1. YAZARLAR

  2. Mustafa Siel

  3. Diyalog ve Maskeler

Diyalog ve Maskeler

Aralık 2012A+A-

Sadıklık, yani özün, sözün ve hayatın birbiriyle çelişkisiz olması Kur’an’da çok vurgulanan bir husustur. Sadıklık, yüzlerde maske olmaması, insanın içinin ve dışının bir olması, içinin dışına yansıması durumudur. Kur’an’da gerçek Müslümanların en temel özelliklerinden olarak vurgulanmakla kalmaz, Tevbe Suresi 119. ayette Müslümanların, sadece sadık Müslümanlarla beraber olmaları gerektiği vurgulanır. Hatta sadece Müslümanlar değil, Müslüman olmayan kâfirlerin bile muhatap kabul edilebilmesi için, kendi din ve iddialarında sadık olmaları gerektiği pek çok ayette belirtilir. Böyle olmayanlarla, Furkan Suresi 63. ayette açıklandığı üzere, muhatap olunmadan “selam” deyip geçmek, Rahman’ın gerçek kullarının bir meziyeti olarak övülür.

Tebliğ, cahilî toplum ve tuğyani düzenlerde, en mühim sosyal kulluk görevimizdir. Tebliğ bir diyalog ve hakkı arama faaliyeti değil,  fikir ve duygu boyutlarında netleşilmiş hakkın, bilinçli ya da bilinçsiz inkârcılara iletilmesidir.

Gerek Mekki gerekse Medeni pek çok ayette; Maide Suresi 92 ve 99, Nahl Suresi 35 ve 82. ayetlerde olduğu gibi, peygamberlerin temel görevinin tebliğ, yani Allah’tan aldıkları mesajı aynen insanlara ulaştırmak olduğu net olarak belirtilmiştir. Nitekim Ğaşiye Suresi 21 ve 22. ayetlerde, Peygamberimizin sadece hakkı hatırlatmakla (müzekkir) sorumlu olduğu, insanları imana zorlamak (musaytir) görevinin olmadığı belirtilmiştir. Hz. Peygamber, Allah’tan direkt görevli iken, ona sadece tebliğ düşüyorsa, dolaylı olarak görevli olan bizlere de herhalde daha fazlası düşmez.

Bilindiği üzere Asr Suresi’nde iman ve salih amelin ardından, karşılıklı hakkın ve sabrın tavsiye edilmesi, gerçek müminlerin en önemli vasıflarından olarak ortaya konmuştur. Bu husus İslami toplum ve otoritenin olmadığı ortamlardaki Müslümanların, kendi aralarındaki en mühim sosyal görevleridir.

Hac Suresi 41. ayette açıklandığı üzere, İslami toplum ve siyasi otoritenin olması halinde, Müslümanlara düşen en önemli sosyal sorumluluk, emri bil maruf nehyi anil münker; yani geniş anlamda hakkın emredilmesi ve hak olmayanın nehyedilmesidir.

Ayetlerdeki “tavsiye” ile “emir” terimleri, günümüz Türkçesindeki kullanımları ile hemen hemen aynı anlamdadır. Aslında, “hakkı tavsiye” ile “emri bil maruf nehyi anil münker” aynı şeyi anlatır. Lakin cahilî toplum ve gayri İslami otoriteler altında yaşayan Müslümanlar; Nahl Suresi 36. ayette açıklandığı üzere, siyasi bazda tağutu ret, topluma tebliğ ve şahitlik, Asr Suresinde açıklandığı üzere de kendi aralarında ise birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye ile mükelleftirler. Çünkü kendi aralarında dahi yaptırıma dayalı bir otorite yokken, ancak böyle bir otorite olması durumunda söz konusu olabilecek bir uygulama olan emri bil maruf nehyi anil münker, değil toplum bazında, kendi aralarında bile hayatiyet bulamayabilir. Ancak gönüllü birlikteliklerde, gönüllü velayetin gereği ve neticesi olarak insanların kendi aralarında karşılıklı tavsiyeleşmeleri söz konusu olabilir.

Aynı görüşlere sahip iken, çeşitli nedenlerle oluşmuş farklı birliktelikler arasında ise hakkı ve sabrı tavsiye değil, yazıda açıklayacağımız anlamda bir diyalog söz konusu olabilir. Çünkü hakkı ve sabrı tavsiye için, manevi bir otorite olan karşılıklı ve gönüllü tanınmış bir velayetin olması gerekir.

Farklı birliktelikler oluşturan tevhidî oluşumlar ve muslihler arasında böyle gönüllü bir velayet otoritesi oluşmadığından, arzu edilse bile, hakkı ve sabrı tavsiye pratikte mümkün olmayabilir. Hakkı ve sabrı tavsiyenin oluşması için, ortak bir gönüllü velayeti oluşturacak bir diyalog sürecine girmek ve bu velayeti tesis etmeye çalışmak daha gerçekçidir.

Maalesef “tebliğ”, “hakkı ve sabrı tavsiye”, “emri bil maruf nehyi anil münker” ve Batılı bir terim olan diyalog birbirine karıştırılmakta, hatta tam tersi alanlarda kullanılmaktadır. Bu durum sadece dinler arası diyalog arayışındaki geleneksel İslami hareketlerde değil, tevhidî düşünce yapısı iddiasındaki İslami hareketlerde de görülebilmektedir.

İslami Ekoller ve Gruplar Arasında Diyalog Kaçınılmazdır!

Diyalog, bir meselenin farklı düşünen kişiler ya da gruplar bazında tartışılmasıdır. Bu tartışma iki amaçla yapılabilir. Birincisi, kendi doğrusunu karşısındakilere kabullendirme amacıyla. İkincisi, tarafların tartışarak, en doğruyu bulmaları amacıyla.

Bu tanımlara göre, Peygamberimizin (s) sadece birinci anlamıyla, gerek Mekkeli müşriklerle ve gerekse Ehli Kitabla diyaloga girdiğini, gerek siyerden ve gerekse Kur’an’daki pek çok ayetten anlıyoruz. İkinci anlamda, yani tartışarak doğruyu bulma amaçlı diyalog ise Peygamberimiz gibi Allah’ın elçisi ve vahiy bilgisiyle inşa edilen birisi için, asla söz konusu olamazdı ve olmamıştır.

Lakin İslami farklı mezhep ve ekoller arasında, ikinci anlamda diyalog çalışmaları yapılabilir ve yapılmalıdır. Peygamberimizden sonra hiç kimse Allah’ın direkt elçisi bir konumda olmadığından, kendi İslami anlayışının mutlak doğru olduğunu iddia edemez. Bu nedenle, kendini İslam’a nispet eden tüm mezhep ve ekoller; geleneksel ve tevhidî anlayış ve hareketlerin, hakkı bulmak için tartışma anlamında diyalog içinde olmaları önemlidir. Fakat bunlar arasında, birinci anlamda; yani kendi doğrusunu tartışarak karşısındakine kabul ettirme amaçlı bir diyalog, açıkladığımız neden dolayısıyla asla söz konusu olmamalıdır.

İslami mezhep ve ekoller arasında, hakkı arama amaçlı diyalog; bir taraf doğruya en yakın bile olsa, karşılıklı iyi niyet ve ihlâs söz konusu ise zaten meyvesini verecek ve diğer taraf hak görüşe yaklaşacaktır. Bu arada, doğruya daha yakın olan taraf, hem doğrularını teyit etmiş hem de kendi eksik ve kusurlarını tespit ederek, düzeltme imkânına kavuşmuş olacaktır.  Bir tarafın bile doğrularını dikte edici bir niyetle bulunduğu diyalogda ise karşılıklı mezhebî, fikrî, grupsal ve nefsî marazlar ortaya çıkacak, kaş yapayım derken göz çıkarılacaktır.

Özcesi İslami mezhepler ve  ekoller arasında; tarafların karşılıklı olarak doğruyu bulma amaçlı ve halis niyetli olarak diyaloga girmesi hayırlara vesile olabilir. Eğer amaçlar ya da niyetler farklı ise yani yüzlerde maskeler var ve takiyye söz konusu ise o diyalogdan bir hayır çıkmayacağından, yapılmaması daha uygun olacaktır.

Dinler Arası Diyalog Nasıl Mümkün Olabilir?

Günümüzde tevhidî düşünceye sahip Müslümanların gündemindeki önemli bir konu da diğer din ve ideolojilerle diyalog ve işbirliği yapılıp yapılamayacağıdır. Bu konuda, geleneksel İslami anlayış üzerine temellendirilmiş bir hareketin; dinler arası diyalog çalışmaları, genelde ıslah çizgisindeki Müslümanlar tarafından zaaflı bulunmaktadır. Ayrıca İslamcılık, inkılâbilik veya radikal Müslümanlık iddiasında bulunmuş bazı kişi ve çevrelerin, liberal ya da sol gruplarla diyalog ve dirsek temasına girdiği müşahede edilmektedir. Hatta “sol İslam” ya da “İslami sol” gibi, adeta İslam’ın sol bir yorumu, kendini İslam’la irtibatlandıran bazı kesimler arasında neşet eder görünmektedir.

Tüm konularda olduğu gibi, bu konularda da temel ve mutlak referansımız, Kur’an ve onu en güzel şekilde hayatında uygulayıp örnekleyen Peygamberimiz olması gerektiği, bu yazının hedef muhatabı olan tevhidî anlayışa sahip Müslümanların tartışılmaz başlangıç noktasıdır. Konuyu Kitab ve Sahih Sünnet-Siyer ışığında netleştirdikten sonra; mantık, tarih ve tecrübeler ışığında da inceleme, bu konuda yakini bir kanaate ulaşmak açısından faydalı olacaktır.

Kur’an’ı ve Peygamberimizin hayatını incelediğimizde, Ehli Kitab sayılan Yahudi ve Hıristiyanlarla ilişkilerin, onlar yamukluk yapmadıkları sürece olumlu; hakkı onlara kabullendirme anlamında diyalog ve hayırlarda işbirliğine dayandığını net bir şekilde müşahede edebiliyoruz. Mekki ayetlerde, Ehli Kitabla ilgili genelde olumlu ifadeler kullanılırken; onlar hakkında kullanılan olumsuz ifadeler; onların dinlerini değil, dinlerindeki anlayış ve yaşayış bozuklularını hedef almaktadır.

Medine’de, Yahudilerle yönetim konusunda, Peygamberimizin temsil ettiği İslami iktidar şemsiyesi altında Medine Vesikasının hazırlanmış olması; Yahudilerin dinlerinin aslı ve iyi niyetli Yahudiler olumlanırken, dinin bozulmuş kısımları ile kötü niyetli Yahudilerin olumsuzlanması bu diyalog ve işbirliğini göstermektedir. Öyle ki, bu diyalog ve işbirliği ortamını bozan hususun; Yahudilerin çok büyük ihanetleri olduğu, Kur’an ve Siyer bilgisinden anlaşılmaktadır.

Yine Medine’ye dışarıdan görüşmek üzere gelen Hıristiyan gruplarına gösterilen olumlu tutum ve davranışlar; Yahudi ve Hıristiyanların Ehli Kitab olarak cizye ehli sayılıp, kitaplarınca yaşamalarının imkânının sağlanması, hatta teşvik edilmesi önemlidir.

Bu değerlendirmeleri yaparken şu hususu mutlaka dikkate almalıyız: O gün Arabistan yarımadasında yaşayan, Kur’an’ın muhatap aldığı Yahudi ve Hıristiyanlar, tahrif edilmiş de olsa kitaplarına iman ediyor ve ona göre yaşamaya; toplum ve devletlerini ona göre yönetmeye çalışıyorlardı. Yani seküler ve laik değillerdi. Bu nedenle Kur’an, onları önce İslam’a davet ediyor, eğer kabul etmezlerse, hiç olmazsa dinlerindeki şirk ve diğer büyük yanlışları atıp, kitaplarına göre yaşamaya çağırıyordu.

Dikkat edilmesi gereken diğer bir husus, İslam’la Ehli Kitab ilişkilerinde Peygamberimizin hiçbir zaman, Ehli Kitabı bir veli ve hami konumunda kabul etmemiş olduğudur. Mekke döneminde, sadece uzaktan Ehli Kitaba değinilip, özellikle kurumsal ilişkilere girilmemiştir. Medine döneminde ise hep İslam’ın ve Müslümanların tebliğ ve daveti, velayet ve üstünlüğü söz konusu olup, İslam hiçbir zaman Ehli Kitabın koruyucu kanatları altına girmemiştir. Maide Suresi 51. ayette olduğu gibi, Ehli Kitabı veli edinmenin açıkça yasaklandığı pek çok ayet, bunu net olarak göstermektedir.

Yine dikkat edilmesi gereken bir husus da Ehli Kitabın öncelikle tebliğe muhatap kılınmakta ve ısrarla İslam’a davet edilmekte olduğudur. Bunun mümkün olmaması durumunda, hiç olmasa kendi dinlerini, şirk ve diğer büyük yanlışlardan arındırarak, kitaplarına göre, adam gibi yaşamaları tavsiye edilmektedir. Nitekim Âl-i İmran Suresi 64. ayette bu durum açıkça ifade edilmektedir.

Peygamberimiz geldikten sonra, Ehli Kitabın İslam’a davet edilmediği, kendi dinlerinde de kalmalarının meşru olduğu şeklindeki kabul asla doğru değildir. Pek çok ayette ve Beyyine Suresinde, Ehli Kitabın da Müslüman olması gerektiği açıkça ifade edilmiştir. Lakin Bakara Suresi 256. ayette ifade edilen, dinde zorlama olmaması ilkesinin bir gereği olarak;  Ehli Kitab, İslam’a zorlanmayıp hesapları ahirete bırakılmakta, dünyada ise şirk koşmamaları ve en azından kitaplarının gereğini yerine getirmeleri tavsiye edilmektedir.

Bu açıklamalardan sonra, günümüzdeki Ehli Kitab mensuplarıyla diyalog ve işbirliği konusuna da kısaca değinelim. Öncelikle, günümüzde pozitivist felsefeyi benimseyen kişilerin Ehli Kitab olup olmadığı konusu sorunludur; onların bozuk da olsa, gerçekten Allah’a ve ahiret gününe iman ettikleri bile şüphelidir. Gerçekten Ehli Kitab sayılabilecek kişi ve kurumlarla diyalog ya da işbirliği ise Müslümanlar ancak gerçek bir istişari mekanizmaya sahip olduklarında anlam ifade edebilir. Böyle bir durumda bile öncelikli olan tebliğ ve davettir. Tebliğ ve davet olmadan diyalog ve işbirliği, o insanların hakkı duymaktan mahrum kalmaları, dolayısıyla öncelikli görev olan tebliğ vazifesinin yerine getirilmemesi manasına gelmektedir. Maide Suresi 65’ten 69’a kadar olan ayetlerde bu husus vurgulanmaktadır. Zaten, tebliğ ve davet yapılmadan, sağlıklı bir diyalog ve işbirliği ortamı oluşması da mümkün değildir. Ama tebliğ amaçlı hiçbir diyalog şirk ve dehri otoritelerle müdahane (uzlaşı) içinde olmamalı, tevhidî kimliğini gizlememeli ve vahyin üzerini örtmemelidir.

Bir söz vardır, “Kendisi himmete muhtaç dede, kime himmet ede” diye. İslam âlemi denen âlemin, bugünkü facia haliyle, Ehli Kitab ya da başka kâfirlerle diyalog ve işbirliği içine girerek onlara tebliğ ve davet konusunda faydalı olması zaten oldukça uzak bir şey. Çok daha öncelikli olarak İslam coğrafyasındaki değişik grup, ekol ve mezheplerin mensuplarının diyalog ve işbirliği içinde olması; öncelikle Müslümanım diyen milyonlara gerçek İslam’ın yeniden duyurulması (tebliği) ertelenmemesi gereken bir görevdir. Tabiri caizse, günümüzde ümmet için tebliğ ve diyalog farz, Ehli Kitaba tebliğ ve diyalog ise sünnet mesabesindedir. Tabi zikrettiğimiz şartlar çerçevesinde.

Farklı İdeolojilerle Diyalog Kurmak

Ehli Kitab olmayan diğer din mensuplarıyla diyalog ve işbirliği konusu da Yahudi ve Hıristiyanlarla ilişkilere kıyasla incelenmelidir. Yani tevhid ve ahirete iman ile ellerindeki (varsa) kitapların ve mensuplarının günümüzdeki durumu baz alınmalı, Ehli Kitab vasfı taşıyorlarsa aynı süreç onlar için de söz konusu olmalıdır.

Günümüzde, aslında birer din sayılması gereken ideolojilere mensup olanlarla nasıl bir ilişki kurulması yönünde tezahür eden sorulara cevap ararken de aynı kıstasların baz alınması gerekmektedir. Çünkü hayatın anlamı ve İslam’ın mesajı; tevhid ve ahirete iman ile buna göre yaşam temeline dayanmaktadır. Bu nedenle, herhangi bir ideoloji ile ilişki durumunu tespit ederken, bu temellerden hareket etmek kaçınılmaz olacaktır.

Kur’an’ın ilk muhatabı olan Mekke toplumuna baktığımızda, Ehli Kitab ile günümüz ideolojilerinin arasında bir yerlerde konumlandıklarını görüyoruz. Yani Allah’a ortak koşma, genelde ahireti inkâr, haz ve çıkarların hedef alınarak (hevanın ilahlaştırılarak) yaşanan bir hayat anlayışı… Hemen hemen günümüz İslam dünyasındaki ulus toplumların çoğunluğunun içine sürüklendikleri durum gibidir.

Günümüzde yakin ifade eden vahyin dışında şekillenen tüm ideolojilerin ise Allah’ı ve ahireti açıkça ya da gizlice inkâr veya tezyif temeline dayandığı açıktır. Kur’an’da, Allah’ı en büyük ilah kabul eden ve Nebe Suresi 1’den 5’e kadar olan ayetlerde görüldüğü üzere ahreti belli belirsiz reddeden Mekke müşriklerinin çoğunluğuyla bile, hakkın tebliği amaçlı ama cahilî tutumlarına meşruiyet sağlayacak bir işbirliğine girilmeden diyaloglar söz konusu olmuştur. Rasulullah’ın (s) Siretinden okuduğumuz müşriklerin yemeğe daveti gibi yaşanmışlıklar bu diyaloga örnektir. Tekrar vurgulayacak olursak; bu diyaloglar tağuti uygulamaları onaylayan veya tevil eden tarzda bir diyalog ve işbirliği değildir.

Ehli Kitab ve Mekke müşrikleri ise her ne kadar geldikleri nokta itibarıyla şeytanileşmiş iseler de köken olarak Rahmani temele, yani tevhid ve ahiret temellerine dayanıyor. Ehli Kitab, hâlâ kitap, kulluk ve ahiret merkezli bir hayatı muhafaza iddiasında olduğundan, onlarla tebliğ amaçlı diyalog ve doğrularda işbirliği söz konusu. Mekke müşrikleri bu iddialara sahip olmamakla beraber, Allah’ı ve ahireti kökten reddetmediklerinden, onlara sadece hakkı tebliğ amaçlı bir diyalog söz konusu.

İdeolojilerle diyalog ve işbirliği değil, tebliğ ve davet bazında bir ilişki kurulmalıdır. Malum olduğu üzere, ideolojilerin temeli gaybı tamamen inkâr üzerine dayanıyor. Fransız İhtilalıyla, Katolik Hıristiyanlığını inkâr temeliyle ortaya çıkmış olsalar da bu inkâr, hakkı bulma eğiliminden çok, yeryüzünde ilahlık ve rablik ile dünya cenneti kurma ideallerine dayanıyor. Tıpkı, Araf Suresi 20 ve 21. ayetlerde, şeytanın Âdem ve eşine vaat ettiği mülk ve ebedilik iddiası gibi.

Özcesi ideolojiler Rahmani değil, şeytani bir temele dayanıyor. Bu temel, istisnasız tüm ideolojilerin temelidir. Kemalizm, liberalizm, komünizm, milliyetçilik ve diğer ideolojiler arasındaki fark, sadece yöntem ve hedef farkıdır. Birbirlerine muhalif görünen bu ideolojiler, aslında zıt kardeşlerdir.

Mesela liberalizmi ve milliyetçiliği, helak edilen kavimlere ait kıssalarda görebiliriz. Kehf Suresi 32’den 44’e kadar olan ayetlerde anlatılan bahçe sahipleri kıssasında olduğu gibi; insanların işine karışmayan, bir kenara itilmiş, kötü gün dostu tanrı;  ahireti pek ummayan, ancak olursa da orada kazançlı olacağını düşünen bahçe sahibi anlayışı bu anlayışın Kur’an’daki yansımaları olarak düşünülebilir.

Marksizm’e Kur’an’dan misal bulmak zor. Belki Casiye Suresi 24. ayette bilgisi verilen ve her şeyi zaman (dehr) ile izah eden dehrilerle irtibatları kurulabilir.  Marksizm, Tanrıyı ve ahireti tamamen reddetmekle kalmayıp, üstüne üstlük onları, değil günlük hayattan, bilinçaltından bile kazımaya çalışan; hatta kendisini din haline getirmeye çalışan, tam şeytani bir din... Marksizm’in dine bakış açısıyla aynı yaklaşıma sahip olan Kemalizm’le hiçbir diyalog ve işbirliği düşünülmez iken, onun sol versiyonu olan Marksizm’le nasıl diyaloga ve işbirliğine girilebilir ki zaten?

Ala Suresi 9’dan 11’e kadar olan ayetlerde belirtildiği üzere, hakkı hatırlatma, ancak hakkın arayışında olan insanlara fayda verecektir. Bilinçli ideoloji mensupları, zaten imanımızı yok etmeyi mücadelelerinin temeline oturtmuş olduklarından, bu tür insanlarla ve kurumsal olarak ideolojik gruplarla diyalog  ve işbirliği anlamsız ve faydasız olacaktır. Ancak bu hareketlerin bilinçsiz, İslam’a karşı düşman ya da önyargılı davranmayan mensuplarına, Araf Suresi 164. ayette belirtildiği üzere, en azından mazeret olması açısından, tebliğ ve hakka davet faaliyetlerinde bulunulması gerekmektedir.

Ayrıca şirk veya dehri tutum içinde olan kişi ve akımların dayatan bir zulme karşı fıtri arayış içinde tavır alma eğilimlerini dikkate almak keyfiyeti, hem hâkim zulmü geriletmek ve hem de onlara doğruları tebliğ etmek açısından bir imkân olarak değerlendirilebilir. Rum Suresinde bahsedilen iki müşrik ordu arasındaki ayrım da bu bağlamda değerlendirilebilir.

Sonuç

En başa dönecek olursak, gerek hakkı ve sabrı tavsiye, gerek emri bil maruf ve nehyi anil münker, gerek diyalog, gerekse tebliğ ve davet hususunda en mühim unsurun sadıklık, yani maskeli olmama durumu olduğunu söyleyebiliriz. Her dört alanda da yapılan çabaların fayda sağlayabilmesi için, kişilerin sadık olması, yani yüzlerinde maskeler olmaması gerekir. Yani tevhidî düşünce yapısına sahip Müslüman, liberalizm, mustazaflık savunusu adına sol-sosyalist ve vahyi özden kopuk hak ve hürriyet maskelerini takmadan net olarak İslam anlayışını yansıtmalı; aynı durum muhataplarında da olmalıdır. Lakin günümüzde bir değil, belki yüzlerce maske var insanların yüzlerinde.

Adam kendince İslam’ı ve Müslümanları savunma derdinde, ama ifadeleri bir laiklik yanlısının ifadeleri gibi. Adam tam bir Kemalist, ama gerçek İslam’a kendisinin sahip olduğunu ve şeriatçıların İslam’ı istismar ettiğini yüzü kızarmadan söyleyebiliyor.

Bu maskeli yüzlerle yapılan hiçbir diyalog çabasından hayır gelmez. Ancak İslam dışı ideolojilerin faydalanması söz konusu olur. Çünkü bunlar, gerçeği arama ve gerçeğe teslimiyet (hak) değil; gerçeği örtüp bulandırarak, ilahlaştırdıkları hevalarının hoşlandığı, şeytanın da onlara hoş gösterdiği, boş ve geçici (batıl) hedefler peşindedirler. Dolayısıyla, hakkın ortaya çıkması gibi bir sorunları olmak şöyle dursun, hakkın ortaya çıkmaması için uğraşacaklardır. Zaten küfür de hakkın üstünü örtmek değil midir?

İsra Suresi 81. ayette belirtildiği gibi ancak hak gelirse batıl ortadan kaybolur. Bu durum tıpkı güneşin ortaya çıktığında karanlığın kaybolması gibidir. Mesele karanlığı kaybetmek değil, güneşi/aydınlığı ortaya çıkarmaktır.

Nitekim Kur’an’da bu anlamda aydınlık (nur) tekil, karanlıklar (zulumat) çoğul olarak kullanılmıştır. Yani hak, gerçek din, İslam bir tanedir; batıl ise binlerce, yüz binlerce. Dolayısıyla bir karanlığı (batılı) ortadan kaldırmak, diğer karanlıklardan yararlanarak olmaz. Karanlıkta olanlara karşı tavrımız Müntehine Suresi’nin 8. ve 9.  ayetlerinde gösterildiği gibi  hakka ve Müslümanlara fiili düşmanlık yapmadıkları takdirde adalet temelli olmalıdır; aksi halde de bağımlı bir sorumluluk içinde olunmamalıdır.

Bu nedenle hakkın ortaya çıkması amaçlı çalışmalara öncelik verilmeli, bu çalışmalar da şu aşama ve alanlarda yapılmalıdır:

1- Öncelikle, sadıklardan oluşan, mensupları arasında gönüllü velayet ilişkisinin kurulduğu, tevhidî birliktelikler oluşmalı; bu birliktelik mensupları arasında hakkı, merhameti ve sabrı tavsiye ile yardımlaşma anlayışı ve ortamı sağlanmalı.

2-  Aynı özelliklere sahip başka tevhidî birlikteliklerle, teorik ve pratik anlamda, en doğruyu bulmaya ve yapmaya ve ortak bir velayet oluşturmaya yönelik diyaloga geçilmeli.

3- Tüm geleneksel İslami cemaat ve gruplarla, grup ve birey bazında, onlara gerçek İslam’ı ulaştırma amaçlı; lakin kendi anlayışlarını dikte edici değil, karşılıklı hakkı bulma metoduyla diyalog kurulmalı.

 4- Geleneksel Müslüman olarak tanımlayabileceğimiz ve kendilerinin İslam’ı yaşadığına inanan halkımızın ekseriyetine gerçek İslam’ı tebliğ amaçlı adalete ve adaba dikkat eden faaliyetler yapılmalı.

5- Fiilî İslam düşmanı olmayan her türlü ideoloji sahibine, hakkın ulaştırılmadığına dair mazeretleri olmaması ve belki hakkı bulurlar diye tebliğ çalışmaları yapılmalı.

Tüm bu faaliyetlere, 1’den 5’e doğru azalarak önem ve ağırlık verilmek suretiyle devam edilmelidir. Yani en ciddi ve ağırlıklı faaliyetler, sadık Müslümanlardan oluşan tevhidî birlikteliklerin oluşması ve gelişmesi için verilirken; en az önem ve ağırlık da ideoloji sahiplerine tebliğe verilmelidir.

Daha önce de söylediğimiz gibi, tüm bu faaliyetlerde öncelikle bizler sadık (maskesiz) olmalıyız. Muhataplarımız da iddia ve davalarında ve diyalog hususunda sadık iseler, uygun olan faaliyete girişmeliyiz. Sadıklığın kaybolduğu durumlarda, faaliyetlere ara vermek, gerekirse tamamen terk etmek; ancak karşılıklı sıdkın oluştuğu durumlarda devam etmek esas olmalıdır.  

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR