1. YAZARLAR

  2. Michael Collins Dunn

  3. Dirilişçi İslam ve Demokrasi: Cezayir Sorunu

Michael Collins Dunn

Yazarın Tüm Yazıları >

Dirilişçi İslam ve Demokrasi: Cezayir Sorunu

Haziran 1993A+A-

Washington'da bulunan Uluslararası Tahmen Kurumu'nda tahlilci olarak görev yapmakta olan Michael Collins Dunn, aynı zamanda 15 günde bir yayınlanan The Estimate adlı bültenin de yayıncısıdır.

Cezayir'in askeri liderleri Ocak ayında Şadli bin Cedid'in istifasını planladıkları ve yeni bir beş kişilik Yüksek Devlet Konseyi atadıkları zaman tüm Batılı ülkelerde olduğu gibi bir baştan diğerine İslam dünyasında ve Fransa'da da şiddetli bir tartışmaya sebebiyet verdiler. Cezayir'in ilk serbest çok partili seçimlerinin ikinci ayağının iptali olayında, "anayasal darbe", Arap dünyasındaki benzer çabalardan daha hızlı gelişmiş ve onların daha ilerisinde olan Cezayir demokratikleşmesinde bariz bir aksiliği işaret eder göründü.

Fakat Cezayir'in yeni liderleri demokrasiye karşı olan hareketlerinin, aslında tümüyle demokrasiyi korumak için olduğuna delil olarak; partinin resmi kıdemlilerinin seçimleri kazanmak yolundayken verdikleri demeçleri gösteriyorlar. Mesela, Cezayir İslami Kurtuluş Cephesi [FIS]'nden Şeyh Abdulkadir Muğni, 3 Ocak 1992'deki bir Cuma hutbesinde şunları söylüyordu:

Cezayir halkı dinsizlikten başka bir anlamı olmayan demokrasiyi mağlup etmiş ve İslam'a zafer kazandırmıştır.

Eğer FIS iktidara gelseydi, iddiaya göre, FIS iktidardan feragati imkansız kılacak bir şekilde anayasayı değiştirerek teokratik bir diktatörlük yerleştirecekti.

Bu konu yalnızca Cezayir'de değil, -demokrasinin mevcut olduğu veya yavaş yavaş belirdiği- bütün İslam ülkelerinde bulduğu yankılarla da yakından ilgilidir. Asıl soru şudur: Batılı gazetecilerin fundamentalist olarak yaftalamayı sevdikleri şekliyle "İslami" siyasi hareketler, laik partiler ile demokratik bir sistem içinde bir arada bulunabilirler mi?

Cezayir hareketinin uyanışında bazı düşünür ve uzmanlar, FIS'in anti-demokratikliğine dair herhangi bir delil olmadığı ve FIS'e -demokrasiye dair taahhüdünü yerine getirmesi için- bir şans verilmesinin gerekliliği hususunda ikazda bulunmakta aceleci davrandılar. Bazıları ise, siyasi İslam'ın doğası gereği müsamahasız olduğu ve bundan dolayı "çoğulcu demokrasi" kavramını kabul edemeyeceği hususunda uyardılar. Sonuç itibariyle, eğer bir parti yalnız Tanrı adına konuştuğuna inanıyorsa, acaba seçimler tarafından iktidara layık görülmediğinde, iktidarı bir başka partiye devretmesi ihtimali ne kadar mümkündür?

Bu sorular çok önemlidir. Diğer Müslüman ülkelerin bu sorulara verecekleri cevaplar, gelecek yıllardaki İslam dünyasının siyasi tekamülü üzerinde önemli bir etkiye sahip olacaktır. Hiç de kolay olmayan bu sorulara verilecek cevaplar hususunda dürüst gözlemciler dahi bir mutabakata varamamıştırlar. Bu makale konunun karmaşıklıklarına nüfuz etmek ve hem İslam dünyasını, hem de Batı'yı etkisi altında tutuyor görünen bazı mitleri bertaraf etmek, yani konuyu olduğu gibi aksettirmek çabasındadır. Demokratik veya demokratikleşmekte olan toplumlardaki yenilikçi İslami hareketlerin meydan okuyucu itirazlarına çözüm için yol gösterici olmak, baştan savma bir şekilde ortaya konmuş kesin cevaplardan çok daha zor bir iştir.

Şu fark edilmelidir ki, asıl problem; İslam'ın bir din olarak demokrasiyle bir arada bulunabilir olup olmadığı değildir; Türkiye, Pakistan ve Bangladeş ülkelerinin hepsi de -ayrıca Afrika ve Güneydoğu Asya'daki Müslüman devletlerin birçoğu artan bir şekilde ve Orta Asya'da da Kırgızistan gibileri- oldukça demokratiktirler. Diğer Müslüman ülkelerden Ürdün ve Yemen gibileri yarı-demokrasilere yönelirken; Mısır, Tunus ve Fas gibileri ise muhalefet partilerinin bazı işlevlerini yerine getirmelerine izin veriyorlar. Aslında sorun, genellikle "fundamentalist" olarak adlandırılan çağdaş siyasi-aktivist İslami uyanış hareketlerinin demokrasiyle bir arada bulunabilir olup olmadığıdır.

Diğer bir problem ise, uygunsuz bir terim olan "fundamentalizm"dir. Arapça, önceleri kesinlikle böyle bir terim barındırmazken, son zamanlarda kavramın Batılı kullanımına karşılık olarak "usuliyye" kavramı icat olmuştur. Fakat Hıristiyanlıkta "fundamentalist", Kutsal Kitab'ın harfi harfine doğru olduğuna inanan kişi demektir. Oysa İslam'da bütün Müslümanlar, Kur'an'a Allah'ın dolaysız bir emri olarak inanırlar (ya da inanmak gerektiği farzedilir). Bu nedenle bir bakıma bütün Müslümanlar fundamentalisttirler. Bu kelime esasen siyasi emelleri olan tüm u yenilikçi hareketleri belirtmek için kullanır. Ancak "politik İslam" daha iyi bir ifade olabilirdi. Kıyamet habercisi mehdici-devrimci hareketleri bekleyenler ve peygamber dönemi ilk saflığı yeniden inşa etmek için uğraşanlar yanında bir de yalnızca çok küçük bir politik içerik ve teşvik edici kişisel bir dindarlık sahibi dirilişçiler var. Fundamentalist teriminin yanlış kullanımı dindar ve dirilişçi hareketler ile devrimci olanların birbirlerine karıştırılmasına ve bu da her şeyin aynı bağlamda değerlendirilmesine yol açıyor.

Fakat siyasi bir emeli olan bütün hareketler, demokratikleşmeye karşı kendi konumlarını tarif etmede bir sorumluluk sahibidirler. Bu tartışma yalnızca Batı'daki entelektüeller veya İslam dünyasındaki laik partiler arasında vuku bulan bir şey değildir. Bu tartışma aynı zamanda İslami dirilişçi hareketleri de uğraştırır ve hatta onları böler. Ve zaten bazen onların liderlerinin neye inandığını/itibar ettiğini bilmek de zordur. Mesela, 1989 yılındaki bir röportajdan John Esposito ve James Piscatori tarafından yapılan bir iktibasta ("Demokratikleşme ve İslam", The Middle East Journal, Yaz 1991) Raşid Gannuşi, tamamen demokratik bir anlayışı dile getiren şu ifadeyi kullanıyor: "Devlet Tanrı'nın değil, halktan (olan) bir şeydir." Fakat 1991 yılının Mart ayında Paris'teki taraftarlarına da dağıtılmış bir konuşmasında ise Gannuşi şöyle diyor: "Biz Batı demokrasisinin güvenilebilirliğine şüphe çekmeliyiz. Ben kendi payıma, halk özgürlükleri, insan hakları, uluslararası hukuk... gibi Batı'dan ithal edilmiş hemen hemen bütün fikirler hakkında ciddi endişelere sahibim. Aslında tüm bu fikirler bizleri derin bir uykuya garkedercek hayali ve seçme şeylerdir." Acaba Gannuşi'nin demokrasiye karşı tutumu iki yıl zarfında mı değişti, yoksa o, sempatik Batılı düşünürlere karşı, kendi taraftarlarına karşı kullandığı dilden daha farklı bir dil mi kullanıyor? Görüldüğü gibi Gannuşi'nin fikirleri, Cezayir FIS'inin mezkur fikirlerine oldukça yakın.

Demokrasinin şu ana kadar denenmiş yönetim biçimleri içinde en az kötü olduğuna inananlar, demokratik oyların Cezayir'de olduğu gibi sadece "yanlış" parti kazandığı için iptal edilmesi gerektiği fikrini kabul edemezler. Fakat uzun bir süredir Batı'da İslam dünyasının gündemindeki tartışmanın yankıları var: Eğer Marksizm-Leninizmin antik bir eserden daha fazla bir anlamı olduğu dönemde Marksist-Leninist bir parti, demokrasi içerisinde serbestçe hür emellerine uygun hareket ederek seçimleri kazanıp ardından proletaryanın diktatörlüğünü ilan etse idi, acaba demokrasi işlevini görmüş mü olacaktı? Acaba esasen anti-demokratik ve demokrasi ilkelerine muhalefet eden partilerin demokrasi içerisinde rekabet etmesine izin verilmeli mi? Ve ayrıca, birçok benzer parti iktidarı ele geçirinceye kadar demokrasiye bağlılıkları hususunda kolayca yemin ettiklerine göre, acaba bir partinin demokratik ortamda yer alıp-almayacağı nasıl kararlaştırılabilir?

Şimdiye kadar hiçbir İslami parti, serbest oy usulüyle ve benzer bir nitelikte iktidarı kazanmış olmadığı için Cezayir seçimleri bir dönüm noktası oldu. İran İslam Cumhuriyeti devrimle, Sudan rejimi ise askeri bir darbeyle başa geçti. Mısır, Ürdün ve Yemen'deki İslami partilerin parlamentoda sandalyeleri olmakla beraber, ancak diğer partilerle kurdukları ittifaklar sayesinde etkili olabiliyorlar. Cezayir'in laikleri, FIS'in tüm gücü eline geçirmesi halinde, iktidarını sağlamlaştırmak için anayasayı değiştirebileceğine belki de kadınlardan seçme haklarını alacağına ve diğer bir deyişle, Cezayir'in genç demokrasisini yavaşça yok edeceğine inandırılmışlardı.

Birçok demokrasi havarisi bile müdahale için orduyu gözledi ve seçimlerin iptali ardından orduya methiyeler düzdü. Fakat, seçimlerin ilk turunda ikinci durumda olan Sosyalist Güçler Cephesi'nin lideri Hocine ait Ahmet gibileri ise, darbe yapmak suretiyle "demokrasiyi korumak" anlayışını kınadı.

Halkın Sesi mi, Tanrı'nın Sesi mi?

İslami dirilişçilik ve demokrasinin uygunluğu üzerine yapılacak herhangi bir tartışma, kesinlikle, Allah'ın kanununu insan yapısı bir kanundan ayrı olarak tanımlayan bir dini sistemle herhangi bir demokratik sistemin nasıl uygun olabileceğinin ve demokrasinin tam olarak ne olduğunun bir tarifini ister. Ya da Batılılar bu konuyu İslam fundamentalizminin (daha da kötüsü genelde İslam'ın) Orta Çağ'a ait karakterinin bir işareti olarak görüp bertaraf etmemelidirler: Papa IX. Pius, 19. yüzyılın ortalarında bile, hala 1848 demokrasi devrimini ve rekabetçi liberal demokrasiyi bir hata olarak itham ediyordu. "Hıristiyan demokrasi" kavramı ancak, 19. yüzyılın sonlarında -tam olarak- yalnızca Katolik Avrupa bölümünde tutundu. 17. yüzyılda İngiltere'de ve 18. yüzyılda Fransa'da hala, "temsilci hükümet" kavramı "kralların ilahi adaleti" ile mücadele ediyordu. Her ne kadar Atina ve Roma cumhuriyetlerinde köleler ve vatandaşlık hakkı olmayan insanlar çok büyük bir yekunu oluşturuyordu ise de, nihai olarak kökleri buralara kadar uzanan bir demokrasi fikri galip gelmiş ve mevcut olan halkın sesi, Tanrı'nın Sesi kavramları, "Halkın Sesi, Tanrı'nın Sesidir" şeklinde ifadesini bulmuştu. Ve böylece Tanrı'nın adına konuşan monark veya elit yerini daha çok kendisi için konuşan bir halka bırakmıştı.

Bu anlayış bazı Batılıların tahmin ediyor göründükleri gibi İslam'a yabancı değildir. Bazı İslamcı liberal yenilikçiler, Müslümanların şura veya istişare kavramları ile demokrasi anlayışının özü arasında fark olmadığını ispata çalışıyorlar. Bazıları ise Hz. Peygamber'in "Benim ümmetim asla bir yanlış üzerinde ittifak etmez" mealindeki hadisine işaret ediyorlar. Yani, daha sarih bir ifadeyle; insanların üzerinde ittifak ettiği şeyde hata bulunmamalı.

Fakat Hz. Peygamber'in hadisi genellikle icma ve konsensüs dini ilkesi için uygulandı; bu ise halkın serbestçe uzlaşması değil, din adamlarının uzlaşması şeklinde vuku buldu. Sadece 19. ve 20. yüzyıllarda, Türkiye, Mısır, Lübnan ve Hint Alt Kıtası'nda bazı reformcular zaman zaman, siyasal demokrasiyi etki altına alması için bu ilkeyi genişletmeye uğraştılar. Onlar, ayrıca, Batı'nın özgürlük, eşitlik ve sosyal refah gibi kavramlarının, İslam'ın adalet, Allah önünde herkesin eşitliği ve zekat gibi kavramlarında olduğuna işaret ettiler. Bu reformcuların birçoğu gizli Batıcılardan başka bir şey olmadıkları şeklinde itham edildiler.

Tabii ki Batılı demokrasiler bir gecede oluşturulmadı. Magna Carta'dan "reform kanunu tasarısına" gelinceye kadar oldukça uzun bir zaman geçmiş, hatta Amerikan anayasası İç Savaş'a kadar köleliği yasal saymış ve ayrıca bu yüzyıla kadar da kadınlara oy kullanma hakkı tanımamıştır. Kurumlar tekamül etti. Bugün Doğu Avrupa'da eski Sovyetler Birliği'nde, Afrika ve Arap dünyasında birçok ülke ilk olarak demokrasi deneyleri yapıyor. Bu deneyleri (beklenildiği gibi), komünist idareden önce demokratik bir geleneğe sahip olan -başta Çekoslovakya olmak üzer- Doğu Avrupa ülkeleri, otoriter istemlerin uzun süre hüküm sürdüğü Bulgaristan gibi ülkelerden daha iyi yapıyorlar. Ayrıca Batılı demokrasiler, ya kompleks seçim sistemleri ve sert hukuki düzenlemeler veya Amerika'da olduğu gibi, azınlığın haklarını korumak için, çoğunluğun -hükümetle- aynı yönde isteklerine binaen bile olsa, hükümeti bazı şeyleri yapmaktan meneden sarih bir İnsan Hakları Bildirgesi sayesinde, çoğunluğun tahakkümü tehlikesini önlüyor.

Dışarıdan fakat Müslümanlarla çok yakından ilgili bir olay olan, Gürcistan eski Devlet Başkanı Zviad Gamsakurdia olayında, çoğunluğun tahakkümü açıkça görülebildi. Serbest oyların %87'sini kazanmış olduğu için Gamsakurdia iktidarı bırakmamakta ısrar etti. Kendisine muhalif olan herkesin, demokrasiye de muhalif olduğunu iddia ediyordu. Böylece o da muhaliflerini hapse atma hakkına sahip oluyordu. Nihayet, Gamsakurdia iktidardan indirildi, fakat Gürcistan da, demokrasiyi korumak adına da olsa, seçilmiş bir lidere karşı kuvvet kullanma mirası ile karşı karşıya bırakıldı. Cezayir ordusu ve laik liderleri de, çoğunluk tarafından seçilmişlerse (yapılması muhtemel) Gürcistan usulü tahakkümün bir benzerine karşı eli çabukluk ettikleri inancında görünüyorlar ve yine aynı meşum mirasa sahip oluyorlar.

Çoğunluğun Gücüne Getirilen Sınırlandırmalar

Batılı hükümetler çoğunluğun istibdadı üzerine birtakım sınırlandırmalar ortaya koyarken, birçok İslami dirilişçi hareket Allah'ın hükümlerinin çoğunluk tarafından ihlaline izin verme genişliğini göstermeyen şura ya da istişare kavramı üzerinde ısrar etmektedir. İslam'da, yaygın bir kabul gördüğü şekliyle, hakkın prensipleri ve zulüm görenlerin korunması -ki bu temalar dirilişçi yazılarda oldukça sık vurgulanır- çoğunluğun gerçekleştirebileceği usulsüzlüklere karşı belirli bir korunmayı gerekli kılar. Halifeliği yeniden inşa etmek ya da kısacası dini bir hükümet kurmak için uğraşan birkaç radikal grup dışında İslami dirilişçi grupların önemli bir çoğunluğu insanların haklarının ve arzularının korunduğu bir toplum tipinin oluşturulması hususunda ısrar etmektedirler. Tartışma, demokratik politik sistemin; değişik fikirlerin birbiriyle mücadele ettiği ve bazen de olsa birinin diğerine üstün geldiği, bir şekle mi sahip olduğu sorusuyla beraber başlar. Genel kabul gören görüş: Bir hükümetin yerleşik İslami şura fikri kapsamında insanlarının görüşlerini sorması şeklindedir. Doğrusu Suudi Arabistan'da kısa bir süre önce ilan edilen istişari meclisin gerçekleşmesi yolunda Kral Fahd'ın harekete geçişinde Suudi Arabistanlı fundamentalist şeyhlerden gelen baskı liberal reformistlerden gelen baskı kadar etkili olmuştur.

Fakat şura yalnızca hükümetin istişare yapmasını gerekli kılar; yönetimin çoğunluğun arzusuna uymasını gerekli kılmaz.

Aynı şekilde bu hareketlerin büyük bir çoğunluğu eşitlik fikrinin gereği olarak, mustazaf ile müstekbir, zengin ile fakir ve güçlü ile zayıf arasındaki ayrımı reddeder bir anlayışı açıkça benimserler. Fakat yine bu insanlar inanan, inanmayan ve kadın ile erkek arasındaki eşitliği kabul etme noktasında birçok zorluğa sahiptirler. İslam'ın her zaman yaptığı gibi, diğer dinlerin rolüne müsamahalı ve hoşgörülü yaklaşıldığı halde devlet yönetimi içerisinde inanmayanlara eşit hak verilmesi nosyonu bu hareketlerin birçoğu için problematiktir. Mısır'da Müslüman Kardeşler demokratik yollarla seçimlere katıldılar ve de her ne kadar resmi olmasa da (parlamentoda) ana muhalefet partisi olarak uzun bir süre görev yaptılar. Kardeşler'in üyeleri açıkça gerçek demokrasiden yanadırlar. Ancak ne zaman ki onlara bir Kıpti politik Hıristiyan partisini kabul edip etmeyecekleri sorulduğunda, daha önceki makalede John Esposito ve Piscatori'nin de belirttikleri gibi tökezleyeceklerdi.

Radikal Görüş

Şüphesiz katılımcı demokrasi fikrini reddeden birçok radikal vardır. Eğer İslami kurallar ya da yasal ifadesiyle şeriat bir topluluk için tam ve mükemmel bir yol gösterici ise yasamaya olan gereksinim niyedir? (Bu, şeriatı timin yorumladığı sorusunu gündeme getirir.) Günümüz Müslüman ülkelerindeki politik sistemin cahili, İslam öncesi Araplardaki putperestlikle bir olduğunu söyleyen ve dolayısıyla da bu sistemlere karşı cihad edilmesinin gerektiğini vurgulayan Mısır'ın devrimci düşünürü Seyyid Kutub bu noktadan hareketle İslami bir yönetimde laiklere söz hakkı vermeyi gerekli görmemiştir. Ona göre adaletsizliğin asıl kaynağı bir topluluğun diğer bir topluluk üzerinde olan hakimiyetidir. Adalet yalnızca Allah'ın hükümranlığı altında korunabilir ve dolayısıyla yalnızca insanların hükümranlığının söz konusu olduğu bir sistem cahilidir ve onunla savaşılması gerekir. Bugün Seyyid Kutub'un diğer birçok konu hakkındaki görüşleri İslam dünyasındaki Müslüman hareketler tarafından gelen bir kabul gördüğü için, laikler bu hareketlerin Kutub'un demokrasiye olan kinini de paylaşmalarından şüphe etmektedirler. Marksistler gibi onlar da demokratik mekanizmayı, gücü ele geçirmek için kullanacaklardır. Uyguladıkları sistemin başarısız olabilmesi ihtimaline karşı da başa geçtikten hemen sonra demokratik yönetimi değiştireceklerdir.

Elbetteki onlardan birçoğu laik devletin ve onun kurumlarının anti-İslami olduğuna ve dolayısıyla bunlara karşı mücadele verilmesi gerektiğine dair Kutubcu görüşü paylaşmaktadır. Mantıksal sonuç şudur ki, İslami partiyi güçten düşürüp şeytani laik partiye iktidarı yeniden veren bir seçim geçersiz kılınmalıdır. Her ne kadar bu fikir Cezayir'de FIS üyelerinin tamamı tarafından paylaşılmasa da. Mesela yukarıda alıntılanan Şeyh Muğni'nin verdiği dini vaazlar, hükümet güçlerinin, demokrasiye yöneltilen bu suçlamaları FIS ve diğer İslami grupların demokratik bir tarzda işleyemez programlara sahip olduklarının bir işareti olarak algılamalarına yol açtı.

Tabii ki tüm İslami hareketlerin Seyyid Kutub'un aşırı fikirlerinin takipçisi olmadığı önemli bir noktadır. Ve yine bu hareketlerin birçoğunun bünyesinde kimisinin ılımlı, kimisinin radikal olduğu değişik eğilim ve yönelişleri barındırdığı da bir gerçektir. Ancak ne var ki laik partiler, radikal kanat ve varlığını sesli bir şekilde sürdürmeye devam ettikçe onların bir bütün olarak İslami hareketin asıl amaçlarını temsil etmelerinden -belki de boş yere- korkacaklardır.

Parlamento Deneyimi

Cezayir, eğer seçimler iptal edilmemiş olsaydı, daha önceleri devletten herhangi bir destek almaksızın, direkt seçimler yoluyla iktidara gelen "fundamentalist" bir rejimin hakim olduğu ilk yer olacaktı. Fakat o gerçek politik hayatta ilk İslami fundamentalist hükümet olmadığından bizler bilgilerimizi diğer rejimlerden ve onların demokrasiye karşı olan tutumlarından öğrenebiliyoruz.

Mısır'da Müslüman Kardeşler, parti olarak görev yapmalarına izin verilmemesi ve adayların diğer başka partilerin listesinden seçimlere katılmaları zorunluluğunun olmasına rağmen, 1980'lerin büyük bir bölümünde Mısır parlamentosunda ana muhalefet olarak bulundular. Fakat onlar hiçbir zaman Mısır'ın oldukça kompleks ve üstten yönlendirmeli düzeninde seçim sistemi içerisinde güç elde etmeyi ümit edebilecek kadar güçlü değildiler. Ve onlar Kasım 1990'da parlamento seçimlerini boykot edince, bu onların kendilerini parlamentodan neredeyse tamamen uzaklaştırmalarını getirdi. Ama yine de etkilidirler ve seslerini duyurmaktadırlar. Mısırlı Kardeşler, açıkça sistem içerisinde kalmayı tercih etmişler ve bu yolla da bazı başarılar elde etmişlerdi. Ancak, Mısır sisteminin yapısı -buna Kardeşler de dahil- hiçbir kimsenin seçimler yoluyla güç kazanmasına izin vermez.

1989'da Ürdün'de Kardeşler diğer bloklardan çok daha fazla sandalye kazandı ve yine aynı yılın başlarında Kral Hüseyin tarafından üyeleri kabineye alındı. Birkaç ay sonra, özellikle Eğitim Bakanlığı'yla ilgili ilişkileri neticesinde birçok laik gücü uzaklaştırmışlardı. Kral onları hükümetten aldı ve artık çok az kişi onların gelecek sefere yine eskisi gibi güçlü olabileceklerini umuyordu. Bu onların ne kadar aciz olduklarını göstererek onların kendi kendilerini mahvetmelerini sağlayacak bir strateji idi. Birçok gözlemciye göre bu yöntem Cezayir'de FIS'in sonunun getirilmesinde de kullanılacaktı, fakat FIS'in kazanmış olduğu büyük destek laiklerin isteksizce de olsa daha başka yöntemlere başvurmalarını getirmiştir.

Yine Yemen'de de parlamentoda sınırlı bir temsilcilik ve kuzeyin kabilevi bloklarıyla, şehrin İslamcılarının oluşturduğu bir "Reform Hareketi" vardır.

Şu unutulmamalıdır ki, 1990 Cezayir yerel seçimlerinde FIS, Cezayir'in tüm büyük şehirlerinde ve de birkaç eyalette Belediye Meclisi'nin kontrolünü ele geçirdi. Hem de yerel yönetimlerde uğraşmaktansa, İslami değerleri halk arasında yaymakla suçlanmış olmalarına rağmen, bu, onların parlamento seçimlerinin ilk ayağında ezici bir üstünlük kazanmaları için iyi bir etki oldu.

İran Örneği

Atlanmaması gereken örneklerden birisi de devrimci İran örneğidir. Bununla birlikte, Şii geleneği Sünni gelenekten, İran tarihi Arap tarihinden çok farklı olduğundan İran Devrimi'yle ortaya çıkan sonuçların bu ülkelere birebir izafe edilmesi çok yanlış olur. Özellikle Amerikalılar bu yanlışı çok yapmakta ve İslam'ı komünizm sonrası dönemde yeni düşman olarak görmektedirler. İran, Amerika'yı şeytan olarak görmektedir. Fakat FIS ve diğer gruplar, Körfez Savaşı'na ve Amerika'nın İsrail'i ısrarlı desteklemesine karşılarken bu onların inançlarının asıl değil (sadece) yan bir etkenidir. (Çoğu Müslüman grup özel sektörün güçlü destekleyicilerindendir; Mısırlı Müslüman Kardeşler, hükümetten çok daha fazla özel sektör yanlısıdır.)

Dışişleri Bakanı James Baker'ın yeni bağımsız olan Müslüman Orta Asya cumhuriyetlerine yaptığı turlar Amerika'nın İslami hareketleri İran modeliyle bir saydığına dair klasik tutumuna önemli bir örnektir. Bu yeni Müslüman ülkelerden yalnızca biri, Kırgızistan, sağlıklı bir demokratik yapıya sahipken, bir diğeri, Kazakistan, Gorbaçov tipi reformistlerce yönetilmektedir. Bunların dışındakiler ise, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan, hala eski komünist parti aygıtlarının ve şimdilerde milliyetçiler olarak adlandırılan grupların idaresi altındadırlar. Bu "neo-komünistler"i İran'dan gelebilecek muhtemel bir fundamentalist tehdide karşı iyi bir alternatif olarak görmek İslam'ın Orta Asya'daki tarihini yanlış anlamaktır. Orta Asya'da yeşermeye başlayan İslam'ın dinamiği yüzyıllardır olduğu şekliyle esasen Sufidir ve Nakşibendi ve Kubravi'nin büyük mistik düzenleri içerisinde uygulanmaktadır. Orta Asya'daki İslam, bu şekliyle Cezayir'de ve diğer başka bölgelerde karşılaşılan şehir fundamentalizmine tamamen yabancıdır.

Tuhaf olan şey İran İslam Cumhuriyeti'nin yapısal olarak bir demokratik görüntü vermesidir. Serbest seçimler yapılmakta, bu seçimlerde birçok aday birbiriyle yarışmakta ve seçim sonuçları önceden bilinmemektedir. Ancak bütün bunlara rağmen şu da vardır ki, adaylar ancak ön bir elemeden sonra seçimlere katılma izni alabilmektedirler.

İslami Cumhuriyet Partisi'nin politik hayattan çekilmesiyle beraber partiler artık eskisi gibi görev yapamamaktadırlar. Adayların seçkin dini elitin yönetiminin bir bölümünü temsil etmeleri gerekmektedir. Muhalefet partileri genelde yasaklanmamaktadır, fakat devrim karşıtı olmak, İslami değerleri zedelemek, anti-İslami olmak ve benzeri sebeplerle bu partiler teker teker kapattırılmaktadır. Seçilmişlerin oluşturduğu meclis bir yasa çıkarttığında Anayasa Konseyi İslam'a aykırılık iddiasıyla bu yasayı reddedebilmektedir. Eski soru aynen geçerlidir: Konsey'i kim denetleyecektir?

Prospecet

Cezayir'de, eğer FIS iktidarı ele geçirseydi neler olurdu bilemiyoruz. Şimdilerde oldukça güçlenen FIS'in radikal kanadı her zaman için seçimlerin birer hata olduğunu söyledi. Eğer onlar herhangi bir yolla iktidara gelirlerse, demokrasiye öncesinden daha az saygılı olacakları kesindir. Şu bir gerçektir ki, FIS, laiklerin kendilerine güvenmesi için çok fazla bir şey yapmadı. Şeyh Muğni'nin dini vaazları daha ılımlı olan liderlerin verdikleri, sisteme saygılı olunması yolundaki vaatlerle eşleştirildi. Fakat FIS'in kampanyalarının birinde sloganı -yine bazı dini vaazlarda kendisini İslam aydınlık, demokrasi cehalettir şeklinde bulacak olan- "İslam aydınlık"tır idi. Ekonomik ve dış politikaları kısaca "İslam çözümdür" şeklinde özetlenebilecek olan slogan baz alınarak oluşturulmuştu.

Tabi bunlar aşırı laikleri ikna etmek için çok fazla bir etki yapmadı. Dirilişçi hareketlerin anti-demokrat olmaları gerekmemektedir. Fakat bazısı açıkça böyledir, bazısı da bu konuda henüz karar vermiş gözükmemektedir. Dolayısıyla bu hareketlerin karşıtlarının korkmaları ve birtakım olağanüstü tedbirler almaya kalkmaları pek sürpriz değildir.

Batı için buradan çıkarılacak ders nedir? Her İslami rejim, İran olacaktır kabulüyle olaylara yaklaşmamak gerekir, ki çoğu böyle olmayacaktır. Ama bu hareketler programlarını açıkça oluşturmadıkça, onların gerçek niyetleri hakkındaki şüphe anlaşılabilir, bu demokratik esçim sonuçlarının iptalini desteklemek anlamına gelmese bile.

Çeviren: Akif Demirci-Bahaattin Aydın

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR