1. YAZARLAR

  2. Kadrican Mendi

  3. Devlet başa; yani kuzgun leşe Zelzele

Devlet başa; yani kuzgun leşe Zelzele

Aralık 1999A+A-

Depremli günler yaşıyoruz; depremin merkezinden çevresine doğru farklı şiddetlerde herkesi etkilemeye, gündemi belirlemeye devam ediyor. Çocukların kendi aralarındaki oyunlarından, devletlülerin kendi aralarındaki hokkabazlıklarına kadar 32 kısım tekmili birden bir deprem muhabbetidir gidiyor.

Magazinel boyutu bir tarafa aslında bu derece önemli -etkisini devletin temellerine dek hissettirecek kadar- bir konuda toplumsal ivmeleri açısından tatminkar analizler yapıldığını söylemek mümkün değil. Tek bilgi kaynağının Medya olduğu bu illüzyonel (sihri) ortamda Musa'nın asasına itimat etmeyen mustaz'af kitle ise şaşkın anlamsız ve panik içinde ana haber bültenlerinin önünde tek sıra halinde komut beklemekte...

Marmara depremin doğru bir analizini yapabilmenin imkanlarını oluşturmak için, 17 Ağustostan itibaren birbirini takip eden gelişmeleri olaylar olmaktan kurtarıp dahil oldukları süreç içerisinde anlamlandırmaya çalışmamız gerekiyor.

Devleti bir idari organizasyon (bürokrasi) ve ideolojik sistem olarak iki farklı cephede değerlendirdiğimizde;

a- 17 Ağustosla, bürokratik işleyiş olarak kadroların ve bu kadroların musallat oldukları mekanizmanın çürümüşlüğü, üzerinde fazla tartışmaya gerek bırakmayacak kadar alenileşti.

b- Ancak bu alenilik aynı zamanda devletin ideolojik yüzünü perdeleyen bir maske işlevi de gördü. Yetersiz ve kötü niyetli bürokratların biteviye ekranlara yansıyan suratları, bu çarkın kanıksanmasına ve "böyle gelmiş böyle gider" boş vermişliğine yol açtı.

Oysa uluslararası siyasi ekonomik sistemle bir teba-tabi ilişkisine dayanan Ankara merkezli bir oligarşik iktidarın bu süreç içerisindeki omurga işlevi, öncelenmesi gereken bir belirleyendi.

Küfrün evrensel dinamiklerini kendi yerel cahiliyesiyle çoğaltan sistem coğrafyasının tarihinden edindiği iç politikaları, pek mahir olmamakla beraber tüm kurallarıyla uyguladı, zorunlu göç ve iskan politikası; Osmanlı'nın göçebe Türkmen boylarını yerleşikliğe ikna (!) etmesi, cumhuriyet döneminde de iskan politikaları, güneydoğu'da uygulanan köy boşaltmalar halkı sindirerek göçe zorlama uygulamaları ve son olarak afet bölgesinde öncekilere göre daha zarif (!) bir süratte (en azından silah kullanmadan) sergilenen bölgeyi insansızlaştırma, bölgeyi, problem yerine insanlardan arındırma siyaseti... 25 Kasım itibariyle Adapazarı'nın manzarasını; yağmur-çamur içerisinde sadece gideceği başka yer olmadığı için, tırnaklarıyla tutunmaya, yaşamaya çalışan onbinler; hastalık, pislik, olumsuz yaşam şartlarının yarattığı ahlaki yozlaşma ve bu ortamda büyüyen çocuklar...

Marmara depreminden geriye kalanlardan biri de sivil inisiyatiflerin ve büyük oranda İslamcıların devlete rağmen halka ulaşmadaki çabukluk ve maharetleri oldu. Bu noktada "sivil"den ziyade "resmi olmayan" olarak tabir etmeyi uygun bulduğumuz (mezkunun muhaliğinden çıkarmak daha kolay olur düşüncesiyle) yapılanları da doğru analiz etmemiz gerekiyor.

Birinci kısım, Piyasa ekonomisinin ideolojik kalıplarını benimsemiş, sivil olmayı sisteme muhalif ya da sistem dışı olmaktan ziyade sistemin meşruiyet kaynakları üzerinde, ancak "resmi olmayan" bir duruşa sahip olmak olarak kabul eden gruplarda gördük. Akut özelinde ve daha genelde bir takım demek, kulüp ve özel şirketlerin yardım ve kurtarma birimlerini v.b'nin öncülük ettiği yapılanmalarda olduğu gibi.

İkinci bir zümreyi ise yine devletin meşruiyet zeminini içselleştirmesine rağmen, bir yorum ve nüans kavgası(!) veren "üvey evlat" muamelesinden muzdarip, ancak aslında "öz evlat" olduğunu "Baba"sının zor günlerinde birazda onu utandırarak ispatlama cehdinde olanlar teşkil ediyor.

Ve bunlara bir de sistemle sorunu olan müslümanların uzun süren düşünsel ve pratik bir ataletin ardından, hem sistemle direkt bir çatışmaya girme riskini üstlenmelerine gerek bırak­mayacak hem de halka kendini gösterme imkanını sağlayacak bir zemin bulma ve oluşturma çabasının motive ettiği çalışmaları ekleyebiliriz.

Devletin bu yapılanmalara özellikle son iki gruba yaklaşımı kendini koruma içgüdüsünün yönlendirdiği ve ayaklarını bastığı meşruiyet zeminini kaybetme korkusunun histeri haline dönüştürdüğü bir "direkt tavır" alma şeklinde netleşti. "Ben yapamıyorsam (Belki de yapmıyorsam?) hiç kimse yapamaz, teba benim, döverim de severim de... ama kimseye yar etmem..." patrimonyalizmi en çok mezkûr kesimler üzerinde uygulama alanı buldu.

Bu siyasal düzlemde rakamsal bir veri olmanın dışında yer bulamayan Mustaz'af halk yığını ise el yordamıyla, kırık dökük, parça parça tepkiler sayesinde bir takım "Doğru soru"ların farkına vardı; Doğru cevapları henüz bulamasa da... Devletin Baba olma sıfatı yıpranırken "inanan" insanların yeni bir Baba olma potansiyellerini ete kemiğe bürünmeye başladı! Tabii Babaya evlat değil, yalnız Allah'a kul olma olgunluğuna (Rüşd) erişme hedefinin gündemleştirildiğini söylemek genel açısından gerçekçi olmaz. Mustaz'af halk, Hak-Batıl mücadelesinde tercih yapma imkanını bulmasa da en azından böyle bir ayrımın çok da yadsınamayacağı bir seviyeye yükseldiği söylenebilir. Zira Batıl tüm cepheleriyle yadsınamaz bir şekilde arz-ı endam ediyor.

Düzce-Kaynaşlı Depreminin Ekledikleri ve Çıkmazları(mız)

12 Kasım gecesi yeni bir felaket haberi Medya'nın reytingini azdırdı. Aynı gece Sakarya Dayanışma Platformu "SDP"den bir ekipte Düzce-Kaynaşlı'ya vardığımızda bizde olağanüstü bir yoğunluk, adeta bir show'la karşılaştık, sirenler kırmızı -lacivert ışıklar, rengarenk üniformalı insanların koşuşturmaları sivil savunmanın daha önce hiç görmediğimiz son model araçları yeni alındığı belli olan ekipman ve teçhizatlarıyla askeri ve diğer resmi zevat... Kısaca "bizim çocuklar iş başındaydı." Gerek İslamcı gerekse "bir kısım" medyada bu sefer duruma hakim mesajını işlediler. SDP ekibi o geceden sonra da oradaydı, iki hafta geçti ve Kaynaşlı'da halen ne temiz bir tuvalet ne su ve ne de elektrik ihtiyacı karşılanmış durumda... Ortada görülen sadece binlerce asker ve bunların her buldukları boş alana çadır dikmeleri.!.. Gene ziyan olan ekmekler, stoklanan çadırlar, sokaklarda tepecikler oluşturan kullanılmış giysiler, yağmur, çamur ve karınları doyan insanların fiziki ve moral sefaleti... Sokaklar ıssız ve karanlık, insanlar şaşkın ve ümitsiz, geleceğe güvenmiyorlar ve bu onları, bencil ve hırslı kılıyor. Adapazarı'nın üç aydır yaşadıklarını maalesef yeniden müşahade ediyoruz.

Peki devletin bu değişmeyen tutumuna karış "resmi olmayan"ların tutumlarındaki değişiklik nedir?

Serbest Piyasa savunusu anlamındaki liberal çıkışlar, depremin doğurduğu devasa rantın hemen farkına vardılar ve devlet eleştirisi yerine direkt halkla ilişkiler, reklam ve promosyon kanalıyla deprem zedelere ulaşmayı tercih ettiler(!).

Üvey evlatlıktan muzdarip "yerli" kesim bu sefer çizmeyi aşmamaya dikkat ederek, ve olayın reklam boyutunu önceleyerek, kısaca serbest piyasa kurallarını "yerli" pazarda uygulayarak, daha istikrarlı(!) bir yönelim içindeler. Vatandaşa uzanan yardım elleri, pazarlanan gözyaşları şeklinde birey reyting objesine dönüştü.

Türkiye'deki İslami mücadele süreci içerisindeki yapısal zaaflar deprem sonuçları kronikleştikçe gün ışığına çıkmaya başladı.

1-Düşünsel ve pratik atalet

2-Sabırsızlık ve istikrarsızlık

3-Hizip ve meşrep kalıplarına mahkumluk.

4-Uzlaşmaya yatkınlık...

Düşünsel ve pratik atalet; Kur'an merkezli bir stratejinin henüz tam anlamıyla içselleştirilmemesinden kaynaklanan, günü birlik oluşturulmuş taktiklerin, strateji haline dönüştürülmesi ve olayların gerisinden takip eden bir tepkisellik şeklinde beliriyor. Depremzede halka ulaşmada üzerinde mutabık bir öncelik sırası alamaması, hayır hasenat çabalarıyla Allah yolunda malı ve canıyla savaşmanın ikame edilmesi, neyin hedeflendiği ve halka inmenin ne demek olduğu sorularının cevaplanması bir tarafa, bu soruların gündeme bile gelmemesi..

Sabırsızlık ve istikrarsızlık: Özellikle Kaynaşlı depremi ile birlikte diğer deprem bölgelerindeki vakıf, dernek vb.lerin buraları tamamen bırakıp kalabalığın peşine takılmaları, burada da herkesin yaptığı şeyleri yapıp (erzak giysi ve yemek dağıtma) sonra kalabalıkla beraber buranın da boşlanması... Deşarj olmanın verdiği itminanla yeni maceralar beklentisi...

Hizb ve Meşrep taassubu; Özellikle parti merkezli olanlar ve olmayanlar ayrımı, meşrep gözetme, gelen yardımların dağıtım ve organizasyonunda bayrak açma ve flama yarası yapılması bunların önkoşul olarak dayatılması.

Ve tabi tüm bunların doğal bir sonucu olarak "Uzlaşmacılık": Allah'ın ipine birlikte sarılamamanın, ilkelerini netleştirememenin ve eylem pratiğini küçümsemenin doğurduğu kendine güvensizliğin verdiği nevrotik atmosfer.

Hak-batıl arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi, madahane ederek yozlaştırma ve örseleme...

Daha uzun bir süre birlikte yaşayacağımız anlaşılan depremin kemikleşmiş anlayışlarda henüz etkili olmadığı anlaşılıyor. Henüz enkaz kalkmadı ama altında yaşayan, gün ışığına çıkmayı bekleyen bir şeyler olduğunu tüm benliğimle biliyoruz.

Tüm bu zaafların farkında olmamız belki de avantajlı olduğumuz tek unsur. Pratiği yaşıyoruz, hatalarımızı tecrübeye dönüştürüyoruz... İşte bu yüzden belki de tarihin en mutlu ama en umutlu depremzedeleriyiz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR