1. YAZARLAR

  2. Nuray Canan Bezirgan

  3. “Çeçen Ailenin Mağduriyetiyle İlgilendik, İşkence Gördük!”

Nuray Canan Bezirgan

Yazarın Tüm Yazıları >

“Çeçen Ailenin Mağduriyetiyle İlgilendik, İşkence Gördük!”

Şubat 2010A+A-

29 Aralık 2009 tarihinde Kumkapı'daki Yabancılar Şubesi'nde tutulan ve bir çocukları astım hastası Çeçen ailenin durumu hakkında bilgi almak için Kumkapı'ya giden İmkan-Der Başkanı Nuray Canan Bezirgan ve dernek sekreteri eşi Ömer Bezirgan; burada polis tarafından darp edilerek hakarete maruz kaldılar. Kamera kayıtlarında görüntülendiği gibi sağlık raporuyla da kanıtlanan darp hakkında şikâyetçi olan Bezirgan ailesi, müteakip günlerde kötü muamelede bulunan şube müdürünün görevden alınmasını sağlamış oldular. Nuray Canan Bezirgan ile hem karşılaştıkları çirkin muamele hem de Yabancılar Şubesi’nde tutulan Çeçen ailelerin dramını konuştuk.

HAKSÖZ: Öncelikle yaşadığınız olaydan ötürü geçmiş olsun dileklerimizle söze başlamak istiyoruz. Umarız ki, Müslümanlara sahip çıkma, onlarla dayanışma sorumluluğunu icra etme çabanız sırasında karşılaştığınız bu çirkin muamele, dertleriyle hemhal olma çabası içinde olduğunuz kardeşlerimizin içinde bulundukları şartlara dikkat çekilmesine vesile olmuştur. Sizden Kumkapı Yabancılar Şubesi’nde karşılaştığınız hukuksuzluğun arka planı ve olayın yansıma biçimi hakkında okuyucularımızı bilgilendirmenizi rica ediyoruz.

Kumkapı Yabancılar Şubesi’nde kimler kalmakta ve burada ne tür şartlar hüküm sürmekte?

NURAY CANAN: Öncelikle Türkiyeli Müslümanların küresel intifadanın önemli cephelerinden Kafkasya cihadına karşı duyarlılığını yitirdiği bir dönemde konuyla ilgilenip gündeme getiriyor olmanızdan dolayı teşekkür etmek isterim.

Kumkapı Yabancılar Şubesi’nin kamufle edilmiş adı “misafirhane”dir ancak aslında orası bir tutukevi ya da nezarethanedir. Vize ihlali yapan, ülkeye kaçak yollarla giren, herhangi bir suça karışan yabancıların işlemleri bitip sınır dışı edilinceye kadar demir parmaklıklar arasında tutulduğu yerin adıdır.

Afrikalısından Uyguruna, Filistinlisinden Çeçenine kadar her halktan insan görmek mümkün. Bazen işlemler o kadar uzar ki 7-8 aydan fazla kalanlar da olabilmektedir. İmkan-Der’in kurucusu İmran Abdulazimov gibi oturum izni olduğu ve hiçbir suça karışmadığı halde gözaltına alınıp, sebebi kendisine, avukatına ve ailesine dahi söylenmeksizin sınır dışı edilmek istenen masum insanlar vesilesiyle tanıdım bu şubeyi. Sonrasında Luiza Uzueva’nın dramıyla sarsıldık. Uzueva, dört çocuğuyla beraber adi suçluların da olduğu bir koğuşta yaşamaya mahkûm tam iki aydır.

İmkan-Der burada yaşayan Müslümanlarla ne tür bir bağlantı içinde?

İşin açıkçası biz ancak bize bir başvuru olduğunda haberdar olabiliyoruz. Araştırıyoruz ve neden orada tutulduklarına dair gidip aile hakkında bilgi ediniyoruz. Sonrasında orada tutulan kardeşlerimizin maddi, manevi ve hukuki ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyoruz. Tamamen haksız bir gözaltı var ise bu konuda diğer STK’lar ile yardımlaşarak olumsuzluğun düzeltilmesine yönelik bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyoruz. Genelde derneğimiz Kafkasyalı savaş mağdurları ile ilgilenmekte ve bu ailelerle yakın ilişki içinde. Bu noktadan hareketle haksız bir gözaltı ya da sınır dışı işleminde hemen haberimiz oluyor.

29 Aralık 2009 günü Kumkapı Yabancılar Şubesi’nde neler yaşandı?

Özetlemek gerekirse Çeçen bir annenin, 4 küçük çocuğu ile 1 ayı aşkın bir zamandır evlerine baskın yapılarak Yabancılar Şubesi’ne götürüldüğünü ve burada tutulduklarını bize Çeçen annenin erkek kardeşi haber verdi ve kendisi yardım talebinde bulundu. Konuyu araştırdığımızda ailenin vizeleri bitmeden ikamet için başvuru yaptıkları halde gözaltına alındıklarını ve son derece sağlıksız koşullarda tutulduklarını gördük. Aile ile görüştük, web sitemizde bunun haberini yaptık ve çeşitli sivil toplum örgütlerine de haber verdik. Konu ile ilgili haberimiz Vakit gazetesinde de yer almıştı. Aile ile ikinci kez görüşmemiz ise 29 Aralık 2009 tarihinde gerçekleşti. Ama aynı gün Kumkapı Yabancı Şube’den başka bir kardeşimizin sınır dışı işleminin iptali ile ilgili tebligat yapılacağı konusunda telefonla aranarak oraya çağrılmıştık. Aynı zamanda 10 yaşındaki Salah’ın gece ateşlendiği ve astım krizine girdiği ancak hastaneye götürülmediği haberi bize dayısı vasıtasıyla gelmişti. Ailesi bu hususta bizden yardım istemişti. Bunun üzerine Yabancı Şube’ye tekrar gittik. Tebligatı aldıktan sonra idari komiserin izni ile polis nezaretinde sağlık ocağına gittik. Doktor, çocuğun acilen daha önce tedavi gördüğü hastaneye gitmesi gerektiğini iletti. Sorumlu komisere konu iletildiğinde o da yine bir polis eşliğinde çocuğu hastaneye götürebileceğimizi söyledi ve bize refakat edecek memuru bekliyorduk ki bir amir yanımıza geldi ve yüksek sesle “Bu kadınla ilgili Vakit gazetesine neden haber yaptınız?” dedi.

Ben, “Vakit gazetesi değiliz, sivil toplum örgütü olarak buradayız ve çocuk çok ağır hasta, komiseriniz de izin verdi onu hastaneye götürmek için bir memur bekliyoruz.” dedim. “Defolup gitsinler ülkelerine, size mi kaldı!” diyerek sesini daha da yükseltmeye başladı ve “Atın bu kadını dışarı!” diye yanındaki memura emir verdi. Anne, küçük kızı, hasta Salah, çocuğun dayısı, tercümanımız ve eşim hepimiz oradayız. Memur kolumdan tutarak kapıya doğru iteklemeye başladı. Her şey çok hızlı gelişti. Ben “Çıkacağım, tamam kolumu bırak!” diyerek kurtulmaya çalıştıkça o beni duvara vurdurtuyor ve bir yandan da fütursuzca gülüyordu. Eşimin elindeki kamerayı doğrultmasıyla beraber amir boğazına yapıştı. Onu güvenlik kameralarının görüntü almadığı bir noktaya sürüklediklerini gördüm. Kapıları kilitlediler. Engel olmak için çabaladım ancak bana da müdahale ettiler. Eşimin üzerine çıkmışlardı ve acımasızca vuruyorlardı. Beni de yine başka bir kör noktaya sürüklediler ve vurarak eşimi kurtarmama mani oldular. Eşimden hıncını alamayan amir bana yöneldi ve “Bırakın onu!” diye bağırdı. Başörtümden tutarak beni en az 5 metre sürükledi ve suratımı yere vurdurarak bıraktı. Sonrası daha da vahim: Şikâyetçi olmayalım diye saatlerce yapılan baskılar, şantajlar…

Bina içinde çok sayıda sivil şahıs bulunmasına ve kameralarla sürekli çekim yapılmasına rağmen bu şubedeki görevlilerin bu pervasız tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bizim tercümanımız hariç görüntülerdeki sivil giyimli kişilerin hepsi polisti. Biri bir zulüm yapıyor ve diğerleri de olayın ne olduğunu sorgulamaksızın ona destek oluyorlardı. Bu çirkin saldırıyı yapan kişiler ben daha önce oraya gittiğimde beni tanıdıklarını alaycı bir dille söyleyerek rahatsız etmişlerdi. Ancak böylesi bir plan kurup devletin kendilerine sağladığı imkânların arkasına sığınarak bir çirkinlik sergileyebilecekleri aklıma dahi gelmemişti. Olay yaşandıktan sonraki aşamada ortaya çıkan mizansen bu barbar memurların nereden cesaret alarak bu şekilde davranabildiklerini açıklamaya yetiyordu. Şube müdürü beni koydukları odaya geldi. Ben, “Başörtümden çektiler, suçumuz suçsuz insanlara sahip çıkmak mı?” diye sorduğumda sesini yükselterek “Burada benim hiçbir memurum senin başörtüne dokunmaz!” dedi. Ben de “Kamera kayıtlarını getirin ve bakın!” dediğimde “Bırakın ya hemen de dini kullanmayın, hepimiz Müslümanız!” demeye başladı. Sonuç eğer şikâyetten vazgeçersek konu orada kapanacaktı ama şikâyetçi olacak isek ona göre bir tutanak hazırlayacaklar ve polise mukavemet suçlamasıyla hakkımızda dava açıp yargılanmaya başlanacaktık. Şikâyetçi olmaktan vazgeçmeyeceğimizi söylediğimizde o zaman eşim Ömer Bey’in gece karakol hücresinde tutulacağını söylediler, öyle de oldu.

Olayın basına bildirilmesi ve avukatların devreye girmesinden sonra polislerin tavrında nasıl bir değişiklik oldu? Ne tür talepler ve baskılarla karşılaştınız?

Dayak yemişsiniz, hakarete uğramışsınız, yüzünüz gözünüz şiş, gözaltı kararı olmaksızın tutuluyorsunuz ve bu arada birileri devreye girip şikâyetçi olmamanız konusunda sizi ikna etmeye çalışıyor, ne tuhaftır ki çok da ısrarcılar. Demek ki bu yöntem halen yürürlükte olan ve başarı oranı yüksek uygulamalardan biri. Dövecekler; şikâyetçiyim derseniz o zaman yavuz hırsız misali “O bizi dövdü, mukavemette bulundu!” iftirasını hazırlanan tutanaklar ve kendi aralarından ayarladıkları şahitlerle ispata kalkışacaklar.

Kapıya çeşitli STK temsilcileri, avukatlar ve kameralar yığılınca bir pazarlık süreci başlattılar, olay kapansın istiyorlar. Olayın başında kullanılan sert üslup yerini “Özür dileriz, hakkınızı helal edin, biz de Müslümanız, Çeçenler için çok üzülüyoruz ve olay burada kapansın!” şeklindeki uzlaşma arayışlarına bıraktı. Bu sözde yumuşak tavırları şikâyetçi olmaktan vazgeçmeyeceğimizden emin olana kadar sürdü. Şikâyetçi olacaksak gece nezarette kalacak, olmazsak serbest bırakılacaktık. Bunu bizzat o gece karakola gelen savcı bey söyledi, davaya da o bakacak. Şikâyetçi olacağız deyince ifadelerimiz alındı; gece eşim nezarethanede tutuldu. Polisleri darp ettiğimize dair tutanaklar ve doktor raporları da hazırlandı. Böylelikle hakkımızda polise mukavemetten dolayı dava da açılmış oldu. Olaya bizim sebebiyet verdiğimize dair ifade tutanağına imza atması için Luiza Hanım’a ve eşine “Aksi takdirde buradan çıkamazsınız, sizi hapse koyarız!” gibisinden olmadık baskılar yapılmış ancak onlar ailecek yazdıkları mektupları savcılığa iletmek üzere bize verdiler. “Bir ömür hapishanede tutulacağımızı bilsek de yalan söylemeyeceğiz, bize yardım etmek için gelmişlerdi ve korkunç bir şekilde cezalandırıldılar.” dediler.

Emniyet birimlerinde geçmiş yılara nazaran işkence ve kötü muamele vakalarının hatırı sayılır derecede azalması gerçeğine rağmen zaman zaman karşılaştığınız türden zalimliklerin yaşandığı da biliniyor. Örneğin Engin Ceber hadisesi hâlâ sıcaklığını korumakta. Polislerin bu tür davranışlarından ötürü çeşitli cezalar almalarına rağmen kötü muamelenin sonlandırıl(a)mamasını nasıl yorumluyorsunuz?

Balık baştan kokar. Resmi ideolojinin çizdiği makbul vatandaş kıstasları bellidir. Devlet nezdinde Kemalist ideolojiyi benimsemeyen her kim varsa kötüdür ve ikinci sınıf vatandaştır. Bu tabular yıkılamadığı sürece bazı adaletsizliklerin giderilebilmesi mümkün olmayacaktır. Devlet referanslı milli eğitimin tek tipçi anlayış üzere eğittiği “birey” kendisi gibi inanmayan, düşünmeyen ve yaşamayanları düşman, kötü ve öteki olarak gördüğü için farklı olana her türlü kötü muameleyi reva görebiliyor.

Kötü muamelenin devam etmesinde bu tip vakıalarda polislere verilen cezaların caydırıcılıktan ziyade sembolik olması, meslektaşların birbirlerini kollama psikolojisiyle hareket etmeleri, denetleme mekanizmalarının yetersiz kalması gibi sistemden kaynaklanan başka sebepler de sayılabilir. Ancak meselenin derininde devletin vatandaşları arasında yaptığı ayrımcılıktan devşirilmiş haksız bir özgüven olduğu kanaatindeyim. Bu tip haksız muameleleri yapanların cesaretleri cahilliklerinden değil sistemin kendilerini koruyup kollayacaklarına dair inançlarından kaynaklanıyor. “Devletin memuru, devletin askeri, devletin vs. her zaman haklıdır!” mantığı da bu geleneğe dayanmaktadır.

Konuyla ilgili ilerleyen aşamada ne tür gelişmeler yaşandı? Bundan sonraki süreçte konuyu nasıl takip etmeyi düşünüyorsunuz? Şikâyetiniz üzerine açılan davanın bundan sonraki gelişimi hakkında nasıl bir öngörüye sahipsiniz?

Darp görüntüleri ortaya çıkınca bir kısım medya yoğun ilgi gösterdi. Olaya objektif olarak yaklaşmaya çalışan basın yayın organlarının yanında barbarlığı sahiplenip deve kuşu misali görmezden gelmeyi tercih edenler de oldu. Hangi kesimden olursa olsun hiçbir basın yayın organının toplumu ilgilendiren böylesine hayati bir mevzuda sessiz kalma lüksü olmamalıydı. Öte yandan konuyla ilgili Ankara soruşturma açtı. Müfettişlerin olayı incelemesinin ardından Yabancı Şube’deki sorumlu amirin görevden alındığını öğrendik. Polisler bizim karı-koca onları dövdüğümüzü ve yaraladığımızı iddia ederek tutanak düzenlemişler ve hatta darp raporu almışlar. Şikâyetçi olmasaydık yani yaptıkları yanına kâr kalsaydı ne rapor alacaklardı ne de tutanak düzenleyeceklerdi. Tabi görüntüler net: Biz iki kişi mi onları, yoksa 20-25 kişi mi bizi darp ediyor? Mahkeme, biz makbul olmayan vatandaşların dayak yemesine nasıl bir yaklaşım geliştirecek bilemiyorum, burası Türkiye! Ancak yine de ümitvar olmak istiyorum. Biz, aynı zulme başkalarının maruz kalmaması ve dilsiz şeytan olmamak için bu riski omuzladık ve şikâyetçi olduk.

Yaşadığınız olayın “İslami” medyanın gündeminde gereken ölçüde bir yankı bulamaması, hatta neredeyse tümüyle görmezden gelinmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu tutumun arka planında hükümetle aşırı özdeşleşme tavrının, polise abartılı güven hissetmenin ya da başka hangi faktörlerin etkisi belirleyici olmuştur?

İslami medyadan kastınız bir kesimin “yandaş medya” tabirini kullandığı basın yayın organlarıysa duyarlılık gösterenleri tenzih ederek birkaç cümle söylemek isterim: Ben Türkiye’ye döndükten sonra 28 Şubat sürecinin geçtiğine inanmış Müslüman bir birey olarak inandığım doğrularımı ifade etme mücadelesi verdim. Bu aşamada benim AKP’nin bazı icraatlarını eleştiriyor olmam eşimin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ndeki işine son verilmesine ve belediye tarafından hakkımızda tazminat davalarının açılmasına sebep oldu. Bu olayları görmezden gelenler bunları da aynı şekilde görmezden gelmişlerdi. Burada bir samimiyetsizlik, yanlışı sahiplenme ve adaletsiz bir yaklaşım söz konusu. Bunu neden yaptıklarına gelince; AKP’nin medya üzerindeki etkin baskısı, sisteme entegre olma çabalarının sırıtkanlığı ve Atatürk’ü sevmediğini bir televizyon kanalında açıkça ifade eden bir kadının bunu hak ettiği inancı olabilir. Oysaki bu olay üzerine sorumlular hakkında gerekli işlemlerin yapılacağı noktası işlenmiş olsaydı toplumdaki karakol korkusunu pekiştirmek yerine güven duygusunun inşasına katkıda bulunmuş olurlardı. Problemler yok sayınca değil, çözüm için çabalanınca yok olur.

Genelde baktığımızda İslami camianın da bu olaya oldukça zayıf bir tepki verdiğini söylemek mümkün. Bu tutumu nasıl yorumluyorsunuz?

Camiaların, cemaatlerin, grupların bağlılarının bu soruyu destekleriyle ayakta tuttukları büyüklerine yöneltmeleri gerekiyor. Onların bak dediği yerden bakıp, gör dediğini görme kolaycılığını tercih edenlerin çoğu zaman aldandıklarını düşünüyorum. Bu yüzden dört çocuğuyla beraber Çeçen bir kadının iki aydır haksız yere gözaltında tutulması ve sınır dışı edilmeye çalışılmasına kulaklar sağırmış, gözler körmüş gibi duyarsız kalınıyor ve bizlere de bu tip haksızlıkları gün yüzüne çıkartmanın bedelini ödemek düşüyor.

Olaydan sonra Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş’un basın açıklaması ve başta Özgür-Der, AGD, Mustazaf-Der, Mazlumder, İsra Kültür Merkezi, İhya-Der gibi duyarlı sivil toplum örgütlerinin ziyaretleri için İmkan-Der olarak teşekkür ederiz.

Son olarak yaşadığınız bu vakıadan yola çıkarak genel bir muhasebe yapmak gerekirse, yaşadığımız ülkenin ve özelde de Müslümanların pozisyonu hakkında neler söylemek istersiniz?

Siyasi partiler sistemin bir parçası oldukları sürece var olabilirler. Yaşadığımız ülkede siyasi partilerin değişiyor olması gidişatın da değişeceği anlamına gelmemeli. Mevcut cemaatlerin de çoğunluğu mevcudiyetlerini sisteme paralel işleyişlerine borçlu olduklarından hareketle müntesiplerine Kuran’ın öngördüğü tevhidi bilinçlenmeyi aktarmakta eksik kalmaktadırlar. Bu manada toplumun batılılaşma sürecinden İslamlaşmaya evrilmesini siyasilere veya cemaat liderlerine tevdi etmenin ve fanatik partizanlığın, cemaat taassubunun Müslümanları yanlış yönlendirdiği kanaatindeyim. Bu sebepledir ki başbakanının ve cumhurbaşkanının eşleri başörtülü olan bir ülkede hâlâ başörtüsü yasağı tüm şiddetiyle sürmektedir. Bu sebepledir ki, bir yandan Filistin, Gazze deyip Afganistan’a asker gönderilebilmekte veya Kafkasya cihadı, Rusya ile sıcak ilişkiler ve işbirliği hatırına yok sayılmakta ve Çeçen sığınmacılar yaşamlarını ya sefalet içinde yardımlara muhtaç bir durumda sürdürmekte veya sınır dışı edilerek mağdur edilmektedirler.

Son olarak şahsım ve temsil ettiğim kurum adına ifade etmek isterim ki derneğimizin kapatılması yönündeki baskılar, tehditler ve bizim mazlumlara desteğimizi kesmek için ödettirilen bedeller Allah’ın izniyle bizleri yıldıramayacak. Zira biz İslami kimliklerinden dolayı kardeşlerimiz ağlarken onların derdiyle dertlenmemektense onlara kol kanat olma yolunda başımıza geleceklere hamd etmekteyiz. Bu muhacir kardeşlerimizin ve dört küçük çocuğun hepimiz üzerinde hakkı olduğunu hatırlatarak sözlerime son vermek isterim.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR