1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Değişen Dış Politika ve Değişmemesi Gereken İlkeler

Değişen Dış Politika ve Değişmemesi Gereken İlkeler

Aralık 2022A+A-

Katar’da yapılan FIFA 2022 Dünya Kupası resepsiyonunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Mısır’ın darbeci şefi Sisi ile tokalaşma görüntüsü tartışmalara yol açtı. Daha önce net bir şekilde Sisi’yi darbeci olarak tanımlayan ve kendisiyle görüşmeyeceğini ilan eden Erdoğan’ın değişen pozisyonu açısından görüntü sürpriz oluştursa da aslında Türkiye ile Mısır yönetimleri arasında ilişkilerin geliştirilmesi süreci göz önüne alındığında ortaya çıkan manzara pek de beklenmedik bir durum sayılmazdı.

Nitekim Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik değişen dış politikasının bir yansıması olarak 2020 yılının sonundan beri zaten çeşitli düzeylerde görüşmeler başlatılmış ve zaman zaman tıkanıklık göstermekle beraber süreç aynı istikamette devam etmekteydi. Buna rağmen Katar’ın başkenti Doha’dan yansıyan fotoğraf karesinin muhalefet açısından tatlı bir sürpriz, bugüne kadar Erdoğan iktidarının Mısır siyasetini destekleyen çevreler açısından ise sarsıcı bir darbe olarak algılanması elbette sebepsiz değildi. Bu sebeple konunun hem Türkiye siyaseti hem İslami hareketler hem de İslami hareketlerin Türkiye siyasetiyle ilişkileri açısından değerlendirilmesi önem kazanmakta.

İleri Hamle Değil, Geri Çekilme

Öncelikle tespit edilmesi gereken gerçek şu ki Türkiye, daha doğrusu Erdoğan iktidarı açısından yaşanan şey açık bir gerileme olmuştur. Değişen bölgesel şartlara ayak uydurulduğu; Türkiye’nin yeni konjonktürü çok başarılı bir şekilde okuduğu; aslında geri adım atanın Türkiye değil, Sisi yönetimi olduğu vb. iddialara rağmen daha önce beyan edilen tutumdan net bir çark ediş söz konusudur. İktidarın her yaptığını meşrulaştırma, haklı çıkarma misyonuyla hareket eden kimi trolleşmiş çevrelerin samimiyet ve inandırıcılıktan uzak izahlara girişmeleri bu gerçeği değiştirmeye yetmez. Elbette Sisi yönetimi de birtakım tavizler vermiş, geri adım atmıştır ama ikili ilişkiler zemininde asıl tavır ve talep sahibi konumundan dolayı Türkiye’nin değişen tutumu çok daha bariz ve somut bir geri çekilmeye işaret etmektedir.

Gerek Türkiye kamuoyu gerek Mısırlı muhalifler ve Sisi darbesine karşı çıkan tüm dünya Müslümanları bugüne kadar Erdoğan’ın darbe yönetimi karşısında takındığı net tutuma şahitlik etmiştir. Sadece İhvan mensupları değil darbeciliğe karşı ilkeli, ahlaki bir tavır takınılması gerektiğini düşünen herkes Türkiye’nin bu yaklaşımını örnek alınması gereken bir tutum olarak sunmuştur. Bu arka plana karşı, şimdi aynı Erdoğan’ın darbeci Sisi yönetimine karşı geçmişte bizzat kendi beyanlarıyla çizdiği sınırı tarumar eden bir fotoğraf sunması doğal olarak eleştirilere konu olmaktadır.

Muhalefetin Tutarsızlığı İktidara Tutarlılık Kazandırmaya Yeter mi? 

Sorunu AK Parti’nin özelde Mısır, genelde tüm Ortadoğu’ya yönelik siyasetine karşı muhalefetin geliştirdiği İslamofobik yaklaşımın ne kadar ahlak ve vicdan yoksunu olduğunu vurgulayarak, ikiyüzlülük ve samimiyetsizliğe dikkat çekerek geçiştirmek mümkün değildir. Evet, AK Parti’yi ‘İhvancı’ olmakla suçlayan ve işgal altındaki Filistin’den Libya’ya, Suriye’den Mısır’a, Körfez ülkelerinden Afganistan’a kadar ümmet coğrafyasının tamamında kategorik biçimde zalimlerden yana tavır almayı ‘ulusal menfaatleri gözeten’ bir siyasetin temel şartı olarak öneren çevrelerin ‘haklı çıktık’ böbürlenmelerinin insani ve ahlaki düzlemde hiçbir değeri yok! Her durumda egemen güçlere boyun eğmeyi ve ümmet düşmanlığı paydasında buluşmayı ‘akıllılık’ olarak değerlendiren bu çevrelerin tutumu elbette zulümden ve zulmü içselleştirmekten başka bir mana taşımıyor. Ne var ki gelinen noktada ümmet düşmanlığıyla maruf bu yaklaşım sahiplerinin eline büyük bir koz verildiği de görmezden gelinemez.

Erdoğan iktidarının tüm bu U dönüşlerini gönüllüce yapmadığı aşikârdır. Bu bağlamda Akdeniz’de çember oluşturarak Türkiye’nin kuşatılmasına yönelik planlar yapıldığı ve bunu kırabilmek için bazı adımlar atmaya mecbur kalındığı söylenebilir. Türkiye’nin Müslüman halklardan yana tavrını çok uzun bir süre, ciddi bedeller ödeme pahasına koruduğu ama bunu daha fazla sürdürmeye takatinin kalmadığı ileri sürülebilir. Açıkçası Tunus’tan Körfez’e, Mısır’dan Suriye’ye kadar tüm İslam coğrafyasında despotlar ve emperyalistler arasında Müslüman halklara yönelik geliştirilen işbirliği siyaseti karşısında alınan ağır darbeler ve netice itibariyle İslami hareketlerin uğradığı yenilgi olgusu inkâr edilemez. Bu konjonktür kaçınılmaz biçimde Erdoğan iktidarının elinin zayıflamasına, bölgesel planda da yalnızlaşmasına yol açmıştır.

Bu perspektiften bakıldığında Türkiye’nin geri adım atmaya zorlanması bir ölçüde mazur görülebilir ama neredeyse hiçbir açıklama getirmeden ya da kayıt düşmeden, adeta coşkuyla, heyecanla düne kadar izlenen politikanın tam aksi yönde mesajlar veriliyor olması makul karşılanamaz. Mısır ile zaten Dışişleri ve Ekonomi bürokratları ve bakanlar nezdinde ilişkilerin sürdürüldüğü bilinmektedir. Bunu bizzat darbeci, katil Sisi’nin elini sıkmak ve yüzüne gülümsemek suretiyle ‘taçlandırmaya’ neden ihtiyaç duyulmuştur, anlamak mümkün değildir. Bu tavrın yol açacağı itibar kaybı ve moral bozukluğunun hesaba katılmaması şüphesiz büyük bir hata olmuştur.

Ar Zamanı Değil, Kâr Zamanı mı?

Tüm bu adımlar atılırken geliştirilen söylem ise son derece itici ve ikirciklidir. Son yıllarda giderek daha bir kutsanan, tartışılmazlık halesine büründürülen ülke çıkarları, vatanın korunması, devletin güvenliği vb. milliyetçi kalıplara yaslanarak tüm bu zikzak görüntüsü masumlaştırılmaya, meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Hatta daha da ileri gidilerek adeta tüm gelgitler, çark edişler gayet elzem, atılması gereken adımlar, çok hayırlı gelişmeler şeklinde sunulmaktadır.

Görülen o ki ‘ulusal çıkar’ mantığı üst değer konumuna oturtulmuş ve her türlü ilkeyi, şiarı, ahlaki tutarlılık endişesini gölgelemektedir. Nitekim Esed rejimi ile ilişki bağlamında da aynı mantığın devrede olduğu görülmektedir. Bu vahşi, katil rejime ilişkin olarak ardı ardına verilen normalleşme mesajları tam bir anormallik izharı olmuştur.

Esed rejimiyle uzlaşma sinyallerinin arkasında biri harici, diğeri dâhili olmak üzere iki faktörün, Rusya’nın baskısını göğüsleme ve muhalefetin göçmenler üzerinden yürüttüğü kampanyanın tesirini azaltma kaygısının belirleyici olduğu söylenebilir. Rusya’nın Türkiye’nin yüz yüze olduğu Suriye kaynaklı sorunlar, sıkıntılar hususunda Esed rejimiyle görüşülmesi gerektiğine dair ısrarı karşısında Erdoğan’ın görüşmeye kapalı olmadığı mesajını vermeye çalıştığı tahmin edilebilir. Aynı şekilde görüşme sinyali vermenin muhtemelen içeride muhalefetin yaklaşan seçimlerde muhacirler üzerinden daha da kabartacağı anlaşılan ırkçı kampanyayla irtibatlı olduğu anlaşılmaktadır. Bu yolla muhalefetin “Esed rejimiyle anlaşıp muhacirleri yollayacağız!” söylemini etkisiz kılmanın hedeflendiğini düşünmek yanlış olmaz.

Muhalefet açısından “Kâr getirecekse başka şeye bakmaya gerek yok!” mantığı normaldir, zaten bunlar başından itibaren Suriye halkına düşmanlık politikası içerisindedirler. Dolayısıyla 11 yıldır insanların maruz kaldıkları korkunç zulümleri, acıları hissetmeleri beklenemez. Mamafih iktidarın kendisine 11 yıl boyunca Esed zalimiyle uzlaşma, anlaşma çağrıları yapan muhalefeti mahkûm edip sonunda aynı çizgide buluşması inanılmaz bir trajedidir.

Aslında şu hususun da altını çizmekte yarar var: İktidarın Esed rejimiyle uzlaşabilme zemini hiçbir şekilde mevcut değildir. Arada devasa ihtilaflar, kapanması mümkün olmayan uçurumlar mevcuttur. Daha ötesi Türkiye fiilen bu rejimle savaş halindedir. Nitekim Esed rejimiyle görüşme, uzlaşma tezlerinin, söylemlerinin en fazla yoğunlaştığı bir dönemde bile Türkiye’nin Irak’la birlikte, Suriye’nin kuzeyini de yeni ve kapsamlı bir operasyonla hedef alması uzlaşma-anlaşma zemininin ne kadar uzak olduğunun somut bir göstergesi olmuştur. Türkiye’nin 20 Kasım’da kapsamlı bir hava saldırısı ile başlattığı harekât elbette öncelikle PKK/YPG’yi vurmakla beraber, harekâtın dolaylı biçimde Esed rejimini de hedef aldığı açıktır.

Esed rejimiyle uzlaşma zemininin ne kadar temelsiz olduğu sahadaki gelişmelerle açıkça görülmektedir. Bütün bunlara ilaveten göz önünde bulundurulması gereken bir başka husus da Suriye’de varlığını ancak Rusya ve İran’ın himayesinde sürdürebilen kukla bir rejim olduğu gerçeğidir. Yani bağımsız iradesi olmayan bir ‘muhatap’tan söz edilmektedir ki bunun absürtlüğü gayet açıktır. Tüm bu şartlar altında Esed rejimini Suriye devletinin temsilcisi olarak muhatap almanın getirisi ne olacak, belli değildir. Götürecekleri ise açıktır.

En Büyük Zayiat Ahlaki Üstünlüğün Kaybedilmesidir!

Öncelikle gerek Türkiye’ye sığınmış milyonlarca muhacirin gerekse Suriye’de Türkiye’nin askerî kontrolü altında hayatını sürdüren milyonlarca Suriyelinin yaşayacakları güven kaybı ve moral bozukluğunun derinliği tarif edilemez. 11 yıl boyunca her türlü insani, ahlaki değer yargılarından soyunmuş bir halde işkenceci, katil Esed rejiminin savunuculuğunu üstlenmiş yerli zalimlere yaşatılacak mutluluk ise adeta yürek yarasıdır. Ahlaki tutum ve davranışların uluslararası siyasi düzlemde hiçbir değer ve anlam ifade etmediği, gözetilmesi gereken tek hususun ulusal çıkarlar olduğu tezinin bir kez daha ‘haklı çıktığı’ iddiasının dillendiriliyor olması da başlı başına bir kötülük zeminidir.

Süreç nasıl ilerler, nereye kadar ilerler? Türkiye’nin Sisi ve Esed rejimlerine yönelik tutum değişikliği sinyalinin İslami hareketlere düşmanlık paydasında bir araya gelen çevrelerin zannettiği ya da umduğu şekilde bir ‘ihanet’ ya da ‘satış’ sürecine dönüşeceğini düşünmek mantıklı gözükmüyor. Bilakis gücünü koruduğu, iktidarını sürdürdüğü müddetçe Erdoğan’ın gerek Türkiye’ye sığınmış Mısırlı İhvan mensuplarını gerekse Türkiye’nin kontrolü altındaki bölgelerde yaşayan Suriyeli mazlumları ve Türkiye’de yaşayan Suriyeli muhacirleri zor durumda bırakmayacağı, Sisi ya da Esed rejiminin insafına terk etmeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Erdoğan’ı siyasi kişiliği ve çizgisi itibariyle çeşitli açılardan eleştirmek mümkündür elbette ama vefasızlıkla suçlamak haksızlık olur. Bilakis bu hususta ne pahasına olursa olsun kendisine güvenenleri kollayan bir siyasi profil çizdiği sabittir.

Bununla birlikte ardı ardına verilen mesajlar öncelikle iktidara yakın duran çevreler nezdinde ve daha genelde de toplumun bütününde ilkeli olmanın ve ahlaki değerleri öncelemenin anlamsızlığı tezini güçlendirmeye adaydır. İslami ve insani değerlerin küçümsenip tahkir edildiği, buna karşın ulusal menfaat algısının her şeyin merkezine oturtulduğu, adeta tek ölçü birimi haline getirildiği bir zemin ne yazık ki her geçen gün biraz daha genişlemektedir.

Öncelememiz Gereken Şey İlkelerimizdir! 

Bu noktada İslami kimlik ve hassasiyet sahibi herkes konumunu, bakış açısını, temsil ettiği değerleri gözden geçirmek durumundadır. Mücadele eden, savaşanlar açısından elbette hiç mi hiç arzu edilmemekle beraber, hele ki bunca güç dengesizliğinin hâkim olduğu bir vasatta, yenilgiye uğramak karşılaşılabilecek olağan bir durumdur. Ama teslimiyet çirkindir, zulümdür, zillete açılan kapıdır.

Bizler İslami bir bakış açısıyla ve sorumluluk bilinciyle ümmet coğrafyasında uzunca bir müddettir yaşanan gelişmelere bakarken son derece kirli, zalim bir miras üzerine yükselen Türkiye’nin dış politikasının Recep Tayyip Erdoğan iktidarı döneminde çok önemli gelişmeler kaydettiğini görmek durumundayız. Geçmişte gayet istikrarlı bir tarzda İslam’a ve İslami hareketlere düşmanlık ekseninde gelişen bu çizginin bilhassa 2010’lu yılların başından itibaren tersi bir istikamete yöneldiğine ve İslami hareketleri içeride/dışarıda sahiplenen, onlarla dostluk geliştiren bir zemine evrildiğine şahitlik ettik.

Ne yazık ki bu yönelim son birkaç yılda alınan ağır darbeler ve başarısızlıklar neticesinde sekteye uğramıştır. Beklentilerimizin, umutlarımızın aksine bölge genelinde emperyal güçlerin desteğini arkalarına almış despotik rejimlerin tekrardan güçlenip iktidarlarını sürdürdükleri bir vasat belirginlik kazanmıştır. Ve bu duruma bağlı olarak Türkiye’nin dış politikasında kısmen hem söylem hem de eylem değişikliğine gittiği görülmektedir.

Elbette mazlum ve mağdur kardeş halkların haklarının, taleplerinin tümüyle göz ardı edilmesi söz konusu olmamakla beraber elan ulusal bilinç ve reflekslerin ön plana çıktığı bir süreç yaşanmaktadır. Aslında bu durum son kertede ulusal bir devlet kimliğine sahip bir ülke açısından çok da beklenmedik bir şey değildir. Ulusal devlet mantığı ahlaki, vicdani ölçüleri bir yere kadar gözetse bile tümüyle bunlara tâbi olmayı kabullenmez, bu esaslara mutlak bağlılığı kendisine rehber edinmez.

İslami hareketler açısından ise aslolan şey bu dünyada ne kazanıp ne kaybedildiğinden önce şiarlardır, ilkelerdir. Bizler elbette ümmetten yana, mazlumlardan yana attıkları adımları olumlamakla, desteklemekle beraber, Erdoğan iktidarının her icraatını savunacak, temel ilkelerimizle çelişen politikalarını destekleyecek ya da bunlar karşısında susacak değiliz. Bilakis tevil kapısını zorlamaya gerek görmeden yanlışa yanlış demekle ve haksızlıklara tavır almakla mükellefiz. Vazgeçemeyeceğimiz tek şey ilkelerimizdir ve her durumda ilkelerimizi savunmayı sürdüreceğiz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR