Devrimcilikten İşbirlikçiliğe Halkın Mücahitlerinin Öyküsü
İran İslam Cumhuriyeti'ne karşı muhalif grup ve hareketler içinde en örgütlü ve etkin olanı Halkın Mücahitleri [Mücahidin-i Halk] örgütüdür. Yaklaşık 30 yıllık bir geçmişe sahip bulunan bu örgüt gerek Şahlık döneminde, gerekse de İslam Devrimi'nden sonra yönetime karşı siyasi ve askeri bir savaş içinde olmuştur. Her ne kadar hareketin mevcut önderliği tarafından aynı hattın istikrarlı bir biçimde izlenmekte olduğu iddia edilmekteyse de, otuz yıllık süreç içinde hareketin ciddi değişimler geçirdiği çok açıktır.
En baştan beri taşıdığı eklektik anlayışın da katkısıyla, ideolojik planda sürekli savrulmalar yaşamış olan Mücahidin'in hali, 'gerçek İslam'ı temsil eden biricik hareket' olma iddiasının bir kuruntu olmaktan öteye gidemediğini ortaya koymaktadır. Hareketin bugün geldiği yer açısından bakıldığında, ideolojik tutarsızlıktan çok daha vahim olan bir olumsuzluk ise siyasi planda yaşamaktadır. Anti-emperyalist, yurtsever ve bağımsızlıkça bir kimlikle yola çıkan hareket, bugün kendini sonuna kadar emperyalistlerin kullanımına açmış, halkını kurtarma adına işgalci güçlerle işbirliği içine girmemiş bir kimlik taşımaktadır.
Mücahidin'in bu noktaya nasıl geldiğini anlamak için hareketin seyrini izlemek gerekmektedir. Öte yandan bir dönem birçok Müslüman gencin tercih ve duyarlılığını yansıtmış olması ve en azından Orta Doğu siyasetinde belirgin bir rol oynamış bulunması Mücahidin'in daha yakından tanınmasının önemini artıran faktörlerdir. Bununla birlikte, özellikle Farsça dışında ve tabii propaganda broşürleri ve kitapları hariç tutulacak olursa, bu konuya ilişkin kaynakların son derece sınırlı olduğu bilinmektedir. İşte bu noktada Ervand Abrahamiyan'ın kitabı oldukça yetkin ve önemli bir çalışma olarak göze çarpmaktadır. Halkın Mücahitleri örgütünün kapsamlı bir tarihini ele aldığı bu kitabında Abrahamiyan temel olarak, örgüt kurucularının sosyal arkaplanı; ideolojilerinin başlıca özellikleri; bir kitle tabanı oluşturmayı başarmakla birlikte, siyasi iktidarı ele geçirmede başarısızlığa uğramalarının nedenleri; Mücahidin'in sunduğu şeyin ne olduğu ve daha çok hangi gruptan insanları saflarına çekebildiği gibi (s. 3) soruları analiz etmeye çalıştığını ifade etmektedir.
Kitap iki kısma ayrılmıştır. Devlet ve Toplum başlıklı ilk kısım "Pehlevi Monarşisi" ve "İslam Cumhuriyeti" şeklinde iki bölümden oluşmaktadır. Kitabın Mücahidin başlıklı ikinci kısmı ise tümüyle örgütü ele almaktadır. "Ali Şeriati" başlıklı dördüncü bölüm ve "Sosyal Temeller" başlıklı onuncu bölüm hariç tutulacak olursa bu kısımdaki bölümlerin tamamı tarihi gelişimi ortaya koyacak şekilde düzenlenmiştir.
1960'ların başından, İran-Irak savaşının son dönemlerine (1986-1987) kadar uzanan zaman dilim içinde hareketin izlediği seyrin ele alındığı bu kısmın geniş bir özetini aktarmaya çalıştığımız bu yazıda, Abrahamiyan'ın yorumlarını genelde müdahale etmeksizin aktarmayı uygun gördük. Mamafih, kendisini "siyasal tercih itibariyle demokratik sosyalist ve dini inanç açısından ise çoğu zaman bilinemezci (agnostik), kimi zaman da ateist" şeklinde tanımlayan Ermeni asıllı bir İranlı (s. ix) olan Abrahamiyan'ın sahip olduğu dünya görüşünün, kitaptaki yorumları üzerinde büyük ölçüde etkili olduğunu hatırlatmak gerekir.
BAŞLINGIÇ DÖNEMİ
Mücahidin'in Kökeni (1961-1963)
Mücahidin hareketinin ortaya çıkışını anlayabilmek için İran Özgürlük Hareketi [Nehzat-e Azadi-ye İran]'ne değinmek gerekir. Özgürlük Hareketi, 1960'lı yılların başında Mehdi Bazergan tarafından kurulan milliyetçi ve liberal bir karakter taşıyan ve genelde ulema kökenli olmayan Müslüman aydınların önderlik ettiği İslamcı bir partidir. Özgürlük Hareketi'nin kurucuları geçmişte Musaddık'ın ateşli taraftarlığını yapmış kişiler olmakla birlikte, içinde yer aldıkları Milliyetçi Cephe [Cephe-ye Milli-ye İran]'nin laik anlayışının Müslüman kitleleri ve ulemayı hareketten dışladığını görmüşler ve Milliyetçi Cephe'den koparak İslamcı bir parti oluşumuna gitmişlerdi. Hareketin kurulmasında Ayetullah Talegani de Bazergan'a büyük çapta destek vermiştir. 1961 Mayısında kuruluşunu ilan eden bildiride Özgürlük Hareketi kendisini şöyle tanımlamıştır:
Bizler Müslüman, İranlı, meşrutiyetçi (anayasalcı) ve Musaddıkçıyız: Müslümanız, çünkü dinin siyasetten ayrılmasını reddediyoruz ve çünkü Şiilik halkımızın kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır. İranlıyız, çünkü milli mirasımıza saygı duymaktayız. Meşrutiyetçiyiz, çünkü siyasi hürriyeti ve kuvvetle ayrımını savunuyoruz. Musaddıkçıyız, çünkü İran'ı yabancıların sömürüsünden kurtarmaya kararlıyız. (s. 83)
Özgürlük Hareketi iki yıl boyunca çok büyük engellerle karşılaşmaksızın faaliyetlerini sürdürdü. Rejim bu süre zarfında hareketin toplantılar düzenlemesine, bir bülten neşretmesine, hareketin üniversitedeki uzantısı olan İslami Öğrenci Encümeni'nin yaygınlaştırılmasına1 ve Talegani'nin Hidayet Camisi'nde müzakere toplantıları teşkiline pek ses çıkarmadı. Fakat bu sınırlı faaliyetler 5 Haziran (15 Hordad) 1963'te Ayetullah Humeyni'nin önderliğinde Kum'da başlayan kıyam ile birlikte tümüyle yasaklandı. Birçok muhalif hareket gibi Özgürlük Hareketi'nin de faaliyetleri durduruldu ve muhalif liderlerin birçoğu hapse atıldı.
63 Kıyamı'nın Etkisi
63 Kıyamı'nın rejim güçlerince acımasızca bastırılması ve Humeyni'nin sürgüne gönderilmesi Şah'ın tehlikeyi savuşturduğunun değil, belki ilk raundu kazandığının bir göstergesiydi. On beş yıl sonra Şahlık rejiminin uğradığı hezimet, 63 Kıyamı'nın devrimci sürecin başlangıç noktası olarak önemini ortaya koymaktadır.
63 Kıyamı'nın yol açtığı önemli sonuçlardan biri de, genç kuşağın, rejime karşı muhalefetin biçimine ilişkin yaklaşımını derinden etkilemesidir. Özellikle, silahsız binlerce göstericinin eylemlerinin vahşice bastırılmasının doğurduğu nefret duygusu genç kuşak üzerinde etkili olmuştur.
Siyasi tutum itibariyle genç kuşak, eski kuşaktan farklılaşan özellikler geliştirmiştir. Siyasi etkinlikler içinde yer alan eski kuşağın tavrı, Muhammed Rıza'nın babası Rıza Şah'ın despotik yönetiminin gölgesinde biçimlendiğinden, kanun hakimiyeti, kuvvetler ayrımı, 19905 anayasası'na uyulması vb. konular bu kuşak için hayati öneme sahipti. Halbuki siyasi muharrikini 1963 katliamından alan yeni kuşak tüm bu tartışmaları liberallerin gevezelikleri olarak görüyordu.
Eski kuşak petrolün millileştirilmesi kampanyasında Musaddık ile ulema arasında ortaya çıkan ihtilaflar ve bunun sonucunda yaşanılan yenilgi dolayısıyla mollalara karşı oldukça güvensizdi. Halbuki yeni kuşak Humeyni'nin şahsında ulemayı oldukça devrimci ve özgürlükçü bir konumda tanımaktaydı. Ve buna bağlı olarak dini sembol ve kavramların kullanılmasında oldukça iştiyaklıydı.
Yine eski kuşak siyasi mücadele yöntemini, siyasi parti, sendika, meslek odaları gibi sivil örgütlenmeler ve sokak gösterileri ve mitingler gibi şiddet içermeyen araçlara dayalı olarak düşünmekteyken, yeni kuşak gittikçe artan bir şekilde silahlı mücadeleden, illegal örgütlenmeden, şehadetten, silahlı propagandadan ve gerilla savaşından söz etmekteydi.
Kuşaklar arası bu farklılaşmaya iki faktör daha katkıda bulunmuştur. Birincisi 63 Kıyamı tüm dünyada gerilla mücadelelerinin yoğunlaştığı ve Küba, Vietnam, Cezayir ve Filistin örneklerinde görüldüğü gibi başarılı bir içimde ilerlediği bir dönemde vuku bulmuştur. Bu gerilla mücadelelerinin dünyanın her yanında olduğu gibi İran'da da gençlik için ilham kaynağı teşkil etmesi kaçınılmaz bir gelişmeydi. İkinci olarak, 63 Kıyamı İran üniversitelerinin büyük çapta bir öğrenci artışına şahit olduğu bir dönemde gerçekleşmiştir. Burslu okuma imkanının devletçe yaygınlaştırılmasına paralel olarak, eskiden sadece üst gelir gruplarının çocuklarının yararlanabildiği yüksek öğrenim imkanına alt ve orta sınıfın çocukları da kavuşmuştur. Üniversitelerde yaşanan bu sosyolojik dönüşüm kampusların hem radikalleşmesine hem de İslamileşmesine katkıda bulunmuştur. (s. 84-85)
Hareketin Şekillenişi ve İlk Dönem
15 Hordad 1963 Kıyamı birçok harekete olduğu gibi Özgürlük Hareketi içinde de bir kuşak farklılaşmasına ve çatışmasına yol açtı. Kıyam'ın üzerinden henüz birkaç ay geçmişken, hareketin üç genç üyesi rejime karşı yeni bir mücadele yöntemi oluşturmak için dar bir tartışma grubu oluşturdular. Grup üyesi gençler aynı zamanda Özgürlük Hareketi liderlerine gizli bir mektup göndererek, Şah'a karşı daha etkili bir karşı koymayı becerememeleri ve yaşanan 'felaket'ten dolayı hareketin liderlerini suçladılar. Bu küçük tartışma grubu daha sonradan Mücahidin'in çekirdeğini oluşturacaktı.
Mücahidin'in kurucularından birisinin daha sonraları ifade ettiği gibi, Şah'ın savunmasız binlerce insana karşı giriştiği barbarca kıyım, kendisi gibi Özgürlük Hareketi'nin birçok genç üyesini rejime karşı yeni mücadele biçimleri aramaya zorlamıştı. Ve artık soru "silaha başvurulup başvurulmayacağı değil, bunun ne zaman ve nasıl olacağı idi." Mücahidin'in daha sonradan yayınlanan "Silahlı Mücadele Tarihsel Bir Zorunluluktur" başlıklı broşüründe bu konu şöyle ifade edilmektedir:
15 Hordad Kıyamı İran tarihinde bir dönüm noktasıydı. Sadece kitlelerin siyasi bilincini açığa çıkartmakla kalmadı, aynı zamanda rejime ve onun emperyalist patronlarına karşı sokak gösterileri, işçi grevleri ve parlamenter reformlar gibi silahsız mücadele yöntemleriyle direnmeye çalışan eski örgütlenmelerin bütünüyle iflasını da ortaya koydu. 15 Hordad 1963'ten sonra hangi ideolojiye mensup olursa olsun militanlar, tanklara ve toplara karşı çıplak elle bir şey yapılamayacağını anladılar. Böylece kendimize şu soruyu sormak ihtiyacı duyduk: 'Ne Yapmalı?' Cevabımız açıktı: 'Silahlı mücadele.' (s. 86)
Bu tema Mücahidin tarafından yayınlanan "15 Hordad: İran Halkının Kahramanca Mücadelesinde Bir Dönüm Noktası" başlıklı bildiride daha vurgulu bir şekilde işlenmiştir. 15 Hordad'ın, reformist hareketleri tarihin mezarına kesin bir biçimde gömen, Humeyni'yi 'ulusal bir sembol' kılan ve Mücahidin'in 'devrimci ideolojisi'nin doğumuna sebep olan çok özel öneme sahip bir olay olduğunu söyleyen bildiri, şöyle son bulmaktadır: "... Bu tarihsel dönüm noktasından sonra, Mücahidin'in kurucu liderleri üç ayaklı bir mücadeleyi hedeflemeye başlamışlardır: İdeolojik mücadele, örgütsel mücadele ve silahlı mücadele." (s. 86)
Mücahidin liderleri daha sonraları yaptıkları çeşitli açıklamalarda, reformist olarak niteledikleri Özgürlük Hareketi'nden kopmakla birlikte 'mevcut yurtsever partiler içinde en sol kanat' olarak niteledikleri Özgürlük Hareketi'ne saygı göstermeyi sürdürdüklerini belirtmişlerdir. İlginçtir ki, Özgürlük Hareketi'nin çeşitli yayınlarında da, Cezayir, Küba ve Vietnam devrimlerinin etkisiyle birlikte, 15 Hordad Kıyamı'nın, genç üyelerini radikalleştirdiği ve onları Mücahidin'in kurulmasına teşvik ettiği görüşü kabul edilmiştir.
15 Hordad Kıyamı'ndan sonra Özgürlük Hareketi'nden ayrılarak küçük bir tartışma grubu oluşturan üç gencin Mücahidin'in çekirdeğini oluşturduğu ifade edilmişti. Tahran Üniversitesi'nden yakın arkadaş olan Mücahidin'in bu kurucu üyeleri Muhammed Nanifnejat, Said Muhsin ve Ali Asker Badizadegan idi.
Grubun baş ideologu olan Hanifnejat Tahran Üniversitesi Tarım Koleji'nden yeni mezun olmuş bir tarım makineleri mühendisi idi. 1938'de Tebriz'de fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Hanifnejat devlet bursuyla Tahran Üniversitesi'nde eğitim gördü. Önce Milliyetçi Cephe'ye katıldı, daha sonra İslami Öğrenci Encümeni'nin faaliyetlerinde yer aldı. Encümen aracılığıyla Özgürlük Hareketi'ne üye oldu. Kampusta 1962-1963'te meydana gelen olaylar nedeniyle tutuklandı ve yedi ay hapiste kaldı. Hapiste tanıştığı Talegani ile birlikte çalıştı. Talegani'nin Hanifnejat hakkında şu sözleri sarfettiği ileri sürülmüştür: "Hanif'e Kur'an'ı nasıl okuması gerektiğini ben öğrettim, fakat okuduğu şeyin hakiki anlamını kendisi keşfetti." Muhammed Hanifnejat diğer iki arkadaşına kıyasla dini ibadetlerini ifa konusunda daha titiz olmakla birlikte, geleneksel Şia anlayışının aksine "Allah'ın kelamını anlamak için bir ahunda ihtiyaç duymadığını" söyleyerek herhangi bir merce-i taklidin rehberliğine tabi olmayı reddetmekteydi. (s. 87)
Grubun baş organizatörü olan Said Muhsin Tahran Üniversitesi Teknik Koleji'nden mezun bir sivil mühendisti. 1939'da Zencan'da orta halli bir alimin çocuğu olarak dünyaya geldi. Muhsin de Hanifnejat gibi üniversitede devlet bursuyla okumuş ve sırasıyla Milliyetçi Cephe, İslami Öğrenci Encümeni ve Özgürlük Hareketi'ne katılmıştı. Said Muhsin de yedi ay kaldığı zindanda Talegani'nin yanında okumuştu.
Grubun başlıca silah uzmanı olan Ali Asker Badizadegan Tahran Üniversitesi'nde Kimya Mühendisliği eğitimi görmüştü. Orta sınıfa mensup bir ailenin çocuğu olarak 1940'da İsfahan'da doğan Badizadegan da devlet bursuyla okuma imkanı bulduğu Tahran Üniversitesi Teknik Koleji'nde diğer iki arkadaşı gibi aynı siyasi evrimi yaşamıştı. Bununla birlikte Ali Asker Badizadegan arkadaşlarından farklı olarak hapse girmemişti.
Üniversiteden 1963'te mezun olan bu üçlü sonraki iki yıllarını askerlikle geçirdiler. Askerliklerini tamamladıktan sonra üçü de Tahran'da çalışmaya başladılar. Hanifnejat Tahran yakınındaki Kazvin'de sulama mühendisi olarak çalışırken, Muhsin İçişleri Bakanlığı'nda, Badizadegan da Tahran Üniversitesi Kimya bölümünde görev yapmaktaydı. Tahran'ı merkez edinen bu üçlü 6 Eylül 1965'te üniversite ve askerlik yıllarından tanıdıkları yaklaşık yirmi arkadaşlarını biraraya getirerek güncel sorunları ele almak amacıyla, gizli, iyi yapılanmış fakat henüz adı konulmamış bir tartışma grubu teşkil ettiler. Bu grup ve biraraya gelinen bu tarih daha sonra Mücahidin'in başlangıcı olarak kabul edilmiştir.
Tartışma grubu üç yıl boyunca düzenli olarak görüşmeye devam etti. Genelde haftada iki kez olmak üzere düzenlenen bu toplantılar bazen 7-8 saat sürebiliyordu. Bazı üyelerini Hüseyni-ye İrşad'daki faaliyetlere katılmak üzere görevlendiren grup bir yandan yeni üyelerle büyürken, bir yandan da Kazvin, Tebriz, İsfahan, Şiraz ve Meşhed gibi şehirlerde yeni yeni küçük gruplar oluşturmaktaydı.
Grubun başlıca hedefi din, tarih ve devrimci teori konuları üzerine çalışmaktı. Kur'an, Nehcü'l-Belağa ve Talegani ile Bazergan'ın kitapları büyük bir dikkatle okunuyordu. Rusya, Çin, Küba ve Cezayir başta olmak üzere, çağdaş devrimlere ilişkin eserler de grubun önem verdiği çalışmalardı. Yine 1905-1909 Meşrutiyet devrimi, 1917-1921'de Gilan'da ortaya çıkan Cengel Kıyamı, 1951-1953 petrolün millileştirilmesi mücadelesi ve 1963'teki sözde Ak Devrim gibi İran tarihinin önemli olayları da grubun ilgi duyduğu konulardı. (s. 88)
Grup ayrıca şu kitaplar üzerinde yoğun araştırmalar yapmıştır: İki çağdaş İranlı Marksist yazarın iktisat teorisine giriş mahiyetindeki popüler kitapları olan İktisat [Eqtasad] ve Herkes İçin Para [Pul Bare-ye Hame], Marks'ın Ücretli Emek ve Kapital, Lenin'in Devlet ve Devrim ve Ne Yapmalı? Çinli lider Liu Şaoqui'nin devrimci ahlak üzerine yazdığı Nasıl İyi Bir Komünist Olunur? Che Guevera'nın Gerilla Savaşı, Frantz Fanon'un Yeryüzünün Lanetlileri, Carlos Marighella'nın Şehir Gerillasının El Kitabı, Regis Debray'ın Bir Devrim İçinde Devrim, Abraham Guillen'in Şehir Gerillasının Stratejisi ve Ömer Uzgan'ın En Yüce Savaş adlı kitapları. Ömer Uzgan'ın kitabı Cezayir'de FLN'nin temel teorik kılavuzu niteliğini taşımaktaydı. Fakat grup için bu kitabın asıl önemini oluşturan şey yazarının, İslam'ın sosyalist demokrasiyi de içeren devrimci bir mesaj olduğunu ve emperyalizme karşı mücadelenin silahlı savaşı ve halkın dini duygularına hitap etmeyi gerektirdiğini savunan, komünist ideolojiyi terk edip milliyetçiliği benimsemiş olmasıydı. Grup kısa zaman içinde Uzgan'ın kitabını başlıca el kitabı olarak benimsedi. Grubun Marksist ekonomiyi araştırma konusunda yoğun bir gayret sarfetmesine karşın Marksist felsefeden kaçınmakta olduğu görülüyordu. (s. 89)
Üç yıllık yoğun bir çalışmadan sonra grup, devrimci bir strateji belirleyecek bir Merkez Komite ve örgütün teorik el kitaplarını hazırlayacak bir İdeoloji Birimi oluşturdu. Merkez Komite'nin Hanifnejat, Muhsin ve Badizadegan dışında dokuz üyesi daha vardı. Mahmud Askerizade, Abdul Resul Meşkinfam, Ali Mihandust, Ahmed Rızai, Nasır Sadık, Ali Bakıri, Muhammed Bazergani, Behmen Bazergani ve Mesud Recevi. Bu ilk yıllarda Merkez Komite kadar önemli bir rol oynayan İdeoloji Birimi ise 9 kişiden oluşmaktaydı. Altısı aynı zamanda Merkez Komite üyesi (Hanifnejat, Muhsin, Askerizade, Mihandust, Behmen, Bazergani ve Recevi) olan bu birimin diğer üç üyesi şunlardı: Rıza Rızai, Hüseyin Ruhani ve Turab Hakşinas. (Daha sonraki yıllarda Ruhani ve Hakşinas Marksist oldular ve Mücahidin içinde meydana gelen derin ideolojik çatışmalarda önemli rol oynadılar.) (s. 89-91)
İdeoloji
İdeoloji Birimi daha ileri araştırmalara zemin teşkil etmesi ve genel yönelimleri daha sistematik dünya görüşüne dönüştürmeye giriş olması amacıyla şu bir dizi broşürü hazırladı: Genelde Hanifnejat'ın kaleme aldığı iki felsefi çalışma olan Evrim [Tekamül] ve Epistemoloji [Şenakaht]; Marks'ın Ücretli Emek ve Kapital kitabının Askerizade tarafından yapılmış serbest bir tercümesi olan Basit Bir Dilli İktisat [Eqtesad Bazeban-e Sade], materyalist tarih ve toplum kavramının Muhsin tarafından hazırlanan kısa bir özeti olan Marksizm Etütleri [Mutalaat-ı Marksisti]; İslam'a giriş mahiyetindeki iki ciltlik Kur'an'a Nasıl Yaklaşılmalı [Çeguneh Quran biamuzim]; Peygamberlerin Yolu, İnsanlığın Yolu [Rah-e enbiya, rah-e beşer]; ve hapsinden de önemlisi Bir Müslüman Portresi [Sima-ye yek Muselman] ya da daha sonraki adıyla Hüseyin'in Hareketi [Nehzat-ı Hüseyni]. Daha çok Recevi ve Ahmed Rızai'nin gözetiminde yazılan bu son kitap, Şiiliğin ortaya çıkışını sınıfsal sömürü ve baskıcı devlete karşı bir protesto hareketi olarak yorumlamaktaydı. Mücahidin ideolojisinin temel esaslarını biraraya getiren bu el kitapları 1960'ların sonlarında el yazısından fotokopi ile çoğaltılmış nüshalar şeklinde elden ele yayılmış, ancak 1972'den sonra basılı hale getirilebilmiştir. (s. 92)
Mücahidin'in ideolojisi en özet ifadeyle İslam ile Marksizmin bir sentezidir. İslam Devrimi'ne yakın günlerde Mücahidin tarafından yayınlanan bir el kitabı bu konuyu şöyle ifade etmektedir: "Biz Marksist felsefeye ve özellikle de ateizme 'hayır' diyoruz. Fakat Marksist sosyal düşünceye ve özellikle de onun feodalizm, kapitalizm ve emperyalizm tahliline 'evet' diyoruz." Benzeri ifadeler devrimden hemen sonra yayınlanan bir bildiride daha ayrıntılı ifade edilmektedir. Marksizmin 'bilimsel' içeriği yanında 'felsefi' boyutu da olan kompleks bir ideoloji olduğu söylenen bildiride, Mücahidin örgütünün başından beri Marksizmin bilimselliğini -elbette 'dogmatik olmayan' bir dille- kabul etmekle birlikte,2 ruhu ve ahireti inkarı ve tüm dinleri halkların afyonu olduğu gerekçesiyle reddedişi gibi felsefi yanının çoğunu reddettiğini de vurgulamaktadır. (s. 92-93)
Mücahidin'in bu ilk eserleri, Tanrı'nın yalnız dünyayı yaratmakla kalmayıp aynı zamanda tarihsel evrim yasasını da yarattığını ileri sürmektedir. Tarihsel evrim içinde ortaya çıkan özel mülkiyet ve sınıfsal eşitsizliğin kendi içinde temel çelişkilere yol açmasına bağlı olarak tarihsel bir dinamizm oluşur. Bu tarihsel dinamizm kölelik, feodalizm ve kapitalizmin yok oluşuna yol açmakta ve sonunda adil, eşit toplumun tesisini gerektirmektedir. Kur'an'ın "Mustezafların yeryüzünde varisler kılındığı" vaadi de bunu doğrulamaktadır. Mücahidin bu evrim yasasını tarihsel determinizm [cebr-i tarihi] olarak tanımlamakta ve bunu sınıf çatışması kavramıyla birlikte İslam'ın ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirmektedir. Hanifnejat bu görüşü son sözlerinde şöyle ifade etmiştir: "Sınıf mücadelesini İslam'dan ayırmak, İslam'a ihanet etmektir." (s. 93)
Mücahidin'in anlayışına göre, tarihsel determinizm yasasını bu şekilde belirleyen Tanrı, insanlara nihai hedefe ulaşma mücadelesinde yol göstermeleri için zaman zaman peygamberler göndermiştir. Bu yüzden Hz. Muhammed'in görevi sadece yeni bir din bildirmek değil, aynı zamanda ilerlemeye, sosyal adalete ve nihai mükemmelliğe doğru sürekli bir hareket halinde olan dinamik bir toplum, kısacası yeni bir ümmet tesis etmektedir de. İşte bu yüzdendir ki, onun mesajı yalnızca tevhidi bir din [mezheb-i tevhidi] değil, aynı zamanda sefaletin, yolsuzluğun, savaşın, zulmün, eşitsizliğin ve baskının olmadığı sınıfsız bir toplum [nizam-ı tevhidi] içermektedir. (s. 93)
Mücahidin Kur'an'ı tefsir etmede geleneksel yaklaşımdan oldukça farklı bir metot benimsemiştir. Bu onuyla ilgili olarak Çeguneh Kur'an Biamuzim adlı kitabın birinci cildinde İslami metinler üzerinde çalışırken şu ilkelere dikkat edilmesinin zorunluluğu anlatılmaktadır: İlk olarak, metinler gerçek tarihsel ve özellikle de sosyo-ekonomik bağlamlarına yerleştirilmelidir. İkinci olarak, dünyanın diğer bölgelerindeki devrimci hareketlerin deneyimlerinden yararlanılmaya çalışılmalıdır. Ve üçüncü olarak da bu metinlerin yalnızca dünyayı yorumlama amacı taşıyan değil, esas olarak dünyayı değiştirmek ve nizam-ı tevhidi'yi kurmak için dünyayı yorumlayan metinler olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. (s. 95)
Çeguneh Kur'an Biamuzim adlı kitabın ikinci cildi, ilk ciltte ortaya konulan 'bilimsel ve gerçekçi' metodun çeşitli tarihsel kurumlara uygulanışını içermektedir. Bu çerçevede kölelik ve çok eşlilik gibi uygulamaların genel geçer olmayıp, insanlığın gelişimine bağlı olarak tedricen ilga edilecek uygulamalar olduğu sonucuna varılır. (s. 95-96)
Mücahidin yalnızca dini metinleri geleneksel yaklaşımdan farklı bir tarzda yorumlamakla kalmamış, aynı zamanda İslamiyet'e ve özellikle de Şia'ya ait birçok kavrama da yeni anlamlar yüklemiştir. Tevhit, ümmet, cihat, şehit, içtihat, mümin, kafir, müstezafin kavramları devrimci ve politik bir içerikli yeniden yorumlanmıştır. Yine Şia'ya ait çeşitli semboller, törenler ve şahsiyetlere yeni boyutlar kazandırılmıştır. Muharrem, Aşura ve İmam Hüseyin bu çerçevede yeniden yorumlanmıştır.
Mücahidin'in Şii ilahiyatına yönelik bu tür müdahalelerinin ulema kurumunca hoş karşılanmaması tabiidir. Mücahidin genelde ulemayı İslam'ı yanlış yorumlamak ve egemen sınıflarla uzlaşmakla suçlayagelmiştir. Mücahidin'in ulemanın konumuna ilişkin görüşü Kur'an'ın yorumlanmasına dair şu sözlerinden rahatlıkla anlaşılabilmektedir:
Bununla beraber, çaba göstermeyi göze alan herkesin Kur'an'ı okumaya ve anlamaya hakkı vardır. Biz Kur'an'ın ancak seçilmiş bir kesim tarafından anlaşılabilecek kadar karmaşık ve gizemli olduğunu kesinlikle kabul etmiyoruz. (s. 97)
Mücahidin'in bu ilk elkitaplarında ulemaya yönelik eleştiriler yer almakla birlikte emperyalizm ve kapitalizm temel hedef alınmıştır. Emperyalizm, özellikle de Amerikan emperyalizmi İran'ı her yönüyle sömüren bir çark olarak vurgulanmaktadır. Öte yandan Pehlevi hanedanının başını çektiği kapitalizmin ise ordu, bürokrasi ve gizli servis gibi baskıcı kurumlar aracılığıyla toplumu sindirerek, sömürüye zemin hazırladığı işlenmektedir. Siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel açılardan Pehlevi hanedanına yönelik suçlamalarda bulunulmaktadır.
Mücahidin Pehlevi hanedanının halkın geniş kesimlerinin hoşnutsuzluğuna karşın iktidarını sürdürebilmesinin, yarattığı korku ve baskı ortamının bir sonucu olduğunu ileri sürmektedir. Ekonomik imkanların kaybedileceği; Musaddık karşıtı darbede olduğu gibi yabancı güçlerin müdahalesi; tutuklamalar, işkenceler ve gerekirse 15 Hordad'da olduğu gibi kitlesel katliamlara başvurulabileceği korkusunun halkı Pehlevi diktatörlüğüne karşı tepkisizliğe ittiği savunulmaktadır. (s. 98)
Bu korku zincirini kırmak için Mücahidin üç şey önerir: "Silahlı mücadele, daha fazla silahlı mücadele ve daha fazla silahlı mücadele." Bu mücadele ile halk, rejimin ve onun yabancı patronlarının her şeye muktedir olmadığını görecektir. Şiiliğin şehadet, direniş ve devrim geleneği canlı tutulacaktır. Bütün dünyaya Marksistler gibi Müslümanların da kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele için canlarını verebileceklerini gösterecektir. Her kahramanca eylem başka insanları da silahlı mücadeleye teşvik edecek ve yeterli sayıda insanın silahlı savaşa katılması sonucunda, rejim kitlelerin protesto denizinde boğulacaktır. (s. 98-99)
Mücahidin'in ideolojisi İslami ve Şia'ya ait kavramların, klasik Marksist sınıf savaşı ve tarihsel determinizm teorilerinin ve neo-Marksist silahlı mücadele, gerilla savaşı ve devrimci kahramanlık kavramlarının bir birleşmesinden oluşmaktadır. İdeolojik temellerini çeşitli kaynaklardan derleyerek oluşturan Mücahidin, Marighella'dan da Bakuninist devrim stratejisinin modern bir versiyonunu edinmiştir. Bu stratejiye göre, küçük fakat iyi örgütlenmiş ve kendini adamış bir grup silahlı devrimci, düzenin öndegelen unsurlarına açıkça saldırmayı göze aldığında, onların bu kahramanca örneklikleri birçok kişinin aynı yolu izlemesini getirecek ve sonuçta devlet tümüyle çözülecektir. Böylelikle, 19. yüzyıl Rus anarşistlerinin 'eylemle propaganda' kavramı İran'a taşınmış ve geleneksel 'şehadet' anlayışıyla meczedilerek Mücahidin'in stratejisinde belirleyici bir konuma yerleştirilmişti. (s. 100)
Her ne kadar Mücahidin Marksizmin hem modern, hem de klasik versiyonlarından açıkça etkilenmişse de, 'Marksistlik' sıfatını/ithamını kesinlikle reddetmiştir. Bu reddedişte üç faktör etkili olmuştur: İlk olarak Mücahidin dine/maneviyata samimiyetle inanmıştır. İkinci olarak Mücahidin üyelerinin büyük bir çoğunluğu Şiiliğin aile kültüründe önemli bir ağırlık taşıdığı geleneksel bazaari ailelerden gelmekteydiler ve siyasi radikalizmlerine rağmen kültürel köklerinden kopmaya hep karşı çıkmışlardır. Üçüncü olarak da, Mücahidin İran halkının Marksizmi ateistik materyalizmle ve bunu da her türlü ahlaki dejenerasyonla eş gördüğünün farkındaydı. (s. 100-101)
Tam da aynı sebeplerle, rejim Mücahidin'i, sürekli olarak İslamcı-Marksist ya da Marksist Müslümanlar şeklinde tanımlamakta ısrarlı olmuştur. Rejimin halk nazarında Mücahidin'i gözden düşürmek için kullandığı Marksistlik suçlamalarına cevap verirken Mücahidin'in Marksizmi ve Marksistleri karalamamaya özen göstermesi dikkat çekicidir. "Rejimin Son Suçlamalarına Cevap" [Pasoh be itihamat-e ahir-e rejim] başlığını taşıyan bir bildiride şöyle denmektedir:
Şah devrimci İslam'dan korkmaktadır. İşte bu yüzden bir Müslümanın devrimci olmayacağını sürekli haykırmaktadır. Onun zihniyetine göre bir kişi ya Müslümandır ya da devrimci; ikisi bir arada bulunamaz. Halbuki hakikatte bunun tam tersi doğrudur, bir insan ya devrimcidir ya da gerçek bir Müslüman değildir... Rejim var gücüyle Marksistler ve Müslümanlar arasında bir uçurum yaratmaya çalışıyor. Bizim görüşümüze göre tek bir asıl düşman vardır: Emperyalizm ve onun yerli işbirlikçileri. SAVAK'ın kurşunları, SAVAK'ın işkenceleri ve SAVAK'ın cellatları Müslümanlar ve Marksistler diye bir ayrım yapmamaktadır. Sonuçta, mevcut durum devrimci Müslümanlar ve devrimci Marksistler arasında organik bir birliği doğurmaktadır. Niçin? Elbette, İslam ve Marksizm aynı şey değildir. Mamafih İslam kesinlikle Marksizme Pehlevizm'den çok daha yakındır. İslam ve Marksizm aynı şeyi öğretmektedir, çünkü her ikisi de zulme karşı mücadele etmektedir. İslam ve Marksizm aynı mesaja sahiptir. Her ikisi de şehadeti, mücadeleyi ve kendini feda etmeyi ilham etmektedir. İslam'a kim daha yakındır? Amerikan emperyalizmine karşı savaşan Vietnamlılar mı, yoksa Siyonizm ve emperyalizmle işbirliği yapan Şah mı? (s. 101-102)
Ali Şeriati ve Mücahidin
Mücahidin'in bu ilk yazılı çalışmaları İran'da Şiiliğin radikal bir yorumunu geliştirme yönündeki bilinen ilk sistematik teşebbüstür. Halbuki Şiiliğin radikal yorumlanması dünyada Mücahidin'den çok Ali Şeriati'nin çalışmalarıyla bilinmektedir. Mücahidin birtakım nedenlerle Şeriati'nin gölgesinde kalmıştır. Her şeyden evvel Mücahidin, varlığını 1972'ye kadar saklı tutmuş, açık bir şekilde el kitaplarının yazımı ve daıtımı riskine girmemiştir. Halbuki Şeriati Hüseyni-ye İrşad'ın bir üyesi olarak 1969'dan 1972'ye kadar açık faaliyetlerde bulunmuştur. Mücahidin kurucularının, Şeriati'nin öğrenccileri olduğuna dair genel bir kanı bulunmasına rağmen, gerçekte Mücahidin'in fikirlerini Şeriati'den bağımsız ve Hüseyni-ye İrşad'da onunla karşılaşmalarından birkaç yıl önce geliştirmiş oldukları vakidir. Şeriati, Mücahidin kurucularının idam edilmesi üzerine, onlardan İslam'ın en üstün şehitleri olarak bahsetmesine rağmen, Mücahidin'in kurucularının kendi öğrencileri olduğunu hiçbir zaman iddia etmemiştir. (s. 1039
Mücahidin'in Şeriati'ye verdiği önemin ardında, kısmen Mücahidin liderlerinin 1970'lerin başlarında, radikal İslami görüşlerini kendilerine ait illegal elkitapları yerine, Şeriati'nin eserleri aracılığıyla propaganda etmeye karar vermeleri yatmaktadır. Böylelikle Mücahidin'in ideolojisinin İran içinde ve dışında Şeriati aracılığıyla yaygınlaştırılması amaçlanmıştır.
Özellikle İslam'a ve tarihe bakışta Mücahidin ve Şeriati bir hayli ortaklaşmaktadırlar. Her şeyden evvel İslam'ı; feodalizm, kapitalizm ve eşitsizliğin hakim olduğu diğer sistemlere karşı radikal bir muhalif hareket olarak yorumlama noktasında bir ittifak söz konusudur. Buna bağlı olarak, geleneksel İslami kavramları ve metinleri kullanmak, bunlardan yararlanmakla birlikte, bunlara yeni bir içerik yükleme gayreti her iki tarafta da görülen ortak bir yaklaşımdır. Yine, 'tarihsel determinizm' ve 'diyalektik metot'un her iki taraf için de belirleyici açıklama biçimleri oldukları görülmektedir. Şeriati ile Mücahidin'in fikirleri arasındaki benzerliğin en çarpıcı olduğu konu ise şüphesiz ulema karşıtlığıdır. İslam'ın gerçek temsilcilerinin ulema değil, aydınlar olduğu noktasında her iki taraf da mutabakat içindedir. (s. 122)
Mücahidin ile Şeriati'nin fikirleri arasında bu şekilde önemli ölçüde benzerlikler bulunması, Mücahidin liderlerinin Şeriati'nin faaliyetleri ve prestijinden yararlanmaya karar vermelerinde etkili olmuştur. Hüseyni-ye İrşad'ın 1972'de faaliyetlerinin durdurulması ve kısa bir süre sonra Şeriati'nin tutuklanmasında bu ilişkilerin de önemli payı olmuştur. Şeriati'nin 18 ay hapis yatmasına neden olacak suçlamalar arasında 'İslam Marksizmi'nin propagandasını yapmak yanında 'Mücahidin teröristleri' ile ilişkileri de yer almıştır. (s. 109)
MÜCAHİDİN HAREKETİNİN BİÇİMLENME YILLARI
İlk Faaliyetler (1968-1971)
Mücahidin 1965 ve 1968 yılları arasındaki dönemin çoğunu ideolojisini geliştirmeye harcadı. Bu dönemde, tartışma gruplarının teşkili, bildiri ve elkitaplarını yazımı ve çağdaş İran üzerine araştırmalar yapmak gibi faaliyetlere ağırlık verilmekteydi.
İran araştırmaları daha çok kırsal sorun, 1963 toprak reformu ve 1967-1968'de Kürdistan'da ortaya çıkan köylü isyanını konu edinmekteydi. Genelde kırsal sorunu, özelde Kürt sorununu araştırmak için grubun görevlendirdiği Kırsal Birim, Batı İran'a yoğun seyahatlerden sonra bir rapor hazırladı. Köyler ve Ak Devrim: İran Kırsalında Devrimci Durum Üzerine Bir Araştırma [Rusta ve İnkılab-ı Sefid: Barresi-ye şarayet-e inkılabi-ye rustha-ye İran] başlığını taşıyan bu rapor, kırsal sefaleti ağırlıklı bir biçimde işlemekle birlikte, sözde toprak reformunun İran köylüsünün devrimci potansiyelini erittiğini (çözdüğünü), bu yüzden devrimin kırlardan ziyade şehirlerden başlamasının daha muhtemel olduğu sonucunu vurgulamaktaydı.
1968'in Baharında Mücahidin etkinliklerini genişletmeye karar verdi. Tahran'da düzenlenen gizli bir toplantıyla Merkez Komite yerini Merkez Kadro'ya bıraktı. Toplam 16 üyesi olan Merkez Kadro'nun 12 üyesi eski Merkez Komite'den, iki üyesi İdeoloji Birimi'nden (Rızai ve Ruhani) gelmekteydi. Diğer iki üyenin kimliği bugüne dek açığa çıkmamıştır. Fakat ilk kurucu üyelerden oldukları sanılan bu iki üyelin 1960'ların sonlarında dini inançlarını terk ederek örgütten ayrıldıkları bilinmektedir. (s. 126)
Merkez Kadro, 1968'in ortalarında tüm örgütü yeniden şekillendirdi. Silahlı eylemlerin zeminini oluşturmak için lojistik, enformasyon ve iletişim birimleri oluşturuldu. Ayrıca İdeoloji Birimi'ne yardımcı olmak üzere bir Yayın Birimi kuruldu. Silahlı mücadelenin şehirlerden başlaması gerektiği düşüncesiyle Kırsal Birim lağvedildi. İki ya da üç kişiden oluşan küçük hücreler teşkil edildi. Her üç hücre birlikte bir grubu oluşturmaktaydı. Bu gruplar iletişimlerini ancak Merkez Kadro'nun belirlenmiş bir üyesi ile dikey olarak sağlamak durumundaydılar. Daha sonraları 'güvenli evler' olarak adlandırılan, bir kolektivite içinde hayatlarını sürdürmeleri için grup üyeleri teşvik edilmekteydi. Taktik farklılaşmalara rağmen, bazar esnafından sempatizanlar ve Özgürlük Hareketi'nden finansal destek sağlanmaktaydı. Bu destek sayesinde, Mücahidin harekete geçmek için, Marksist Fedaiyan gibi devlet bankalarını 'kamulaştırmak' zorunda kalmamıştır. (s. 127)
Merkez Kadro FKÖ ile, özellikle de 1967 Savaşı'ndan sonra yıldızı iyice parlamış bulunan el-Fetih ile ilişkiye geçti. El-Fetih kamplarında İranlı gönüllülerin eğitiminin sağlanabilmesi için FKÖ yetkilileri ile görüşebilmek amacıyla örgütün önde gelen elemanlarından Ruhani Paris'e gönderildi. Ruhani'nin temasları başarılı olamayınca, Merkez Kadro Katar ve Dubai'ye başka temsilcilerini gönderdi ve bunlar amaçlarına ulaştılar. (s. 127)
1970 yılının Haziran ayında öndegelen yedi eleman Lübnan ve Ürdün'deki FKÖ kamplarına geldiler ve bu kamplarda birkaç ay kaldıktan sonra döndüler. Mücahidin 1970 ve 1979 yılları arasında toplam 30 üyesini FKÖ kamplarına göndermişti. Bu rakamın özellikle Amerikan kaynaklarınca daha sonraları aşırı bir şekilde abartıldığı görülmüştür. (s. 127)
Bu arada Mücahidin üyelerinden altı kişilik ikinci bir grubun Dubai üzerinden Ürdün'e gidişleri sırasında ilginç bir olay yaşanmıştı. Grup Dubai polisince sahte pasaportla seyahatten dolayı tutuklanmıştı. Dört ay hapiste kaldıktan sonra 6 kişilik grubu Dubai polisi İran'a geri götürmesi için SAVAK'a teslim etti. Fakat örgütün durumu yakından takip etmesi için Dubai'ye gönderdiği Meşkinfam, Ruhani ve üçüncü bir Mücahidin üyesi aynı uçağa bindiler ve uçağı Bağdat'a kaçırmayı başardılar. Irak'ta yetkililerin bir SAVAK komplosundan şüphelenmeleri üzerine işkence ve baskılara maruz kalan Mücahidin'in bu 9 üyesi el-Fetih'in aracılığıyla serbest bırakıldılar ve Suriye'ye geldiler. Dikkati çeken nokta, 1971 yılının ilk ayında yaşanan bu olay uluslararası basında da çokça yer almasına rağmen, SAVAK dahil kimse yeni bir İranlı muhalif örgütle karşı karşıya olunduğunu anlamamıştı. (s. 127-128)
Mücahidin gerilla faaliyetlerine başlamak için yeterli sayıda elemanının Filistin'deki kamplardan dönmesini planlamaktaydı. Fakat beklenmedik bir gelişme takvimi öne almayı gerektirdi. 8 Şubat 1971'de Gilan ormanlarında bir yerleşim yeri olan Siyakal köyündeki bir jandarma karakoluna Marksist Fedaiyan-ı Halk [Sazeman-e Çerikha-ye Fedai-ye Halk-e İran] örgütü 13 üyesi ile bir saldırı gerçekleştirdi. Çağdaş İran tarihinin ilk etkili gerilla eylemi olan bu saldırı, Mücahidin ve diğer illegal örgütler üzerinde silahlı eylemlere başlama yönünde harekete geçirici bir etki yaptı. Bir Mücahidin bildirisinde de belirtildiği gibi "silahlı mücadelede önderlik" tek başına Fedaiyan'a bırakılamazdı. (s. 128)
Mücahidin ses getirici bir eylem arayışı içinde, 1971 Ağustosunda Şahlığın 2500. yılını kutlama merasimlerine karşı bir eylem düzenlemeye karar verdi. Tahran'daki elektrik istasyonunun havaya uçurulmasıyla tüm festivalin karanlığa gömülmesi planlanmıştı. Dinamit temin için, 1963 olayları sırasında hapishanede tanıdıkları eski bir komüniste başvurdular. Ne var ki aradan geçen zaman içinde bu kişi polisle işbirliğine girmişti. Zaten SAVAK da Mücahidin liderlerini bir süredir takip etmekteydi. Planlanan bombalamadan birkaç gün önce, 23 Ağustos'ta SAVAK örgütün 35 üyesini tutukladı. Tutuklanmadan kaçabilen 4 Mücahidin üyesi Şah'ın yeğeni Prens Şahram'ı kaçırarak, arkadaşları ile değiş tokuş yapmayı planladılar, fakat Prens'in silahlı muhafızları bu teşebbüsü boşa çıkardılar. Uzun sorgulamalardan sonra SAVAK 70 şüpheliyi daha tutukladı. Bunların bir kısmı daha sonra delil yetersizliğinden serbest bırakılacaklardı. (s. 128)
1972 Yargılamaları
Tutuklananlardan 69 kişi askeri mahkemede yargılandı. Bu 69 kişi örgütün kadro düzeyinde toplam elemanlarının yaklaşık yarısını oluşturmaktaydı. Yargılamalar başladığında yetkililer hala bağımsız bir örgüt ile değil, Özgürlük Hareketi'nin silahlı kanadı ile karşı karşıya olduklarını düşünmekteydiler. Yargılamalar ilerledikçe, tutuklular bağımsız bir örgüte mensup olduklarını ve örgütlerinin adının Sazeman-e Mücahidin-e Halk-e İran [İran Halkının Mücahitleri Örgütü] olduğunu açıkladılar.
Örgütün isminin basında ilk defa yer alışı 1972 Şubatının başında, tutukluların da izin vermesiyle Beyrut'ta örgüt adına yapılan açıklama ile olmuştur. Bu açıklamada, örgütün 6 yıldır var olduğu, halk ile CIA güdümlü rejim arasındaki temel çelişkiyi sona erdirmek için kurulduğu ve bunun da ancak silahlı mücadele ile gerçekleştirilebileceği ilan edilmişti. (s. 129)
Yargılananlar arasında 1968'de seçilen 16 kişilik Merkez Kadro'nun 11 elemanı (Hanifnejat, Muhsin, Badizadegan, Askerizade, Meşkinfam, Mihandust, Sadık, Bakeri, recevi, Behmen Bazergani ve Muhammed Bazergani) yer almaktaydı. Yargılananlar içinde yer almayan 5 kişi ise şunlardı: 1970'in başlarında İslami inançlarını yitirdiklerinden dolayı örgütten ayrılan ve kimlikleri halen bilinmeyen iki kişi, yurt dışında bir görevde bulunan Ruhani; yargılamaların başlamasından evvel hapishaneden kaçan Rıza Rızai ve Rıza'nın kardeşi Ahmed Rızai. 1971'de polisi uzun süre atlatmayı başaran Ahmed Rızai, 1972 Ocakında polis tarafından bir köşeye sıkıştırılınca SAVAK'ın eline düşmektense el bombasını patlatarak ölmeyi tercih etmişti. Ahmed Rızai bu nedenle aynı zamanda ilk Mücahidin şehidi olarak bilinmektedir. (s. 129)
Yargılamalar ilk başka açık yapılmakla birlikte, sanıklara işkence yapıldığı iddialarının yaygınlaşması üzerine gizli celse şeklinde devam etti. Buna rağmen önde gelen sanıklar mahkemeyi rejime karşı eleştirilerini yükseltmek için bir kürsü olarak kullanmaya çabaladılar. Bu sanıkların eleştirileri bildiriler halinde tüm üniversitelerde elden ele dolaştı.
Sanıkların rejime -ve rejim temsilcileri olan yargıçlara- yönelik keskin ve şiddeti öven ifadeleri askeri mahkemeden sert bir karşılık gördü. 11 kişi idama, 16 kişi müebbet hapse, 36 kişi ise 3 yıldan 15 yıla kadar değişen hapis cezalarına çarptırıldı. İdama mahkum edilenlerden 9'unun cezaları 1972 yılının Nisan ve Mayıs ayları içinde infaz edildi. Bu kişiler arasında 3 kurucu üye (Hanifnejat, Muhsin ve Badizadegan) ve Merkez Kadro'dan 6 üye (Askerizade, Meşkinfam, Sadık, Mihandust, Bakiri ve Muhammed Bazergani) bulunmaktaydı. İdama mahkum edilen diğer iki Merkez Kadro üyesi Behmen Bazergani ve Mesut Recevi'nin cezaları müebbet hapse çevrildi. Oldukça varlıklı bir bazaari ailenin çocuğu olan Behmen Bazergani'nin ailesi Şah'a başvurarak zaten bir oğullarının idam edildiğini, diğerinin affedilmesi ricasında bulundular. Recevi'in affedilmesi ise İsviçre'de siyaset bilimi öğrenimi gören ağabeyinin yürüttüğü uluslararası kampanya sayesinde gerçekleşti. İçlerinde ünlü hukukçular ve Cenevre Üniversitesi'nden profesörlerin de bulunduğu çok sayıda kişinin doğrudan Şah'a başvurarak Mesut Recevi'nin affedilmesini rica etmesi üzerine Şah bir alicenaplık gösterisinde bulunmak gereği duymuştu. Bununla birlikte rejim Recevi'nin SAVAK ile işbirliği yaparak idamdan kurtulduğu söylentilerini alttan alta yazmayı ihmal etmemiştir. SAVAK ilişkisine dair bu iddia bugün de İran İslam Cumhuriyeti yetkililerince Recevi'ye karşı yöneltilen ithamlar içinde önemli bir yer tutmaktadır. (s. 135)
Toparlanma Yılları (1972-1975)
Mücahidin'in daha sonradan 'büyük saldırı' şeklinde tanımladığı bu toplu yargılamalar ve idamlar harekete büyük kayıplar verdirmekle birlikte, onu yok etmeyi başaramamıştı. Kurtulanlar eski hataları da gözönünde bulundurarak örgütü yeniden yapılandırdılar. Örgüt birbirinden ayrı üç bölüme ayrıldı ve Merkez Kadro yerini Tahran merkezli üç kişilik bir Merkez Komite'ye bıraktı. Her bölümün lideri Merkez Komite'de yer almaktaydı. Küçük hücrelerin kendilerine ait silahları depolamalarına ve yeni üyeler istihdam etmelerine izin verilmekle birlikte, silahlı bir eylem yapmak ya da Mücahidin adına herhangi bir yayın faaliyetinde bulunmak ancak Merkez Komite'nin iznine bağlıydı. (s. 136)
İlk başta Merkez Komite Rıza Rızai, Kazım Zolanvar ve Behram Aram'dan oluşmaktaydı. Rızai hapisten kaçtıktan bir süre sonra polisle giriştiği bir çatışmada öldürüldü. Zolanvar da 1972 Mayısında polisle giriştiği bir sokak çatışmasında yaralı olarak yakalandı ve üç yıl sonra hapishaneden kaçma teşebbüsünde bulunduğu iddiasıyla açıkça katledildi. Aram ise Ruhani ve Hakşinas ile birlikte daha sonraki yıllarda Mücahidin'in Marksist bir çizgiye kaydırmaya çalıştı.
Rızai ve Zolanvar'ın yerine Merkez Komite'ye Taki Şahram ve Mecid Şerif Vakıfi getirildi. Şahram, Mücahidin içinde daha sonra ortaya çıkacak bölünmede Marksist kanadın liderliğini yaptı. Şerif Vakıfi ise Müslüman kanadın başını çekiyordu.
Yeniden yapılanma Mücahidin üyelerinin kahramanca şehadete yürümelerine ilişkin eylemleri vurgulu bir biçimde öne çıkararak yeni üyeler kazanmaya çalışıyordu. Yeni üyeler çoğunlukla, Tahran Teknik Koleji ve Arya Mehr Sanayi Üniversitesi'nden, diğer üniversitelerin İslami Öğrenci Encümelmeri'nden, Taleganinin Hidayet Camisi'nden, Şeriati'nin Hüseyni-ye İrşad'ından ve hayırsever bazaariler tarafından kurulmuş bulunan Alevi Erkek Lisesi ve Refah Kız Lisesi'nden gelmekteydiler. (s. 137)
Bu dönemde Mücahidin yurt dışı faaliyetlerini de artırdı. FKÖ, Libya ve Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti'yle ve yurt dışındaki İranlıların kurmuş oldukları örgütlerle ilişkilerini geliştirdi.
Mücahidin 11 Kasım 1974'ten 4 Nisan 1975'e kadar Neşrie-ye Haberi-ye Sazeman-e Mücahidin-e Halk-e İran adıyla günlük bir bülten ve 1973 Şubatından 1975 Ağustosuna kadar Cengel ismiyle düzenli bir dergi yayınladı. Bu dönemde birçok broşür ve elkitabı basıldı. Ve 1972'nin sonlarından 1975'e kadar Irak'taki gizli bir istasyondan düzenli bir radyo yayını yapmayı başardı. (s. 138-139)
Mücahidin hapishanelerde de oldukça etkindi. Fedaiyan'ın örneğini izleyerek tüm büyük hapishanelerde komünha diye bilinen sıkı bir ilişki ağı oluşturdu. Bu komün sistemi harekete birçok yeni üyenin katılımını ve özellikle küçük İslamcı grupların hareket bünyesine dahil olmalarını sağladı.
Mücahidin hapishanelerde varlığını sürdürmek yanında, dışarıda da yaygın askeri eylemler gerçekleştirmekteydi. İlk idamların üzerinden henüz birkaç hafta geçmemişken, 16 Mayıs 1972'de bir polis karakoluna gerçekleştirilen saldırı ile başlayan eylemler artarak sürdü. Güvenlik güçleri, askeri şahsiyetler, Amerikalılar ve bağlı kuruluşlar, halkın ahlakını bozmakla suçlanan yayın organları, tanınmış Bahailerin sahibi bulunduğu şirketler önde gelen hedefler arasındaydı. Yine dünyadaki ve Orta Doğu'daki çeşitli devrimci örgütler ve hareketlerle dayanışma amacıyla zaman zaman çeşitli temsilciliklere karşı da eylemler yapılmaktaydı.3
Bu silahlı eylemlerin Mücahidin'e getirdiği fatura oldukça kabarıktı. 1972'de idam edilen 9 üyesinin ardından örgüt 1972-1975 arasında 32 üyesini ve 1975-1979 arasında da 42 üyesini yitirmişti. Bu toplam 83 kayıptan, 41'i güvenlik güçleri ile girilen sokak çatışmalarında; 17'si idam edilerek; 167sı işkence; 4'ü 'kayıp' edilerek; 2'si SAVAK tarafından hapishanede; 2'si örgüte ait bilgileri polise vermek suçlamasıyla kendi arkadaşları tarafından ve 1'i de 1975'te başlayan bir örgüt içinde Marksist ve Müslüman şeklinde iki kanadın ortaya çıkmasıyla sonuçlanan iç çatışmanın sonucunda öldürülmüştü. (s. 142)
BÜYÜK BÖLÜNME
Manifestor (1975)
1975'in ortalarına gelindiğinde örgütsel etkinliği, devrimci bağlılığı ve şehitlik olgusuna verdiği önem ile Mücahidin tüm ülke çapında büyük bir prestij kazanmıştı. Fakat birdenbire ortaya çıkan bir gelişme bir anda ortalığı karıştırdı. Beyaniye-e İlam-e Mevaze-e İdeolojike Sazeman-e Mücahidin-e Halk-e İran [İran Halkının Mücahitleri Örgütü'nün İdeolojik Durumuna Dair Manifesto] adlı şiddetli derecede anti-İslami bir içerik taşıyan bir bildirinin yayınlanması laik veya İslamcı tüm İran muhalefetini şaşkınlığa uğrattı. Manifesto gayet açık ifadelerle örgütün bundan böyle İslam'ı terk edip Marksizm-Leninizmi benimsediğini, çünkü İslam'ın 'kitlelerin afyonu' veya olsa olsa bir 'küçük burjuva ütopik ideolojisi' olduğunu, halbuki Marksizm-Leninizm'in işçi sınıfının yegane 'bilimsel felsefesi' ve insanlığın kurtuluşunun gerçek yolu olduğunu ilan etmekteydi. (s. 145)
Bu manifestonun yayınlanmasından itibaren iki rakip Mücahidin oluşmuştur. Birisi, orijinal isimden vazgeçmeyi kabul etmeyen ve muhaliflerini kanlı bir darbeyle kontrolü ele geçirmekle suçlayan Müslüman Mücahidin idi. Bu grup İslam Devrimi ertesinde orijinal isme tümüyle sahip olmayı başarmıştır. Diğeri Marksist Mücahidin idi. İlk önce örgütün orijinal ismini kullanmış, daha sonra 1978'de Bakşe Marksist-i Leninisti-ye Sazeman-e Mücahidin-e Halk-e İran [İran Halkının Mücahitleri Örgütü Marksist-Leninist Fraksiyonu] adını benimsemiş ve en son olarak da devrim sırasında bazı Maoist gruplarla birleşerek Sazeman-e Peykar-e der-Rah-e Azadi-ye Tabaka-ye Karger [İşçi Sınıfının Kurtuluşu Yolunda Savaş Örgütü]'nü oluşturmuştur. Bu örgüt daha sonraları kısaca Peykar örgütü olarak bilinegelmiştir. Hapishane yıllarında Marksizmi benimseyen fakat Maoizme karşı çıkan bir başka eski Mücahidin grubu ise devrim döneminde hapishaneden çıktıktan sonra Sezaman-e Kargeren-e İnkılabi-ye İran [İran Devrimci İşçiler Örgütü]'nü oluşturmuştur. Bu örgüt de daha sonra yayın organlarının adı olan Rah-e Karger [İşçi Yolu] adıyla tanınmıştır. (s. 146)
Hem Marksist, hem de Müslüman Mücahidin 1975'teki bölünmeye ilişkin olarak kendi açıklamalarını üretmişlerdir. Marksist Mücahidin'e göre, 'diyalektik materyalizm'i ve özellikle de Marks, Lenin ve Mao'nun eserlerini bir kere araştırmaya başlayınca siyasi bilinçleri gelişmiştir. Böylelikle Marksizmin kendilerine İslam'ın tutarsızlıklarını gösterdiğini de iddia etmişlerdir. (s. 146)
Müslüman Mücahidin'e göre ise, 'sahte solcu oportünistler' Müslüman görünerek sinsince örgütün içine sızmışlar, -özellikle 71'deki kitlesel tutuklamalardan yararlanarak- tedricen örgütün tepe noktalarını ele geçirmişler ve daha sonra genç, ideolojik açıdan gelişmemiş elemanları yoldan çıkartarak muhaliflerini katletmişler ve böylelikle tam bir makyevelist yöntem izleyerek bir iç darbe gerçekleştirmişlerdir. Bu şekilde örgütün 'kahramanca' ismini de çalmışlardır. Aslında Müslüman kanadın iddialarının aksine, İslam'dan Marksizme doğru dönüşüm aniden ortaya çıkmamış, uzun bir süreç içinde belirginleşmiştir. Bu süreç içinde meydana gelen bölünme oldukça sancılı sonuçlara yol açmış, çoğu zaman kardeşler arasında, hatta eşler arasında ayrışmalar yaşanmıştır.
Mücahidin içinde bir grubun Marksizme yönelmesinde muhtemelen şu üç faktör etkili olmuştur:
1. Rejim karşıtı olarak bilinen ulema ile özellikle de Humeyni ile kurulmaya çalışılan ilişkilerin hayal kırıklığı ile sonuçlanması. Humeyni ile görüşmek için 1972 ile 1974 yılları arasında Mücahidin'in Necef'e gönderdiği heyetlerin çabaları sonuçsuz kalmış, Humeyni Mücahidin'e destek vermeye yanaşmamıştır.
2. Mücahidin modern eğitimli aydınlara açılmada zorluklarla karşılaşmıştır. İran'da bu sınıf geleneksel olarak dini dışlayan ya da militan laik bir karaktere sahipti. Bu çevrelere açılma yönündeki çabalar sahip olunan İslami niteliği törpüleyici etki yapmıştır.
3. İran içinde ve dışında solucu aydınlar ve örgütlerle kurulan diyaloglar da Mücahidin üyelerini etkilemiştir. Mücahidin; Fedaiyan ve diğer radikal solcu mahkumlar, yurtdışındaki öğrenci örgütleri, Arap dünyasındaki devrimci örgütler ile ilişkiler geliştirmişti. Fedaiyan ile rejime karşı ortak bir cephe oluşturmak için görüşmeler yapmıştı. Bu ilişkiler içinde Fedaiyan Mücahidin'e ideolojik noktada yoğun eleştiriler getiriyordu. (s. 149-156)
Mücahidin'in 1975'te yayınladığı manifesto böyle bir ortamda yayınlandı. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta Mücahidin'in esasında İslam ile Marksizmin, Kur'an ile Das Kapital'in Tanrı kavramı ile tarihsel determinizmin sentezini yapmaya çalıştığının Manifesto'da itiraf edilmesidir. Manifesto bunun yanlışlığını belirterek, diyalektik materyalizm ve ekonomik determinizm olmaksızın, tarihsel determinizmin tek başına bir anlam taşımayacağını ifade etmektedir. (s. 157)
1975 Baharına gelindiğinde, Mücahidin üyelerinin çoğunluğu Marksizmi benimsemişti. İslami çizgiyi sürdürenler arasında önde gelenlerden biri üç bölümden birinin lideri olan Şerif Vakıfi idi. Diğer iki bölümün liderleri olan Aram ve Şehram, Şerif Vakıfi'ye bir ültimatom vererek kendilerinin verecekleri talimatlara uymasını istediler. Şerif Vakıfi bu ültimatoma aykırı olarak faaliyetlerini sürdürünce de onu öldürdüler ve tanınmaması için cesedini yakın bir çöplüğe attılar. Fakat SAVAK cesedi buldu ve teşhis etti.
Bu cinayet kalıcı etkilere yol açtı. Her şeyden evvel SAVAK'a yol göstermiş oldu. SAVAK birçok muhalifi aynı şekilde öldürerek bunun illegal örgütler içinde meydana gelen iç ihtilaflar sonucu işlenen cinayetler olduğu iddiasında bulundu. Ayrıca bu cinayet hem Mücahidin içinde bir kan davasına yol açmış, hem de rejime rahatlıkla kullanabileceği bir malzeme sunmuştu. (s. 162-163)
İki Mücahidin (1975-1978)
Mayıs 1975'ten itibaren her iki grup da kendi yolunda yürümeye başladı. Marksist Mücahidin hareketin orijinal ismini kullanmaya devam etmekle birlikte, bayraktaki Kur'an ayeti gibi birçok İslami sembol ve kavramı terk etti. Elemanlar artık birader yerine refik [yoldaş] diye anılıyorlardı. Toplantılardan evvel topluca namaz kılmalara son verilmişti. Mou Zedung'un Çelişkiler Üzerine adlı kitabı elkitabı olarak benimsenmişti. Neşriya isimli bülten yeniden yayınlandı. Cengel olan derginin ismi Mücahid olarak değiştirildi ve Kıyam-ı Karger [İşçinin Kıyamı] isimli yeni bir üç aylık dergi yayınlanmaya başlandı. Birleşik bir cephe kurmak için Fedaiyan ile müzakerelere girişildi, fakat müzakereler kopma ile neticelendi. Fedaiyan, Marksist Mücahidin'i Maoist dogmatizme sapmakla, gereksiz bir şekilde Müslümanları Marksistler aleyhine kışkırtmakla ve boş bir iddia olan İran işçi sınıfını temsil etme iddiası taşımakla suçladı. Marksist Mücahidin de Fedaiyan'ı Milli Cephe gibi küçük burjuva unsurlarla flört etmekle, kendilerinden gizlice Müslüman Mücahidin ile pazarlık yapmakla ve gerçek Marksist-Leninist strateji yerine Che Guevara'nın maceracı siyasetini izlemekle suçladı. Bu arada Müslüman Mücahidin kısmen taşrada, kısmen Tahran bazarında fakat en yoğun olarak hapishanelerde varlığını sürdürdü. Özellikle Recevi'nin komün yönetisi olduğu Kasr Cezaevi'nde güçlüydü. (s. 163-164)
Mücahidin içinde ortaya çıkan bu bölünme üzerine başta rejim karşıtı ulema olmak üzere bir kısım çevreler Marksizm ile İslam'ı birbirine karıştırmanın [iltigatigari] çıkmaz bir yol olduğunun görüldüğü şeklindeki vurgularını yoğunlaştırdılar. Ulemanın bu eleştirileri Müslüman Mücahidin içinde birtakım tartışmalara yol açarak küçük bir grubun hareketten tümüyle kopmasına neden oldu. Lütfullah Meysami'nin liderliğini yaptığı bu grup, Recevi'yi suçlayarak, örgütün gereksiz bir şekilde ulemadan uzaklaştığını, Marksizme karşı açık tavır koymadığını ve diğer İslami muhalefetle ilişkilerde gereken esnekliği göstermediği eleştirilerini getirdi. Müslüman Mücahidin ise bu grubu 'revizyonist' ve 'sağ sapma' olarak niteledi.
Bölünmeden sonra belli bir zayıflamaya uğramakla birlikte her iki grubun etkinlikleri de devam etmiştir. Bölünmeden İslam Devrimi'ne kadar geçen süre zarfında rejime karşı verilen mücadelede, Müslüman Mücahidin 42 kayıp verirken, Marksist Mücahidin 47 elemanını yetirmişti. (s. 166)
DEVRİM (1977-1979)
Mücahidin'in Müslüman kanadı 1977-1979 yılları arasında gelişen hareketli dönem içinde kısa zamanda eski gücüne kavuştu. Bu gelişmede Şah'ın çeşitli vesilelerle ilan ettiği afların da etkisi olmuştu. Bir yandan ülke içinde sokakta, çarşıda, üniversitede muhalefetin yoğunlaşması, diğer yandan uluslararası kuruluşların baskı ve teşvikleri sonucunda Şah'ın 1977 yılının başından itibaren birbiri ardına siyasi tutukluları serbest bırakmak zorunda kalması neticesinde birçok Mücahidin mensubu hapisten çıkarak mücadeleyi dışarıda sürdürmeye başladılar. Rejimin tümüyle çökmesinden üç hafta evvel Ocak 1979'da ilan edilen son afla birlikte Mesut Recevi de serbest kalmıştı. (s. 170)
Serbest bırakılan Mücahidin mensupları devrimci mücadele içinde etkin bir şekilde yer almakla birlikte kendi örgütlerinin adını kullanmamaktaydılar. Ayetullah Talegani'nin bürosu aracılığıyla ve İslami Öğrenci Encümeni kimliği ile katıldıkları devrimci faaliyetlerde rejim karşıtı tüm muhalefeti kapsayan bir ulusal birlik oluşturma endişesi ile davranmaktaydılar. Ayetullah Talegani'nin hapisten çıktıktan sonra Kasım 1978'de faaliyete geçirdiği bürosu sadece ulema ile Özgürlük Hareketi ve Milliyetçi Cephe benzeri ulema dışı örgütlerin buluştuğu bir mekan olmakla kalmamakta, aynı zamanda Paris'te bulunan Ayetullah Humeyni ile iletişimi de sağlamaktaydı. Büro grevler ve gösterilerin koordinasyonunu sağlayan bir merkez olarak da önemli bir fonksiyon icra etmekteydi. Mücahidin mensupları, Talegani'nin emirlerine uyarak örgütsel herhangi bir pankart açmaksızın bu gösterilerde aktif olarak yer aldı. 1978 Aralığında kamuoyuna yayınlanan bir Mücahidin bildirisi, üye ve sempatizanlarına Şah devrilene kadar 'Ayetullah Humeyni'nin emri olmasızın" silahlı hiçbir eyleme başvurmamalarını bildiriyordu. 1979 Şubatının başında diğer gerilla örgütleri gibi Mücahidin da silahlı gruplarını yeniden örgütlemeye muktedir olmuştu. 9-11 Şubat tarihleri arasında Şah'ın son kalıntıları ile sürdürülen silahlı sokak çatışmalarında Fedaiyan ile birlikte Mücahidin ağırlıklı bir rol oynamıştı.
Devrimden sonra televizyonda ilk uzun konuşmayı yapan kişi Mücahidin'in tanınmış 3 şehidinin babası olan Halilulah Rızai idi. Tahran radyosunda devrimi tebrik etmek ve Ayetullah Humeyni'yi selamlamak için ilk konuşma yapanlardan biri de bir Mücahidin sözcüsüydü. Böylece Mücahidin yeraltından, açık sahneye çıkmayı başarmıştı. (s. 170-172)
Yeni Liderlik ve Örgütsel Yapı
Yenilenen Mücahidin artık bütünüyle Mesut Recevi'nin ve onun Kasr Cezaevi'ndeki komününden yakın çevresinin kontrolüne girmişti. Bunlar arasında, Musa Hıyabani, Mehdi Abrişamci, Abbas Davari ve Muhammed Rıza Saadeti öne çıkan isimler idiler. 1979-1980'de bu kişiler kamuoyunun gözünde önplana çıkmışken, üst liderliğin diğer elemanları örgütün tümüyle açığa çıkmasının yaratabileceği riski gözönüne alarak projektörlerin uzağında gizli bir Merkez Kadro oluşturdular. (s. 173)
Devrimin hemen akabinde Recevi ve arkadaşları çabalarını ülke çapında yeni bir örgütlenme oluşturmaya teksif ettiler. Merkez kadroyu bir Politbüro [defter-i siyasi] ve bir Merkez Komite [komite-i merkezi] şeklinde iki bölüme ayırdılar. Tahran'ın merkezinde önceden Pehlevi Vakfı'na ait olan ve Şubat ayındaki çatışmalarda Mücahidin gerillalarının el koyduğu bir binayı karargah olarak seçtiler. Birçok büyük şehirde bürolar açtılar. Mücahid ismiyle haftalık bir dergi yayınına başladılar. Yeni üyeleri istihdam etmek ve örgütlemek için beş ayrı yapı kurdular: Mücahidin Ordusu [Sitad-e Mücahidin]; Genç Mücahitler Örgütü [Sazemen-e Cevanan-e Mücahid]; Müslüman İşçiler Hareketi [Conbeş-e Kargeren-e Müselman]; Muvahhid Esnaf Cemiyeti [Kanun-i Tevhidi Esnaf] ve Müslüman Kadınlar Örgütü [Sazeman-e Zenan-e Müselman]. Bu beş yapı Mücahidin'in temel örgütsel tabanını teşkil etmekteydi. (s. 175)
Yeni liderlik Şubat 1979'un sonuna doğru 'asgari beklentilerimiz' başlıklı 14 maddelik bir program yayınladı. Program özet olarak şu maddeleri içeriyordu:
1. Tüm banka, fabrika ve büyük işletmelerin millileştirilmesi.
2. Yabancı güçlerle yapılan tüm eşitsiz anlaşmaların ve imtiyazların iptali.
3. Küçük esnaf ve çiftçilere devlet kredisi.
4. Yabancı danışmanları, rütbe farklılıklarının ve zorunlu askerliğin olmadığı bir halk ordusu [arteş-i merdumi]nun kurulması.
5. Siyasi özgürlüklerin tanınması.
6. Kadın haklarının tanınması.
7. Kabile, ulusal azınlıklar ve eyaletlere karşı tüm ayrımcı uygulamaların kaldırılması.
8. Yüksek öğrenime idari özerklik.
9. Emekçilere her türlü sosyal imkanlar sağlayan ve seçilmiş konseyler (şavra)'i de içeren yeni bir iş yasası.
10. Seçilmiş köy konseylerinin kurulmasını da kapsayan kırsal reformların uygulanması.
11. Bazaar esnafı ve belediyeleri güçlendirecek şekilde şehir konseylerinin kurulması.
12. Öğretmenler, memurlar ve diğer sivil görevliler için ev ve eğitim imkanları.
13. İsrail, Rodezya ve Güney Afrika gibi ırkçı ülkelerle her türlü antlaşmaların iptali.
14. Bağlantısız ülkeler bloğuna girmek üzere tüm yabancı ittifaklardan derhal çıkılması. (s. 184-185)
Tüm bu maddeler Kur'an'dan, hadislerden ve İmam Ali'nin sözlerinden uzun uzun alıntılarla desteklenmekteydi. Kamuoyuna ilan ettiği bu ayrıntılı program ile birlikte Mücahidin artık kitlesel bir hareket örgütlemek için gerekli ortamın hazır olduğuna karar vermişti.
KİTLELERE AÇILMA
Geçici Hükümet Dönemi (Şubat-Kasım 1979)
İslam Devrimi'nin gerçekleştirilmesinin hemen ardından Mehdi Bazergan'ın Başbakanlığında bir Geçici Hükümet kurulmuştu. Fakat Geçici Hükümet ülkede tüm iktidara sahip olmaktan epeyce uzaktı. Devrim mahkemeleri, devrim muhafızları ve komiteler gibi yeni kurulan devrimci kuruluşları yönlendiren ve bu kuruluşlar aracılığıyla ülke genelinde etkin bir güç olarak beliren ulema ve onun örgütlü uzantısı İslam Cumhuriyeti Partisi [Hizb-i Cumhuri İslami] bir nevi gölge hükümet durumundaydı.
İslam Cumhuriyeti'nin ilk evresinde ortaya çıkan bu "iki başlı yönetim" döneminde Mücahidin halkın tümüne hitap etmek ve baştan başa tüm İran'da bir halk hareketi oluşturma hedefine yöneldi. Mücahidin, Geçici Hükümet'in başı olan Bazergan ve partisi Özgürlük Hareketi'nin, kendisi dışındaki örgüt ve hareketlere karşı daha müsamahakar bir karakter taşıdığının bilincindeydi. Bununla birlikte aynı müsamahakar tutumun ABD ve eski rejim kalıntılarına karşı da takınılması Bazergan'ın temel bir olumsuzluğuydu. Öte yandan, ulemanın yönetimindeki devrimci kuruluşlar Mücahidin de dahil tüm örgütlere derin bir şüphe ile yaklaşmalarına rağmen, emperyalizme, eski rejim artıklarına karşı takındıkları radikal tutum ve müstezaf kitleleri önemseyen söylemleri ile Mücahidin'in hedeflerine daha yakın bir konumda duruyorlardı. (s. 186)
Bununla birlikte Mücahidin açıkça taraflardan biri yanında görünmemeye çalışarak, riskli bir tutum almaktan akçındı. Bu dönemde birçok sol örgüt gibi, Mücahidin mensuplarının çoğu da İslam Devrimi ile Sovyet Devrimi arasında büyük paralellikler bulunduğu zehabına kapıldılar. Bu yaklaşıma göre aynen Sovyet Devrimi'nin ilk aylarında olduğu gibi İran da bir yol ayrımındaydı: Ya burjuva hakimiyetini getirecek olan 'liberal demokratik' yol ya da emekçi sınıfın kurtuluşunu sağlayacak olan 'devrimci demokratik' yol. Diğer sol gruplar gibi Mücahidin de tarihi yanlış yorumlamakta ve Humeyni'nin gücünü görememekteydi. (s. 187)
İlk dönemlerde hem Geçici Hükümet, hem de ulemanın gölge hükümeti Mücahidin'e sıcak bir yaklaşım içindeydi. Özellikle Pehlevi diktatörlüğünün katlettiği Mücahidin şehitleri büyük değer görmekteydi. Bazergan da birçok Mücahidin mensubunu önemli görevlere getirmişti. Daha önemlisi devrimden yalnızca iki gün sonra Humeyni özel bir görüşme yapmak için Recevi'yi kabul etmişti. Devrimden sonraki bu ilk dönemde Mücahidin de ulemanın gölge hükümeti ile çatışmamaya özen göstermekteydi. Sol gruplar, Milliyetçi Cephe ve laik kadın örgütlerinin çeşitli vesilelerle gerçekleştirdikleri protestolara da, Kürk, Türkmen, Beluç ve Arap bölgelerinde ortaya çıkan isyanlara da destek vermemişti. Mücahidin emperyalizmin her türlü iç karışıklığı kullanmak için fırsat beklediği, dolayısıyla oyuna gelinmemesi gerektiğini vurgulamaktaydı. (s. 189-190)
Mücahidin genel politikasını Mart ayının sonunda yayınladığı uzun bir bildiri ile sürdürdü. Bu bildiride Mücahidin'in amacının asli olarak, sınıfsız tevhidi toplumu kurmak olduğu fakat acil olarak yapılması gerekenin 1953'te olduğu gibi emperyalist bir darbe tehlikesini boşa çıkarmak olduğu belirtiliyordu. Böyle bir karşı devrimi önlemek için ise, Mücahidin ordusunun dağıtılması, bir halk ordusunun kurulması ve mahalli ve işçi konseylerinin teşkili çağrısı yapılıyordu. (s. 190)
Mücahidin ile ulemanın gölge hükümeti arasında ilk sürtüşme 13 Nisan 1979'da meydana geldi. Ayetullah Talegani'nin biri Mücahidin, diğeri ise Peykar örgütü mensubu iki oğlu silah bulundurdukları gerekçesiyle Tahran'daki mahalli komitelerden biri tarafından tutuklandılar. Devrimin başından beri komitelerin keyfi davranışlarından şikayetçi olan Talegani insanların temel haklarının çiğnendiğini söyledi ve bürosunu kapatarak tepki gösterdi. Ertesi gün Mücahidin Fedaiyan ve diğer laik grupların da katıldığı gösteriler düzenleyerek Talegani'ye destek verdi. Bir sonraki gün Hizbullahiler çeşitli şehirlerde Mücahidin'e ait bürolara saldırılar düzenlediler. Bu sorun Talegani'nin 19 Nisan'da Kum'da Humeyni'yle görüşmesi ile kapandı. (s. 190-191)
İkinci sürtüşme Haziran ayının sonunda ortaya çıktı. Mücahidin, öndegelen üyelerinden Saadeti'nin komite tarafından tutuklandığı ilan etti. Saadeti Sovyet Elçiliği'nden çıkarken Sovyet casusu olduğu iddiasıyla tutuklanmıştı. Mücahidin, "tüm ilerici ülke ve örgüt temsilcileriyle görüşmenin doğal" olduğunu söyleyerek suçlamaya karşı çıktı. Olayı protesto için gösteriler düzenledi. Bir hafta sonra protestolar, Talegani'nin araya girerek Saadeti'nin en kısa sürede serbest bırakılacağına dair söz vermesiyle son buldu. Ne var ki, Saadeti asla serbest bırakılmayacak ve Haziran 1981'de hapiste idam edilecekti. (s. 192-193)
Saadeti krizinin yatışmasından sonra Ağustos ayının ilk haftalarında Uzmanlar Meclisi için yapılacak seçim kampanyası gündeme geldi. Diğer laik ve solcu örgütlerin boykot etmesine karşın Mücahidin aktif bir şekilde seçimlere katıldı. Bir yandan seçimlere bağımsız olarak katılan ulema kökenli ve tanınmış İslamcı adayları desteklerken, bir yandan da 26 adaylık kendi üyelerinden oluşan bir liste çıkararak katıldığı bu seçimler vasıtasıyla Mücahidin halka programını duyurmaya çalıştı. Seçim kampanyası döneminde kimi gözlemcilerin Mücahidin'in artık "Humeyni rejiminin resmi muhalefeti" olarak tasvip gördüğü şeklinde yorumlar yaptıkları görülüyordu. Seçimler sonucunda Mücahidin'in de destek verdiği adaylar iyi sonuçlar elde etmelerine rağmen Mücahidin kendi adaylarının hiçbirini Uzmanlar Meclisi'ne sokmayı başaramadı. (s. 194)
Seçim sonrası dönemde Hizbullahilerle laik ve sol muhalefet arasında tansiyon yükselmeye başladı. Hizbullahiler muhalefetin eylemlerine yönelik sınırlamaları artırmaktaydılar. Bu gerginlik döneminde çeşitli eyaletlerdeki Mücahidin büroları da işgal edildi, hatta Mücahidin'in Tahran'daki genel merkezi de ele geçirilmeye çalışıldı. Pehlevi Vakfı'nın mal varlığı devrimden sonra tümüyle Mustezafları Vakfı'na devredilmişti. Buna dayanarak Mücahidin'in genel merkez olarak kullandığı binayı boşaltması gerektiği ileri sürülüyordu. Binaya yönelik Hizbullahilerin kuşatması ve Mücahidin'in direnmesi sonucunda bir uzlaşmaya varıldı. Kuşatmanın kaldırılması şartıyla Mücahidin kendine yeni bir yer aramayı kabul etti. (s. 195-196)
Kuşatma gerginliğinin bitmesinden sonra tekrar bir yumuşama dönemine girildiği görülüyordu. Eylül, Ekim ayları ve Amerikan Elçiliği'nin işgali öncesinde Mücahidin uzlaşmacı siyasetini sürdürdü. Halbuki bu dönemde Uzmanlar Meclisi'nin yeni anayasa hazırlıkları dolayısıyla Geçici Hükümet ile ulemanın gölge hükümeti arasında gerginlik tırmanmaktaydı. Bu dönemde Ahmet Humeyni'ye hitaben yazılan açık bir mektupta Mücahidin, anayasa sorununa hiç değinmeksizin, bazı komitelerin sorumsuzca davranışlarından şikayette bulunuyor fakat "her zaman Ayetullahu'l-Uzma imam Humeyni'yi destekleyeceğini" vurgulamayı da ihmal etmiyordu. Mektup şöyle bitiyordu: "Kanımızın son damlasını İmam Humeyni için akıtmaya hazırız." (s. 196)
Cumhurbaşkanlığı Seçimleri (Kasım 1979-Ocak 1980)
ABD Elçiliği'nin işgali ve bunun sonucunda Bazergan hükümetinin çökmesi Mücahidin'i bir halk hareketi oluşturma yönünde cesaretlendirdi. Bu dönemde Mücahidin ulemaya yönelik eleştirilerini artırdı ve sola daha açık bir politika izledi. Halkın Mücahitleri Milisleri [Milişia-ye Mücahidin-i Halk] ismiyle yeni bir yapı oluşturarak muhtemel bir ABD saldırısına karşı ulusal bir seferberlik çağrısı yaptı.
Mücahidin aynı zamanda Uzmanlar Meclisi'nin hazırladığı ve Aralık ayında oylanacak olan Anayasa referandumuna katılmayı reddetti. Boykot kararını açıklarken; bu anayasanın "erekli konseylerin kurulması, yabancıların mal varlıklarının kamulaştırılması, tüm azınlıklara eşit haklar garantisi ve her şeyden önemlisi de sınıfsız tevhidi toplum kavramını kabul etmediğini" vurguladı. Humeyni'nin tüm Müslümanları anayasaya evet demeye (s. 197) çağırmasına rağmen boykot kararı Mücahidin'in Humeyni'ye karşı ilk açık red eylemi idi.
Anayasa halkoyuyla kabul edildikten sonra Mücahidin Recevi'yi Cumhurbaşkanlığı'na aday gösterdi. Recevi'nin adaylığı sadece Mücahidin'e bağlı kuruluşlarca değil, tüm laik ve sol muhalefet tarafından desteklenmekteydi. Fakat Humeyni, Anasaya'yı oylamaktan kaçınanların bu anayasayı koruyabileceğine güvenilemeyeceğini ilan etti. Böylece Recevi devre dışı kalmıştı. Seçimler sonucunda Beni Sadr Cumhurbaşkanı seçildi.
Meclis Seçimleri (Şubat-Mayıs 1980)
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından Mücahidin meclis seçimleri için kampanyasını başlattı. Ulemanın etkili olduğu örgütler, komiteler ve pasdarlar İslam Cumhuriyeti Partisi'ni desteklerken, diğer muhalefet grupları ve Cumhurbaşkanlığı Bürosu kendi adalarını belirlemişti. Seçimler ABD'nin elçilik işgali gerekçesiyle İran'a karşı bir saldırıya geçme ihtimalinin oldukça yüksek olduğu bir ortamda yapılmaktaydı.
Yeni yıl mesajında Humeyni ilk kez Mücahidin'e yönelik açık eleştirilerde bulundu. "Eklektisizm [iltigatigari] tehlikesi ve İslam'ı Marksizm ile karıştırmak isteyen bazı garpzede aydınların" girişimlerine karşı halkı uyardı. Ve şu sloganın altını çizdi. "Münafık kafirden daha tehlikelidir." (s. 199)
Seçim kampanyası döneminde Hizbullahiler ile Mücahidin mensupları arasında çatışmalar yoğunlaştı. Birçok yerde Mücahidin büroları işgal edildi ve gösterilerine müdahale edildi.
Mücahidin seçimlere 127 aday öne sürerek ve birtakım bağımsız adaylara da destek vererek katıldı. Eyaletlerde Mücahidin adayları 906.480 oy toplamasına rağmen, iki turlu seçim sistemi dolayısıyla ilk turda hiç sandalye kazanamadılar. 408 adayın seçimlere katıldığı ve 2.134.434 seçmenin oy kullandığı Tahran'da ise Mesut Recevi 531.943 oyla 38. sırada yer aldı, böylece ikinci tur seçimlere katılmaya hak kazanmıştı. (s. 201-202)
İkinci tur seçimler bir kez ertelendikten sonra Mayıs sonunda yapıldı. Recevi bu kez kendisini Cumhurbaşkanlığı kampanyasında desteklemiş olan birçok siyasi kişi ve grubun desteğini alarak seçimlere girdi. Fakat tüm bu yaygın desteğe rağmen Recevi'nin oyu 375.762'ye düşmüştü. Öte yandan Mücahidin eyaletlerde de hiçbir sandalye kazanmayı başaramamıştı. Mücahidin seçimlerde başarısız olmasını yöneticilerin birçok bölgede seçimlere hile karıştırması ve İslam Cumhuriyeti Partisi taraftarlarının baskı ve sindirme eylemlerine giriştiği iddiası ile açıklamaktaydı.
İslami Şura Meclisi'nin bu ilk seçimlerinin sonuçlanması ile birlikte Mücahidin iki önemli sonucu alıştı: İlk olarak mollaların iktidarına karşı koymaya yetebilecek bir halk desteği bulunmaktadır. Ve ikinci olarak da, İslam Cumhuriyeti içinde sadık bir muhalefet fonksiyonunu yerine getirmek mümkün değildir. Örgütün liderlerinden Hıyabani, bu durumu şöyle ifade ediyordu. "Barışçıl yolu sürdürmek için elimizden gelen her şeyi yaptık, fakat gericiler bizi başka bir yol aramak zorunda bıraktılar." (s. 205)4
KERBELA'YA GİDENYOL
Cumhurbaşkanı Beni Sadr (Mayıs 1980-Haziran 1981)
Meclis seçimlerinin hemen ardından Mücahidin ile İslam Cumhuriyeti Partisi arasındaki çatışma keskinleşti. 1981'in başlarında yetkililer, Mücahidin'in tüm legal faaliyetlerini yasakladılar; bürolar kapatıldı, yayınlar durduruldu ve gösteriler yasaklandı. Bazı Mücahidin liderleri için tutuklama emirleri de çıkartılmıştı.
Bu dönemde Cumhurbaşkanı Beni Sadr ile İslam Cumhuriyeti Partisi [İCP]'nin kontrolündeki hükümet ve meclis arasındaki anlaşmazlık ve çatışmalar da had safhaya ulaşmıştı. İCP'ye karşı Beni Sadr ile Mücahidin ittifak içine girdiler. Ve 20 Haziran 1981'e gelindiğinde Beni Sadr ve Mücahidin ittifakı İran halkını İCP'ye karşı ayağa kalkmaya davet etti. Bu kalkışma hüsranla son bulacaktı.
Bu tarihe gelene kadar taraflar birbirleriyle çeşitli cephelerde mücadele etmişlerdi. Karşılıklı olarak yoğun bir propaganda savaşı yürütülmekteydi. Mücahidin eleştirilerinin temeline "İCP ve ulema diktasının tüm demokratik hakları gasp ettiği" suçlamasını oturtmuştu. İCP yanlıları ise Mücahidin'i "devrimi yıkmayı hedefleyen emperyalizmin çıkarına alet olmakla ve sentezci anlayışlarla İslam'ı saptırmakla" suçlamaktaydılar.
Karşılıklı propaganda savaşının kızışması beraberinde silahlı çatışmaları da getirdi. 1981 Haziranına kadarki dönem içinde Hizbullahiler ve Devrim Muhafızları ile girişilen çatışmalarda 71 Mücahidin mensubu öldürülmüştü. Yine aynı dönem zarfında hapse atılan Mücahidin üyelerinin sayısı 1180'i bulmuştu. (s. 212-213)
İCP'ye karşı mücadelede Mücahidin'in Beni Sadr ile sıkı bir işbirliğine gitmesine karşın sol grupların hiçbirisiyle işbirliği söz konusu değildi. O dönemde rejime şartlı bir destek vermekte olan Tudeh ve Fedaiyan'ın Çoğunluk fraksiyonu5 Mücahidin'in İCP'ye karşı giriştiği savaşı yanlış buluyordu. Fedaiyan'ın Azınlık fraksiyonu ve Peykar gibi diğer sol örgütler ise Mücahidin tarafından halk tabanı olmayan "ütopik solcu" hareketler olarak eleştirilmekteydi. (s. 215-216)
Beni Sadr ile aralarındaki işbirliğinin bir sonucu olarak Mücahidin Beni Sadr'ın düzenleyeceği yürüyüşleri koruma ve lehinde gösteriler yapma kararı aldı. 5 Mart, 27 Nisan ve 13-14 Haziran 1981 tarihlerinde bu işbirliğinin neticesi olan gösteriler düzenlendi.
Ülkenin birçok şehrine yayılan gösteriler Mücahidin ve Beni Sadr'a göre 1979'daki devrim günlerinin adeta bir tekrarının işaretiydi. Bu halet-i ruhiye içinde Beni Sadr halka despotik rejimi devirme çağrıları yapmakta, Mücahidin da yayınladığı askeri bir bildiriyle gelecek büyük bir çatışmanın haberini vermekteydi. Humeyni bir radyo televizyon konuşması yaparak her türlü gösterinin yasaklandığını, karışıklık çıkaranların çok sert bir şekilde cezalandırılacaklarını ve Mücahidin kimliğiyle komünist, milliyetçi ve münafıkların bir araya gelerek Allah'a ve İslam Cumhuriyeti'ne karşı savaş açmış olduklarını ilan etti. (s. 218)6
20 Haziran Ayaklanması
Ülkenin yeni bir devrimin eşiğine geldiği hayaline kapılan Beni Sadr ve Mücahidin 19 Haziran 1981'de halka bir çağrıda bulunarak, 20 Haziran'da sokakları doldurmalarını ve İCP'nin iktidarı gasp etmesine karşı ayağa kalkmalarını istediler. Öte yandan yönetim gösterilere katılmamaları için sürekli olarak halka çağrılarda bulunuyordu.
20 Haziran günü birçok büyük şehirde büyük gösteriler yapıldı. Fakat yönetim oldukça duyarlıydı. Çıkan çatışmalar yaklaşık 50 göstericinin ölümüyle sonuçlandı. Büyük çapta tutuklamalar oldu. Yönetimin sert tutumu ayaklanmayı bastırmaya yetmişti. 20 Haziran'ı izleyen birkaç gün içinde ufak tefek gösteriler meydana gelmesine rağmen muhalefetin ümidi boşa çıkmış, ne grevler, ne de ordu içinden herhangi bir müdahale gerçekleşmemişti. (s. 219)
Terör Dalgası
İnfazlar ve terör eylemleri tırmanışa geçmişti. 23 ve 27 Haziran tarihleri arasında çoğu Mücahidin üyesi 50 kişi idam edildi. 28 Haziran'da İCP merkez binasında patlatılan bir bomba İCP'nin lideri Ayetullah Beheşti ile birlikte 70 kişinin hayatına mal oldu. Bu olay genelde sola, özelde Mücahidin'e karşı rejimin şiddetle cevap verme eğilimini güçlendirdi. İdamlar hızla arttı. Eylül ayına kadar toplam 600 olan idam sayısı, Ekim'de 1700'e, Aralık'ta 2500'e ulaştı. (s. 219-220)
Mücahidin de kendi terminolojisine göre devlet terörüne karşı devrimci adalet uygulamaktaydı. Hükümet yetkilileri, pasdarlar, komite merkezleri, İCP büroları ve ulemanın evleri saldırıların hedefiydiler. Kasım ayında yayınlanan bir hükümet raporuna göre bu saldırılar 504 pasdarın hayatına mal olmuştu. Mücahidin önemli eylemlerini genellikle intihar saldırıları şeklinde gerçekleştiriyordu. Birçok şehrin Cuma İmamı ve çok sayıda üst düzey yetkili bu tür saldırılarla öldürülmüştü. (s. 220-221)
1983'ün başlarında Mücahidin suikast kampanyasını azaltmaya ve Kürdistan'da süren gerilla savaşına destek olmak için daha çok gönüllü göndermeye karar verdi. Kısmen Irak'ın desteklediği Kürdistan Demokrat Partisi [Hizb-i Demokrat]'nin sınırda bazı bölgelerde kontrolü ele geçirmiş olması ve kısmen de üst düzey yetkililerin eskiye oranla çok daha sıkı bir şekilde korunmaya başlanması bu kararın alınmasında etkili olmuştu. Fakat bu kararın alınmasında asıl belirleyici, Mücahidin'in çok büyük kayıplar vermesi idi.
8 Şubat 1982'de örgüte ait bir hücre evine yapılan baskında içlerinde örgütün liderlerinden Musa Hıyabani ve Recevi'nin karısı Eşref Rabii'nin de bulunduğu 8 örgüt mensubu öldürülmüştü. Aynı gün örgüte ait iki hücre evi daha çökertilmişti. Bu tür hücre ev baskınları daha sonraki günlerde de devam etmiş ve Mücahidin'e ağır kayıplar verdirilmişti.
Sürgündeki liderliğin mevcut birimleri Kürdistan'a gönderme kararında bu kayıpların sayısal artışı belirleyici olmuş ve Mücahid gazetesi askeri mücadeleden ziyade politik mücadeleyi öne çıkaran bir yayın politikası izlemeye başlamıştı. Mücahidin eylemlerinde aşamalı olarak bir azalma görülüyordu. eylem sayısı Temmuz 1981'de günde ortalama 3 iken, Şubat 1982'de haftada 5'e ve Aralık 1982'ye gelindiğinde ayda 5'e inmişti. Aynı şekilde idam sayısında da aşamalı bir azalma söz konusuydu. 21 Haziran 1981'i izleyen dört yıl içinde, sokak çatışmaları da dahil olmak üzere toplam olarak 12.250 siyasi muhalifin hayatına mal olan bir savaş sürmüştü. Bu sayının dörtte üçünün Mücahidin üyesi veya sempatizanı olduğu sanılmaktadır.
SÜRGÜN
Paris (Temmuz 1981-Haziran 1986)
1981 Haziranındaki ayaklanmanın başarısızlığa uğraması üzerine Recevi ile Beni Sadr 29 Temmuz 1981'de Paris'e kaçtılar.7 Siyasi sığınma taleplerinin kabul edilmesinin ardından yaptıkları ilk açıklamada çok kısa bir süre sonra İran'a döneceklerini ve Demokratik İslam Cumhuriyeti'ni kuracaklarını dünyaya ilan ettiler. Birkaç hafta sonra Milli Direniş Şurası [Şura-ye Melli-ye Mukavemet] adlı yeni bir organizasyon oluşturdular ve bu şuranın programı niteliğini taşıyan Misaq olarak adlandırdıkları bir manifesto yayınladılar. (s. 243)
Mücahidin İslam Cumhuriyeti'ne karşı mücadelesini çeşitli cephelerde sürdürmekteydi. İranlı toplulukların yaşadığı birçok ülkede örgütlenmekte, propaganda ve yayın faaliyetlerini geliştirmekteydi. Askeri açıdan, Irak sınırındaki Kürt bölgesinde üsler oluşturdu. Ayrıca ağır kayıplara uğramasına rağmen suikast saldırıları, bombalama eylemleri ve bildiri savaşını sürdürdü. Diplomatik sahada ise, Recevi tanınmış uluslararası siyasi şahsiyetlerle kamuoyunun dikkatini çekmeyi hedefleyen görüşmeler yaptı. İnsan hakları kuruluşlarının ve Avrupalı çeşitli partilerin kongrelerine, ayrıca BM toplantılarına temsilci heyetler gönderildi. Yine Avrupa'da siyasetçi, sendikacı, yazar, öğretim üyesi gibi birçok aydının desteğini yansıtan imza kampanyaları yürütüldü.
Bu arada Recevi, dünyanın önde gelen çeşitli gazete ve dergileriyle röportajlar yapmayı da ihmal etmiyordu. Bu görüşmelerde Recevi'nin artık emperyalizm, dış politika ve sosyal devrim gibi konuları eskisi gibi öne çıkarmadığı, özellikle temel bir kavram olan nizam-ı tevhidi'yi hemen hemen hiç ağzına almadığı görülmekteydi. Artık demokrasi, siyasi özgürlükler, siyasi çoğulculuk, insan hakları ve hatta şahsi mülkiyete saygı gibi temalar revaçtaydı. Tabii siyasi mahkumların çektikleri acılar8 ve "anlamsız savaş"ın sona erdirilmesinin gerekliliği de öne çıkan temalar arasındaydı. (s. 245)
Macahidin'in özellikle üzerinde durduğu bir konu da Milli Şura'nın mevcut rejimin tek gerçek alternatifi olduğu idi. Mevcut rejimin yıkılmasının an meselesi olduğu telakkisi oldukça yaygındı. Mücahidin üyeleri, Milli Şura'nın kısa bir zaman içinde İran'da yönetimi üstlenebileceğine, bunun için uluslararası kamuoyunun Milli Şura'yı İran halkının temsilcisi olarak tanıması gerektiğine inanmaktaydılar. Bir anlamda FKÖ'nün Filistin halkının tek temsilcisi olarak tanınmasına yönelik FKÖ stratejisi taklit edilmekteydi. Bu yüzden Mücahidin rejime muhalif farklı siyasi örgüt ve şahsiyetlerin katılımını sağlayarak Şura'yı geniş bir tabana yaymaya gayret etti. 1983 ortalarından itibaren bu politikada başarılı bazı sonuçlar da alındı. Belli çevrelerin Şura'ya katılımı sağlandı.
Fakat bu politika kısa ömürlü oldu. Ve bir yıl geçmeden bir dizi istifa yaşandı. Önce Beni Sadr ve taraftarları ayrıldı. Bunu KDP, birçok solcu grup ve tanınmış aydınların çoğunun ayrılışı izledi. Mücahidin'in geniş cephe siyaseti başarısızlığa uğramıştı.
Bu başarısızlıkta çeşitli faktörler rol oynamıştı. İlk olarak Şura'ya 1981'de yeni oluşturulduğunda katılan pek çok kişi ve örgüt kısa bir zaman içinde Tahran'daki rejimin çökmesi ümidi ile hareket etmişlerdi. Zaman geçip beklenen gerçekleşmeyince oluşturulan ittifakın niteliğine ilişkin çeşitli sorular sorulmaya başlandı. İkinci olarak, Şura'nın iç işleyişi tümüyle Mücahidin'in denetimindeydi. Bu durum Mücahidin dışındaki muhalifleri işlevsiz, etkisiz piyonlar durumuna düşürmekteydi. Üçüncü olarak Mücahidin'in açıkça İran'la savaş halinde olan Irak'ın yanında yer alması hemen hemen herkesi rahatsız etmişti. Recevi'nin Irak Başbakan Yardımcısı Tarık Aziz ile kamuoyuna açık bir görüşme yapmasıyla, bu konu savaşın en yoğun olarak sürdüğü 1983 Ocak ayında öne çıktı. Mücahidin'in oldukça kabarık bütçesinin Irak tarafından finanse edildiğine ilişkin tartışmalar pek çok kişinin kafasını kurcalamaya başlamıştı. (s. 247-248)
Milli Şura'da kopmalara yol açan önemli faktörlerden biri de Mücahidin'in iç işleyiş ve ilişkileri konusu ile bağlantılıydı. Uzun sürecek bir savaşa hazırlanmanın gerekliliğine karar vermesi ile birlikte Mücahidin iç işleyişte, üyelerin niteliğine dek birçok alanda farklı tutumlar geliştirdi. Artık örgütlü askeri güçlülük siyasi yetkinliğin önüne geçmiş ve içsel demokrasi yerini örgütsel disipline bırakmıştı. Disiplin konusu oldukça tırmandırılarak adeta elemanların mekanik bir işleyişe tabi tutulmalarına ve liderlik kültüne vardırılmıştı.
Bu değişim kadroların günlük yaşantısını da değiştirmişti. Özellikle Avrupa'daki kadrolar komün evlerinde kalmaktaydılar. Her üye bir mesule bağlıydı. Her mesul de bir üst mesule bağlıydı. Bu zincir ilk mesul [mesul-e evvel] Recevi'ye dek bu şekilde uzanıyordu. Her üye örgüt içinde ya da örgütün cephe kuruluşlarının birinde tam mesaiyle günlük sorumluluklarla yükümlüydü. Her üye her günkü faaliyetinin ayrıntılı bir raporunu mesulüne vermek zorundaydı. Bir günlük rapor sabah namazıyla başlayıp, günün her saatini içerecek şekilde devam etmekte ve yatsı namazından sonra "Recevi çok yaşa!" sloganının söylenmesi ile bitmekteydi. Üyelerin Mücahidin'inkiler dışındaki yayınları okuması yasaktı. Boş zamanların örgütsel yayınların incelenmesi ile geçirilmesi teşvik edilmekteydi. Üyeler sürekli özeleştiri yapmakla yükümlüydüler. Mesuleri eleştirmeye kalkanlar cezalandırılmaktaydılar. Evlenmek isteyen üyeler örgütten izin almak zorundaydılar. İç işleyişte daha önce önem verilen demokratik pratikler tümüyle bir kenara itilmişti. Kısacası kitlesel bir hareket olma iddiası ile yola çıkan Mücahidin içe dönük bir nevi tarikata dönüşmüştü. (s. 250-251)
Bu dönüşüm 1985'in başlarında yaşanan bir olayla iyice berraklığa kavuştu. 27 Ocak 1985'te Recevi bir bildiri yayınlayarak Meryem Azodanlu'yu kendisiyle birlikte örgütün eş başkanı olarak atadığını duyurdu. Bildiri böylece kadınların örgüt içinde eşit hakka sahip olduğunun ispat edildiğini, bunun tarihi bir olay olup Mücahidin, İran halkı ve tüm İslam ümmeti içinde büyük bir ideolojik devrim anlamına geldiğini vurgulamaktaydı.
Meryem Azodanlu o zamana dek Mücahidin içinde yalnızca eski bir üyenin kız kardeşi ve Recevi'nin yakın arkadaşlarından Mehdi Abrişamci'nin karısı olarak bilinmekteydi. Bu bildiriden beş hafta sonra Politbüro ve Merkez Komite, "ideolojik devrimi" daha da geliştirmeleri ve evli olmayan bir kadın ve bir erkeğin birlikte çalışmalarının yaratacağı olumsuzlukları gidermek için, Mücahidin'in Mesut Recevi ile Meryem Azodanlu'dan evlenmelerini istediğini açıkladı. Açıklama Meryem Azodanlu ve Mehdi Abrişamci'nin bu "büyük devrim" yolunu açmak için yakın zaman önce boşandıklarını da zikretmekteydi. (s. 251)
Bu garip evlilik olayı Mücahidin içinde büyük sorunlara yol açtı. Örgüt içinde yoğun tartışmalar ve büyük kopuşlar yaşandı. Öte yandan bu evlilik nedeniyle Mücahidin'e dışarıdan da yoğun eleştiriler, suçlamalar yapılmaktaydı. Bu durum Mücahidin'in dış dünyadan daha fazla yalıtılması sonucunu doğurmuştu. Örgüt içe kapandıkça Recevi kültü artmaktaydı. "İran Recevi'dir, Recevi İran'dır" örgütün yeni sloganı olmuştu.
Bu arada İslam Cumhuriyeti de yoğun bir Mücahidin aleyhtarı kampanya yürütmekteydi. Mücahidin, Irak Baasçıları, Batılı emperyalistler ve Sovyetler gibi yabancı güçlerin işbirlikçisi, emperyalizme alet olan karşı devrimci teröristler olarak suçlanmaktaydı. Şeriati, Talegani ve Mücahidin'in ilk kurucularının halk arasında sahip oldukları olumlu ve haklı şöhretin, Mücahidin'in şimdiki yöneticilerince sömürüldüğü iddia edilmekteydi. Ayrıca çeşitli belgeler yayınlayarak Mücahidin'in yalnızca imtiyazlı kolej mensupları arasında taraftar bulabildiği, işçilere yönelik örgütlenmelerinin bile ancak bu aydın kökenliler tarafından gerçekleştirildiği ortaya konmaktaydı. Yine örgüte ait hücre evlerinin şehrin yoksul bölgelerinde değil, varlıklı bölgelerde bulunduğuna da dikkat çekilmekteydi. (s. 256-257)
İslam Cumhuriyeti öte yandan Mücahidin'i ideolojik ve siyasi tutarsızlıkla da eleştirmiştir: Bir gün toprak reformundan bahsederken, ertesi gün şahsi mülkiyete saygıdan söz edilmesi; bir gün sosyal devrim çağrısı yapılırken, ertesi gün orta yolculuğun savunulması; bir gün ordunun lağvedilmesi istenirken, ertesi gün ordu içinde cunta oluşturma faaliyetlerine girişilmesi; biryandan Irak yanında savaşırken, diğer yandan İran bayrağı dalgalandırılması; bir taraftan Marksizm-Leninizm övgüsü yapılırken, diğer taraftan Batı tipi liberal demokrat görüntüler verilmeye çalışılması; bir gün emperyalist güçler lanetlenirken, ertesi gün aynı emperyalist çevrelerden destek aranması gibi. (s. 258)
Rejimin Mücahidin aleyhinde yürüttüğü kampanyada içlerinde Recevi'nin kız kardeşi ve eniştesinin de bulunduğu birçok örgüt üyesinin, İslam Cumhuriyeti'nden af dileyerek örgütü terk etmesi ve televizyon ve basında örgüte yönelik ifşaat ve eleştirilerinin yayınlanması da oldukça etkili oldu.9
İslam Cumhuriyeti Mücahidin'e yönelik mücadelesinde, 1986 Haziranında önemli bir başarı daha kazanarak, Fransa'dan Recevi'nin sınır dışı edilmesini sağladı. Avrupa'nın bir başka ülkesinden sığınma hakkı elde edemeyen Recevi, Irak'taki Mücahidin karargahına gideceğini açıkladı. Recevi bu açıklamasında İran'daki silahlı mücadeleye yakın olmak gerektiğini vurguluyordu. Fakat bu karar aynı zamanda örgütün iflasının da açık bir habercisi olmuştu. (s. 258)
* * *
İbrahimiyan'ın kitabı Recevi'nin Irak'ta İran Ulusal Kurtuluş Ordusu'nun kurduğu 1987 Haziranına kadarki gelişmeleri aktararak son buluyor. Mücahidin'in oluşturduğu bu ordu özellikle ateşkesin kabul edildiği Temmuz 1988'e yakın dönemde Irak saldırılarında aktif olarak yer aldı ve ağır kayıplar verdi. Mamafih Mücahidin asıl darbeyi ateşkesin kabulünden sonra adeta Donkişotvari bir saldırıyla İran topraklarına karşı giriştiği harekat sonucunda yedi. Mücahidin ordusu İran birliklerince tam anlamıyla ezildi. Böylece İran içinde kadrolarını ve gücünü uzun bir zaman evvel yitirmiş bulunan Mücahidin'in İran dışında da artık gücünden bahsetmek imkansızdır.
Kendi halkına karşı düşman ordusuyla işbirliği yapmış olmanın çaresizliği içindeki Mücahidin, İran halkınca uzunca bir süredir Münafıkin olarak adlandırılmasını haklı çıkaracak bir tutum içine girmişti. Bu tutuma bağlı olarak Mücahidin Irak işbirlikçiliğinden sonra açıkça emperyalizm, ABD işbirlikçiliğine de savrulmuştur.
Mücahidin'in 80'li yılların sonunda, ABD nezdinde İran İslam Cumhuriyeti'nin tek gerçek alternatifi olarak hüsnü kabul görme çabaları, son birkaç yıldır meyvelerini vermiş görünüyor. Başta Kongre'den olmak üzere, Mücahidin bugün Şah yanlısı muhalefetten neredeyse ümidi kesmiş görünen ABD'den açıkça destek almaktadır. Şüphesiz Mücahidin'in öyküsü Orta Doğu tarihinin acıklı sayfalarından birini oluşturmaktadır. Bununla birlikte bu öyküden çıkartılabilecek önemli sonuçların bulunduğu da unutulmamalıdır.
Dipnotlar:
1- Tahran Üniversitesi'nde ilk İslami Öğrenci Encümeni 1942 yılında Mehdi Bazergan tarafından kurulmuştur.
2- Mücahidin'in Marksizme ait temel kavramları Kur'ani açıklamalar ve Hz. Muhammed, Ali, Hüseyin gibi şahsiyetlerin hayatlarına uyarlamaları ideolojik sentezciliklerinin yansımalarıydı. Hamid İnayet de, bu kavramları ve bu kavramların beraberinde getirdikleri ait oldukları çerçeveden soyutlayarak yalnızca analitik birer araç olarak kullanmalarına dikkat çekmiştir. Bkz.: Hamid İnayet, Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, (İstanbul: Yöneliş Yay., 1988), s. 282.
3- Kitabın bütününde de görüleceği gibi, yazar E. İbrahimiyan, -diğer sol gerilla örgütleri ile birlikte- Mücahidin'in silahlı eylemlerinin de Şah yönetimini sarsıcı etkiler yaptığı kanaatini taşımaktadır. Halbuki İran Devrimi'ni ele alan çalışmaların büyük bir çoğunluğu bu görüşü paylaşmaz. Örneğin Asaf Hüseyin, bu eylemlerin rejimi sarsması bir yana, uygulanan sıkı sansür nedeniyle halkın çoğu zaman gerilla eylemlerinden haberdar bile olmadığını ileri sürmektedir. Bkz.: Asaf Hüseyin, İran'da Devrim ve Karşı Devrim, (İstanbul: Pınar Yay., 1988), s. 195.
4- Mücahidin, İslam Cumhuriyeti'ne karşı silahlı mücadeleye rejimin zorlaması sonucunda başladığını, başka alternatif bırakılmadığını söylemekteyse de bu açıklama gerçeği yansıtmamaktadır. Muhsin Milani de Mücahidin'in kendisini uzun bir süredir bu tür bir çatışmaya hazırlamakta olduğunu ifade etmiştir. Bkz.: Muhsin Milani, The Making of Iran's Islamic Republic [İran İslam Cumhuriyeti'nin Oluşumu], (Westview Press, 1988), s. 296.
5- Fedaiyan, Haziran 1980'de Çoğunluk [Ekseriyyet] ve Azınlık [Ekalliyet] şeklinde ikiye bölünmüştü.
6- Yazar Abrahamiyan, Beni Sadr'ın Cumhurbaşkanlığı döneminde yoğunlaşan Mücahidin ve İCP çatışmasını ele alırken bu dönemde İran'ın karşı karşıya olduğu Irak işgaline hemen hemen hiç değinmemektedir. Bilindiği gibi, 1980 Eylülünde Saddam İran'a karşı savaş açarak İran topraklarından içeriye yaklaşık 200 kilometre kadar girmişti. İran'da süren iktidar mücadelesini ve iç kavgayı değerlendirirken, yaşanılan bu savaş gerçeği gözden kaçırılmamalıdır.
7- Ne ilginçtir ki, Beni Sadr ve Recevi'ye kadın kılığında Tahran'dan İran'a kaçıran pilot Albay Behzad Muazi, Ocak 1979'da Şah'ın İran'dan ayrılırken bindiği uçağı kullanan pilotun kendisiydi. Bkz.: Behmen Bahtiyari, "Solcu Meydan Okuyuşu: Halkın Mücahitleri ve Tudeh Partisi", Journal of South Asian and Middle Eastern Studies, (Güz/Kış, 1989), s. 40.
8- İran cezaevlerinde Mücahidin üyelerinin (ve diğer muhaliflerle birlikte) korkunç baskı ve işkencelerle karşılaştıkları, tecavüze uğradıkları, hatta birçok kere siyasi mahkumların topluca katledildikleri şeklindeki Mücahidin suçlamaları Batılı medyada da oldukça geniş bir kabul görmüştür. Bu konuya ilişkin olarak 1988 yılı Ağustos ayında yakalanan önde gelen Mücahidin üyelerinden Said Şahsevendi, "siyasi mahkumların idam edilmelerinden önce kanlarının alınmasının, hapishanelerde kadın ve kızlara tecavüz edilmesinin, tümüyle Mücahidin'in propaganda mekanizmasınca üretilen yalanlar" olduğunu açıklamaktadır. Bkz.: Tahmoores Sarraf'ın Cry of a Nation [Bir Ulusun Feryadı] adlı kitabındaki "Muhalefet: Halkın Mücahitleri" başlıklı bölüm, (New York: Peter Lang Yay., 1990), s. 192.
9- İçlerinde örgütün üst düzey sorumlularının da yer aldığı birçok Müchadin üyesi Tahran'daki Evin Cezaevi'nde 1983 yılında İran televizyonunda yayınlanan bir dizi oturuma katılarak örgüte ilişkin çeşitli açıklamalar yaptılar. Bu açıklamalarda örgütün devrim sonrasında izlediği ikiyüzlü politikalar, halka karşı girişilen kanlı eylemler ve örgütün içinde bulunduğu çıkmaz ayrıntılı biçimde dile getirildi. Bu ifşaatlar daha sonra İslami Tebliğ Teşkilatı Confessions of Some Highranking MKO Terrorists [Bazı Üst Düzey Halkın Mücahitleri Örgütü Teröristlerinin İtirafları] adıyla 1985 yılında, Tahran'da yayınlandı.
- Sunuş
- Kürt Sorunu Karşısında TC’nin Çözümsüzlüğü ve Müslümanlar
- Gazze Şeridi’ndeki İslami Cihad Hareketine İran’ın Etkisi
- Filistin'de İslam'ın Yükselişi ve Örgütsel Hareketlilik
- Şiddetin Kısır Döngüsünde Bir Ülke: Cezayir
- Mısır'da Sivil Toplum
- Mısır'da İşkence ve İdamlar
- Lübnan Politikasında İslami Güçler
- FKÖ ve İsrail Arasında İmzalanan
- Çağdaş İslami Dirilişçilik: Bir Hareket mi, Yoksa Geçici Bir An mı?
- İsrail Ümmetin Ortak Düşmanıdır ve Öyle Kalacaktır
- Devrimcilikten İşbirlikçiliğe Halkın Mücahitlerinin Öyküsü