadır. Dolayısıyla hayâ basit bir utanma duygusu değildir. Bir hayat tarzı, İslami bir haslettir.
Mümin kullarıma söyle gözlerini sakınsınlar, gözün hayâsıdır. Mümine kullarıma söyle gözlerini sakınsınlar, yine gözün hayâsıdır. Buradaki hayâ gözü veya yüzü çevirmek değil, imanın esası olan hayâyı kuşanmaktır. İnsanlığı cinsiyetin önüne geçirmektir.
1- Ekonomik, kültürel, siyasal veya örfi hayatın tüm alanlarında yozlaşma ile karşı karşıyayız. Buna karşı dünya sadece lezzet, zevk, keyif yeri görülmemelidir. Her şeyden mahrum kalmama hastalığına/söylemine karşı uyanık ve dengeli olunmalıdır. Müslüman olmak aynı zamanda ümmetin çocuklarına ve insanlığa karşı empati yapmak, isara sarılmak demektir.
2- Kökü moderniteye ait olan cinsiyetçi söylem artık ne yazık ki Müslüman çevreninde gündemine oturdu. Toplumsal cinsiyet eşitliği söylemi özellikle Müslüman ailelerin hedefi olmaya başladı. 2016 Ocak ayında Vogue dergisi “Nötr Cinsiyetler Kuşağını” konu edindi. 2017 Mart ayında Time dergisi “Beyonde He Or She” kapağıyla çıktı. 2017 Aralık ayında National Geographic dergisi kapağında trans bir fotoğraf kullanarak cinsiyet devrimi adını verdiği dosya konusunda çocuklarla LGBT üzerine konuşmalar gerçekleştirdi. Ve Türkiye’de de cinsiyet eşitliği üzerine birtakım söylemler son yıllarda gündem olmaya başladı. Aile ve dine karşı bir tehdit olan bu tür söylemleri iyi okumak, iyi analiz etmek masumiyetin temelini oluşturan çocuklarımızın, nesillerimizin ve toplumların ifsadına karşı uyanık olmak zorundayız. Yozlaşmanın diğer bir ayağı olan ve “Mümin erkek ve mümin kadınlar birbirinin velisidir.” ayetini tahrif edecek her türlü muharref gelenek ve modernitenin ürünü olan cinsiyetçi söyleme karşı doğru, tutarlı ve adilane tavır almak imani bir sorumluluğumuzdur.
3- Ev algımızı“Evlerinizi mescid edinin.” ayeti gereğince yeniden dizayn etmemiz gerekir. Değişen tüketim anlayışı içinde yaşadığımız ev kavramını da tükettik. İçinde yaşadığımız evlerin tarzını genellikle reklamlar telkin etti. Böylece evler sadece barınacağımız ve ümmet nüvesini büyüteceğimiz yerler olmaktan çıkıp statü tayin edici, prestij yansıtıcı, insanların gözündeki değeri tayin edici yaşam tarzının bir göstergesi oldu. Modern hayat ev algısını değiştirdi. Bugün evlerimiz her odası ayrı bir interaktif yaşam alanı gibi tasarlanmış. Birbirimizden ayrı yan yana yaşayabileceğimiz bir eğlence merkezi haline getirilen evlerimiz var. Kemal Sayar’ın ifadesiyle “Çoğumuzda mekânsal ev algımız geçici ev algısına dönüşmüş gibi.” O zaman da evlerimizde korformizmden, modernizmden ayrışmamız çok kolay olmuyor.
Evlerimizi yeniden bir tefekkür, dayanışma ve manevi bir çekim alanına dönüştürdüğümüzde vasat olanı da yakalamış olabiliriz.
4- Sorumlu olduğumuz İslami aktivitelere evde kalıp dizi film izlemek ya da 2. veya 3. dereceden mazeretler nedeniyle katılmamak da bir yozlaşmanın, ahlaki zaafın eğilimi olarak görülebilir. Bu konuda da uyarıcı ve tavsiye nitelikli hatırlatmalar önem arzediyor.
5- Tatil kültürümüzü gözden geçirmeliyiz. Tatil kavramı atalet, rehavet, dinlenme gibi anlamlara geliyor. Bir Müslüman açısından baktığımızda Müslümanın boş vakti olmamalıdır. Asra yemin eden Rabbimiz, akıp giden zamana dikkat çekerken o zamanın israf edildiğinde ise gelecek olan hüsrana vurgular yapar. Fıtri olan dinlenme ile ailece veya mekânsal sıla-i rahimi; hayatın sorunlarından kopuk bir rehavet ve eğlenceyi ifade eden tatil kavramlarını birbirinden ayırmalıyız. Bizim için ibadî ve dünyevi sorumluluklarımızdan kopuk tatil kalıbına büründürülmüş bir boşvermişlik yoktur. Rabbimiz “Yorulduğunda başka bir işe yönel.” buyuruyor. Tatil anlayışımızı modern ve kapitalist kültürünün bize dayattığı gibi değil bir dinlenme veya sıla-i rahim anlayışıyla inşa etmemiz gerekiyor. Bizim tatilimiz bireysel haz ve boş vermişliği ifade etmez.
6- Her alanda olduğu gibi modernizmin ve onun hayatımız üzerindeki tüm yansımalarına karşı fıtri ihtiyaçlarımızı, helal-haram sınırlarını öncelikli kılmamız gerekiyor.
Sonuç Olarak
Yaşadığımız bu cahilî çağda Müslümanlar olarak ümitsizliğe kapılmadan sorumluluğumuzu yerine getirme konusunda üzerimize düşeni hakkıyla yapmak en önemli şiarımız olmalı. Hayrettin Karaman hocanın ifadesiyle “Müslüman; elinden geleni yapan değildir! Elinden gelenin en iyisini yapan da değildir! Müslüman; gereğini ve gerekeni yapandır!”
Kolaycılık illetinden uzak durarak vazgeçmeden, küsmeden, usanmadan, az-çok demeden mücadeleye devam etmek…
Abdurrahman Dilipak ağabeyin ifadesiyle “Hiçbirimiz kuyudaki Hz. Yusuf kadar çaresiz ve yalnız değiliz.”
“Emr-ibilmağruf nehyi anil münker” gereği iyiliği emreden, kötülükten nehyeden bir topluluk olmayı ihmal etmeden, sözümüzde kırıcı değil ama net olmayı ve her daim doğruları dile getirmeyi şiar edinen hakkın ve adaletin şahitliğini üstlenmek… Belki söyleyeceklerimiz, duyacaklarımız nefsimize ağır gelse, canımızı acıtsa bile…
“Ben sizi rahatsız etmeye geldim.” diyen, Ali Şeriatiler, “Hedefimiz, Müslümanların İslamlaşması; sloganımız, inanmak ve mücadele etmek.” Diyen Aliya İzzet Begoviçler, “Şirin görünmek için, İslam’ı onlara asla olduğundan başka göstermeyeceğiz.” diyen Seyyid Kutuplar, “Bütün uyuyanları uyandırmaya bir tek uyanık yeter.” Diyen Malcolm X’ler aramızda hep olmalı ki ayaklarımız doğru yol üzere sabit kalsın.
- Normalleşme Yolunda Büyük Adımlar
- Sistematik İfsat Çabaları Karşısında Teyakkuzda Olmak
- Tesettür “Kimlik” Değilse Yozlaşmaya Açıktır
- Mahremiyet ve Ölçü
- Yozlaşma Tehdidi Karşısında Sağlam Durmak
- “Yozlaşma, Hepimizi Kuşatan Bir Olgu”
- Yozlaşan Yalnızca Tesettür mü?
- Seküler Dindarlaşma ve Tesettürün Sekülerleşmesi
- Asla Yan Yana Gelemeyecek İki Kavram: Tesettür ve Moda
- Müslümanca Bir Varoluş İçin Yeniden La Demek Gerek
- Gerçeklik ve Kurgu Arasında “Başını Açan Kızlar” Projesi
- Zarafetin Kıskacındaki Tesettür
- Dönüşmek Değil, Dönüştürmek Hedefimiz Olmalı!
- Kur’an-ı Kerim Tarihin Ürünü Değildir; Tarih ve Zamanı Yönlendirendir
- OHAL/KHK Mağduriyetleri İslami İnsan Hakları Mücadelesinin Konusu Olmalı Değil mi?
- İngiliz Basınında PKK
- Kitaplık
- Ruhum Üşüyor