1. YAZARLAR

  2. Murat Ural

  3. Cesur Yüreklerin Çığlığı

Cesur Yüreklerin Çığlığı

Mart 1998A+A-

Bir Holywood yapımı, Cesur Yürek, Film endüstrisinin "kutsal" ödülü Oscar'dan da bolca nasiplenmiş, gösterişli bir yapım. Aslında buraya kadar sayılan özellikleri dahi, Cesur Yürek'e antipatik bakmak için yeterli olabilir. Gerçekten de büyük paralar harcanarak çekilmiş, film endüstrisinin "İlah"ları tarafından kutsanmış filmlerin çoğu ne estetik açıdan ne de içerdiği mesajlar itibariyle pek olumlu bir sabıkaya sahip değiller. Bu noktada Cesur Yürek de pek masum sayılmaz. İskoçya'nın İngiltere'den bağımsız bir devlet haline gelişinin tartışıldığı bir dönemde, İskoç milliyetçiliğini kamçılayan ve bağımsız İskoçya fikrini içeren Cesur Yürek ticari başarısının yanı sıra ABD'nin çıkarları doğrultusunda İskoçya'nın İngiltere'den ayrılış sürecine mütevazı bir katkıda bulunmuş oldu.

Ancak, bu filmi benzerlerinden ayıran bir şeyler vardı. Türkiye'de de gösterim rekorları kıran film, 2 seneyi aşkın bir süre sürekli vizyonda kaldı ve yüzbinlerce kişi tarafından seyredildi. Bu Cesur Yürek'den çok daha pahalı ve cazip(!) öğeler içeren filmlerin hiçbirinin ulaşamadığı bir başarı oldu. Toplumun hemen her kesiminin ve katmanının beğenisini kazanan Cesur Yürek sırf bu açıdan bile üzerinde düşünülmeye değer bir film.

Peki neydi bu filmi benzerlerinden farklı kılan şey ya da şeyler. Bu soruyu cevaplamadan önce filmin konusuna kısaca bir göz atmak gerekir sanıyorum.

Film, İngiliz krallığının hakimiyeti altındaki İskoçya'da geçiyor. İngiliz kralı, İskoç beylerini görüşmeye çağırarak onlara uzlaşma çağrısında bulunuyor. "Barış içinde bir arada yaşama" umuduyla görüşmeye silahsız gelen İskoç beyleri? İngiliz krallığı için barış ve uzlaşmanın ne anlama geldiğini topluca darağacında sallandıklarında anlıyorlar.

Bu katliamın üzerine filmin kahramanı William Wallace'nin babası ve onurlu bir insan olan Wallace İngilizlere karşı savaşmaya karar veriyor. Köylülerden bazılarının "onlar koca bir ordu, onları yenemezsiniz" sözüne, "biz onurumuz ve özgürlük için savaşmaya gidiyoruz, yenmeye değil" diye cevap veriyor baba Wallace.

Nitekim, onlar da darağacında değil savaş meydanında öldürülüyorlar. Babasının ölümünün ardından yalnız kalan William Wallace'yi amcası yanına alıyor ve eğitimini üstleniyor.

Aradan yaklaşık 15 yıl geçiyor, bu arada İskoçya'daki İngiliz hakimiyeti ve zulmü de gittikçe artan bir düzeyde devam ediyor. 15 yıldan sonra köyüne iyi bir kültürel ve askeri eğitim almış bu arada haçlı seferlerine de katılarak, savaş tecrübesi de yaşamış olgun bir erkek olarak dönen Wallace, o güne kadar geçirdiği acı tecrübelerin sonrasında mutlu ve sakin bir yaşam sürmek, iyi bir aile kurup, çiftçilik yapmak niyetindedir. Ancak aradan geçen 15 yıl içinde İskoçların üzerindeki zulüm had safhalara ulaşmış ağır vergilerin yanısıra İskoçları İngilizleştirmeye yönelik ahlaksız ve iğrenç uygulamalar yürürlüğe girmiştir. Yeni evlenen İskoç kadınlarına yapılan bu zulme halk ses çıkaramamakta, çaresiz içinde bu son derece onursuz durumu kabullenmektedir. Başlangıçta, William Wallace de bu uygulamaya şahit olmasına rağmen "başını belaya sokmaz". Çünkü o, savaştan bezmiş, mutlu ve huzurlu bir aile kurmayı düşlemektedir. Böyle bir yuva kurabileceği uygun bir aday da vardır üstelik. Yürürlükteki uygulamadan kurtulmak için gizlice evlenirler ve bunu böyle sürdürebileceklerini sanırlar. Ama işler düşündükleri gibi gitmez, daha önce seyirci kaldığı durumun kendi karısının başına gelişi söz konusu olduğunda, artık başının belaya girip girmemesinin önemi kalmamıştır. Wallace geri dönülmeyecek bir savaşa, İngilizlerin elinden kurtaramadığı karısının ölümünün intikamını alarak başlar. Onun aldığı bu kişisel intikam aynı zamanda kitlesel bir özgürlük hareketinin de başlangıcı olacaktır. William Wallace özgürlük olmadan hiçbir şeyin değerinin olmadığını bu acı tecrübeyle kesin bir biçimde anlar. Ne mutlu bir aile kurmak, ne huzurlu bir hayat sürmek özgürlük olmadan mümkün değildir.

Onursuz bir hayat sürmektense, ölmeyi göze alan İskoç köylülerinin sayısı hızla artmaya başlar. İngilizler bir türlü hareketin önüne geçemezler. Bu arada ellerinde belirli bir güç bulunduran İskoç soyluları da bu hareketten etkilenir ve kıpırdanmaya başlarlar. İngilizlere karşı verilen mücadeleye soylular ve tebaları da katılır. Bu güç birliği İngilizler karşısında ilk zaferi getirir. Ancak alınan ilk büyük galibiyetin ardından soylular iktidar hesapları yapmaya başlarlar. Bu hesapların içinde İngiliz kralıyla ilişkileri tümüyle koparmamak da var olunca geri adımlar atılmaya başlanır. Soylular için mevcut statülerini korumak ve ilerde İngilizlerin himayesinde de olsa kurulacak bir İskoç Krallığının başına geçmek özgürlük gibi soyut bir kavram için savaşmaktan çok daha evladır.

Ama William Wallace İskoçlar özgürlüğüne kavuşuncaya dek durmaya niyetli değildir. O, verili, bahşedilmiş, sınırlı imkanları korumayı yeğleyen, daha fazlasını hayal bile edemeyen soylular gibi yapmaz. Savaş teçhizatları zayıf, fakat unvanın değil cesaretin peşinden giden köylülerle birlikte, İngilizleri kendi topraklarında sıkıştırmaya başlar. Ve sonunda İngilizlerin bütün güçlerini ortaya koydukları ordularıyla, kazandığı zaferlerden sonra Wallace'yi destekleme sözü veren soyluların kuvvetlerinin de dahil olduğu İskoç ordusu karşı karşıya gelir. İskoç ordusunun zafer şansı en az İngilizlerin ki kadardır. Böyle bir zafer kazanarak bağımsızlık gibi ne idüğü belirsiz bir sonuçla karşılaşmayı istemeyen soylular, savaş esnasında saf değiştirerek İngilizlerin yanına geçerler. Yeni unvanlar, şatolar ve geniş araziler karşısında kendilerini ve İskoçların zaferini satarlar. İskoçlar çok ağır bir yenilgi alır. Yenilgiden öte karşılaştığı ihanet Wallace'yi derinden sarsar. Hiç kaybetmediği mücadele azmi ciddi bir darbe alır. Yine de özgürlük mücadelesi devam eder. İngilizler bir türlü onu ele geçiremez. İhanet eden soyluların bir kısmı onunla tekrar görüşmek ister. Bunun bir tuzak olabileceğini bildiği halde Wallace görüşmeye gider ve yakalanır. Soylular(!) ihanetin acı şerbetini bir kez daha içirmişlerdir Wallace'ye. Hemen mahkemesi yapılır ve idama mahkum edilir. Kendisine iki alternatif sunulur. Ya halkın karşısında, İngiliz krallığının gücü önünde diz çökecek ve merhamet dileyerek çabuk bir ölümle idam edilecek ya da bunu yapmaz ise yine halkın önünde ağır işkencelerle öldürülecektir. Wallace son ana kadar onurundan, özgürlük tutkusundan en ufak bir taviz vermez. Ona İşkenceyle boyun eğdirmeyeceklerini anlayan İngilizler sonunda merhamet diletemeden onu idam etmek zorunda kalırlar. Son anda belki merhamet diler diye ağzını açtıklarında Wallace'nin attığı çığlık İngiliz kraliyet sarayının duvarlarında yankılanır. "Özgürlük !..."

Bu çığlık ve Wallace'nin ölümünde dahi gösterdiği önderlik yeni bir özgürlük ateşi tutuşturacak ve İskoçların bağımsızlığını beraberinde getirecektir.

Evet, film bu şekilde sona ermiş oluyor. Sanıyorum filmdeki birçok hadise size de hiç yabancı gelmemiştir. Onur ve özgürlük mücadelesi için düşmana karşı verilen mücadelede arkadan vuran işbirlikçiler, soyluların (seçkinlerin) tutarsızlığı ve ihaneti, insanların rahat bir yaşam ve onurları arasında yaşadıkları çatışmalar, özgürlükten korkan köleler vs. gibi birçok vurgu, yaşadığımız zaman ve mekanda da yakından gözlemlediğimiz ya da bizzat içinde bulunduğumuz durumlara tekabül etmekte. Yazımızın başında "Cesur Yürek filmini ayrıcalıklı kılan, birbirinden farklı kesimlerin bu derece ilgisini çekmeyi başaran özellikleri nelerdir acaba" diye sormuştuk. Bu sorunun cevabını belki bir açıdan bu tekabiliyette bulabiliriz. "Onurlu fakat zorlu bir yaşamı" ya da "onuru erteleyen fakat rahat edilen bir yaşamı" seçme ikileminde tercihini genellikle ikinciden yana yapan farklı hayat görüşlerindeki çoğu izleyici, bu filmle belki bir iç hesaplaşmayı gerçekleştirmiş oldu. Herhangi bir dünya görüşünün ötesinde, insani ya da fıtri diyebileceğimiz bir mücadeleyi, insan olma onurunun mücadelesini, hayatı pahasına veren William Wallace hem bir hayranlık timsali hem de vicdanlara sessizce saplanan bir sızı olarak özellikle bir kısım izleyicinin ilgisini çekti. Tabi mutlaka herkes bu gözle seyretmedi Cesur Yürek'i. Ancak şu da bir gerçek ki film oldukça farklı bir seyirci profiline sahipti. Örneğin Beyoğlu'ndaki sinemalar sanırız hiç bu kadar başörtülü, sakallı izleyiciyi bir arada görmemişti. Buna eski devrimcileri, içlerinde bir parça muhaliflik bulunan çeşitli görüşlere sahip insanları da katarsak filmi bu gözle izleyenler herhalde epey bir yekun tutacaktır.

Bu arada hemen belirtelim ki, amacımız Cesur Yürek filmini bir "İslamileştirme" operasyonuna tabi tutmak değil. Wallace'nin özgürlük için verdiği mücadele her şeyden önce, insani ya da fıtri bir eylem. Bu durum onu zaten kalıp olarak kendiliğinden İslami kılmakta. Wallace'nin özgürlükten ne anladığı yani bu kalıbın içini nasıl doldurduğu ise ayrı bir tartışma konusu. Burada önemli olan filmde verilen mücadelenin en azından kalıp olarak günümüze tekabül eden ve insanın içinde bir şeyler kıpırdatan yansımaları. Şu an içinde bulunduğumuz atmosferi, günümüze tekabül eden bu yansımalar eşliğinde değerlendirmenin hayli ilginç olabileceğini tahmin ediyoruz.

Hayat çoğu İnsan için bir rüya gibidir. Tatlı, hoş bazen de çekilen acılarla kabusa dönüşen bir rüya. Acılar kimileri içinse rüyayı kâbusa dönüştürmez, sona erdirir. Hayatı acılardan öte gerçek kılabilecek ne vardır ki dünyada? William Wallace bir kabus gibi geçen hayatından sonra mutlu ve huzurlu bir dünya rüyası kurarken, büyük bir acıyla -karısının ölümüyle- uykudan uyanmıştı. Özgürlük olmadan hiçbir şeyin değerinin olmadığının farkına varışı hayatının "gerçek" hale gelişinin bir ifadesiydi onun için. Türkiye'deki müslümanlar -en azından çoğunluğu- yıllardır mutlu bir rüyanın içinde yaşayan insanlar iken, son dönemde canlarını ciddi biçimde acıtacak durumlarla muhatap olmaya başladılar. Önümüzde iki alternatif gözükmekte: Ya rüyamızı kabusa dönüştürüp uykuya devam edeceğiz ya da çektiğimiz acılar bizi rüyadan uyandıracak ve hayatımızı "gerçek kılacak".

Biraz içinde bulunduğumuz ve sona ermek üzere bulunuyor gözüken rüyadan bahsedelim. Bedel ödemeden bazı haklara sahip olmak, bu rüyanın asli öğelerinden birisiydi. Nasıl olsa kendiliğinden birtakım haklara sahiptik zaten. Kültürel-ilmi çalışmalarımız, dergilerimiz, vakıflarımız, iletişim organlarımız, çocuklarımızı gönderebileceğimiz okullarımız, gittikçe büyüyen, holdingleşen iktisadi kurumlarımız vardı. Kendimizi yetiştiriyorduk yıllardır. Zaman tebliğ zamanı değil olgunlaşma zamanıydı. Sistem, belli sınırlamalar getirmekle -örneğin kamusal alanda zorluklar çıkarmakla- birlikte bize hayat hakkı tanıyordu. Bir arada yaşama projeleri vardı kimilerimizin. Farklılıklar içinde bir arada yaşamanın zeminini araştırıyorduk. Herkes kendine bir düzen kurmuş huzurlu ve sakin bir yaşam sürmekte, hafta sonlan kiliseye gidercesine toplu çalışmalar yaparak vicdanlarını rahat tutmaya çalışmaktaydı. Ancak bu rüya yaklaşık bir yıl önce 28 Şubat'ta alınan bir darbe ile peyderpey bozulma aşamasına girdi. Daha doğrusu rüya yavaş yavaş korkunç bir kabusa dönüşmeye başladı. Tabi uyanmayı başaramayanlar için. Peki niye uyanmak yerine kabus görerek uykuya devam ediyordu çoğu insan? Bazen kabuslu da olsa rüya görüyor olmak, uyanık olmanın getireceği risklerden çok daha evla olabilir. İnsanlar kazandıkları şeyler çoğaldıkça kaybetme korkusunu daha derinden yaşarlar. Eğer kabusta tehdit altında olan şeyler uyanık olma durumunda kaybedebileceklerinden daha az değere sahipse kabus görmeye devam etmek tercih edilebilmektedir. Şu an müslümanlar öyle bir tercihe zorlanmaktadırlar ki, ya müslüman oluşlarının tabii sonucu olan bazı şeylerden vazgeçeceklerdir, ki o zaman onları "rahat bir rüya" beklemektedir. Ya da bunlardan vazgeçmeyip uyanmak durumunda kalacaklar, böylece o güne kadar gördükleri çoğu güzel rüyadan artık vazgeçmek zorunda kalacaklardır. Bu ciddi yol ayrımı hepimiz için bir imtihan niteliği taşımakta. Peki bu imtihanı aşma noktasında, bir yandan da geçim derdi, yaşam kavgası gibi faktörlerle iyice uyuşan kitlelere öncülük etmesi beklenen "siyasi oluşumlar" ne yapmakta? İktidar hesaplarının, iktidara ulaşmak için nelerden vazgeçilebileceğinin hesaplanmasına dönüştüğü bir vasatta siyasi oluşumlardan bu noktada bir katkı beklemek hayalcilik olacaktır. Katkı bir yana umarız, Cesur Yürek'te güç, unvan ve yeni topraklar uğruna İngilizlerle işbirliği yapan soyluların, yerli versiyonunu seyretmek zorunda kalmayız. Bir kısım imtiyazlar, bahşedilmiş haklar ve ancak kemik mesabesinde olacak bir rant ikramıyla nelerden vazgeçtirilebileceğinin hesabının şimdiden yapılmaya başladığı görülmekte. ''Merkez partisi olmak, Özal'ın misyonunu devam ettirmek, eski hatalardan arınmak, herkesi kucaklamak, cemaat değil parti olmak" gibi söylemler umarız bu hesabın tutma ihtimalinin yüksek olduğunun göstergeleri değildir. Verili, bahşedilmiş imkanları kullanmaktan ötesini hayal bile edemeyen, sürekli savunma psikolojisinde, özür dileyici bir tavır takınan, ürkek ve kaybolmuş eşeğini buldukça sevinen bir politik yaklaşımla kitlelere önderlik edebilmenin imkanı yoktur. Yine Cesur Yürek'te söylendiği gibi kitleler, unvanların değil, cesaretin peşinden giderler. Bu noktada bahsi geçen çevrelerce önümüzdeki dönem "Faziletli" davranılıp davranamayacağını merakla bekliyoruz.

28 Şubat sonrası yaşanan süreçte kademe kademe fiiliyata geçirilen uygulamalara karşı kitlesel bazda takınılan sessiz ve kabullenici yaklaşım, uygulayıcıları daha da cesaretlendirerek cüretlerini arttırmak­ta. O an için kendilerine zarar vermeyen bir uygulamayı sineye çekenler, bir süre sonra aynı olay kendi başlarına geldiğinde hiçbir şey yapamamaktalar. Bazı üniversitelerdeki başörtüsü yasağına karşı duyarsız kalanların aklı, İmam-hatipdeki kızlarının başının açılması söz konusu olduğunda başlarına geldi. Ardı ardına yayınlanan genelgelerle, kamuda çalışan başörtülü hanımların işlerine son verilmesine seyirci olanların aklı da, herhalde bir süre önce gündeme getirilen devlet kurumlarına -örneğin hastanelerine- başörtülü girme yasağı fiiliyata geçirildiğinde başlarına gelmiş olacak.

İslam'ı toplumsal dokudan topyekün kazıma projelerine karşı müslümanlar olarak hiç ses çıkarmadan sıranın kendimize gelmesini mi bekleyeceğiz? Huzurlu, emniyet içinde ve sakin bir hayat her insanın beklentisidir. Ancak yine filmde de belirtildiği gibi özgürlük olmadan hiç birşeyin anlamı yoktur. Bizim özgürlük anlayışımızı da Lailahe illallah olarak özetleyebiliriz. Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına fiili ve toplu şahitlik yapabilmektir özgürlük. Ve özgürlük bedel ister. Gerektiğinde kendisi için hayatların ortaya konulmasını ister.

Şu an geldiğimiz nokta itibariyle İstanbul Üniversitesi'nde sakal ve başörtüsünü yasaklayan uygulamaya karşı öğrencilerin gösterdiği onurlu direniş, özgürlük için bedel ödemekten çekinmeyecek insanların da bu topraklarda yaşadığını göstermesi açısından oldukça anlamlı bir yere sahip.

İnsan olma onurunu korumak için, her şeyinden vazgeçebilecek insanların var olduğunu ilgili çevrelere hatırlatan, cesur yürekli kız ve erkek öğrencilerin yükselttiği çığlık, umarız W. Wallace'nın İngiliz kraliyet sarayının duvarlarında yankılanan ve İskoçların özgürlük meşalesini tutuşturan çığlığı gibi bir işleve sahip olur ve müslümanları uykularından uyandırır... Hayatlarımızı "gerçek" kılar. Zira William Wallace'nin de filmde söylediği gibi: "Herkes ölür ama herkes gerçekten yaşamaz".

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR