Bizim Öykümüz Hangisi?
Giriş
80'li yılların başlarından 90'lara kadarki dönem, İslami uyanışın kitleleştiği, gündemi etkilediği, birçok alanda neşv-ü nema bulduğu bir zaman dilimidir kuşkusuz. 1960'lı ve 70'li yıllarda geleneksel/muhafazakâr oluşumların yanı sıra tercüme eserlerin ve dünya genelindeki İslami mücadelelerin de etkisiyle yeni bir dil, sunuş ve görünüm eşliğinde daha zinde kıpırdamalarla ivme kazanan süreç, özellikle kendi açmazları ve yetersizlikleri yüzünden 9O'lı yıllarda gücünü yitirmeye; hatta başkalaşmaya meyletmiştir. Belli ölçülerde, yatay sayılabilecek bir gelişme, son yıllarda durağanlaşma da, günümüzde de söz konusudur. Ancak az sayıdaki insanın ve çevrenin billurlaşmış, derinleşmiş, Kur'an'la buluşmuş çabalan ayrı tutulursa, dikey anlamda bir canlılık ve yükselişin yaşanamadığı, duyarlığın kapsamlı ve kuşatıcı bir açılıma, tutarlı bir muhalefete ve içi doldurulmuş toplumsal, inkılapçı bir umut eksenine yönelemediği söylenebilir.
Birçok yönüyle günümüzde de devam eden bu olgu üzerine çok şey söylenmiş; hatta çeşitli sosyolojik çalışmalar da yapılmıştır. Özellikle müslümanların kamusal talepleri ve başörtüsü meselesi/direnişi ekseninde yoğunlaşan bu çalışmaların da altını çizdiği gibi, İslamî uyanış inişli çıkışlı bir akış içerisinde binlerce, milyonlarca insanı etkilemiştir. Bünyesel zaaf ve tıkanıklıkların yanı sıra dış baskıların da artması sonucu, 90'larda, belirli ve küçük öbeklenmeler hariç yeni yönelişlerin, bireysel ve kolektif başkalaşmaların ve düş kırıklıklarının yaşandığı söylenebilir. Bu durum elbette ekonomiden aile ilişkilerine, sanattan günlük hayatın anlamlandırılmasına kadar birçok alanda yansımasını bulmuştur.
"İslamcı kesim" kendi öyküsünü kimi zaman edebî eserlere de yansıtmıştır. Zaten şiir ve öykü alanında -içeriği tartışılır olsa bile- yoğunluklu bir ilginin, canlılığın ve şartlar ölçüsünde yayın zenginliğinin olduğu söylenebilir. Ancak roman alanında durum biraz farklıdır. Edebiyat ve sanat açısından toplumu kompartımanlara bölmek sakıncalı olsa da İslami duyarlık roman alanında hep tıknaz kalmıştır. Roman adı altında yayımlanan birçok kitabın niteliği hep tartışılmış, "İslâmî arabeskin dili" başlığı altında dosya konusu bile yapılmıştır. Gerek kurgu ve üslûp, gerekse içerik bakımından sanat ölçütlerine uygun çok başarılı romanların yazıldığı söylenemez, Yayımlananlar ya kaba bir ideolojik angajmana bağlı bulunmuş ya da sevilen birkaç yazarın orta öğretim öğrencilerini önceleyen kitapları ekseninde bir yoğunlaşma olmuştur.
Biz bu yazımızda "İslami kesim"e mensup olan ve "bizim öykümüz"ü yazdıkları iddia edilen üç yazardan, onların üç romanından bahsedeceğiz. Düşünsel ağırlıklı kitapların terk edilerek edebî-sanatsal ürünlere meyletmenin yeniden güçlü bir çekim alanı oluşturduğu şu günlerde, bu gelişmeyi de İzlemek, kuşatmak, tartışmak gerektiğine inanıyoruz.
Kitapları okurken bir insan ve müslüman olarak etkilendiğimizi baştan belirtelim. Anlatılanlar, sonuçta, insan ve müslüman olarak bizim serüvenimizle de kesiştiğinden, aynı zaman dilimine tekabül ettiğinden soğukkanlılıkla bakamadığımız hususlar olabilir. Zaten değindiğimiz romanların da hakkaniyeti gözetmek ve tutarlı olmak gibi bir titizlikleri yok. Bizim öykümüze, bizim hayatımıza yönelik kitaplardan hareketle bazı değinilerde bulunmaya çalıştık.
Parkasını Çıkartmak İsteyenlerin Romantik ve Karmaşık Öyküsü: Mızraksız İlmihal
1969 Malatya doğumlu Mehmet Efe'nin ilk kitabı, Mızraksız İlmihal. Efe üretken; yazmayı, konuşmayı ve oynamayı seven biri. Özellikle akranlarınca, kendi kuşağına mensup insanlarca tanınan, önemsenen, takip edilen bir kalem. En azından bir zamanlar öyle idi. Şu sıralar, Laura Efe ile Amerika'da yaşadığı söyleniyor.
"Romantik deneme" tarzında, "80'li Yıllar "İslamcı" Genç Kuşağın Öyküsü..." olarak sunulan kitabı, Efe, önce bir tiyatro oyunu olarak tasarlamış. Ancak çeşitli nedenlere bağlı olarak ve çeşitli zamanlarda tuttuğu notları da göz önünde bulundurarak romana dönüştürmüş. Kitaba teknik olarak roman demek de aslında biraz zor. Deneme türüne girebilecek, müstakil olarak okunabilecek çok sayıda yazı var. Hatta hadis kitaplarından uzun metinlerin de alıntılandığını görüyoruz. Belki de bu yüzden, Efe, kitabını "romantik deneme" olarak takdim ediyor. Günlükler, tutulan notlar, güzel sözler, çeşitli kitaplardan yapılan iktibaslar kitabın çoğu yerine serpiştirilmiş olarak karşımıza çıkıyor. Bu durum, kitabı bir yandan klasik tahkiye niteliğinden uzaklaştırıyor; Öbür yandan renkliliğine ve zenginliğine güç katıyor.
İlk baskısı, uzun bir uğraş sonucu Vural Yayınları'ndan çıkan kitabın, Kaknüs Yayınları'nca neşredilen ikinci baskısı var elimizde. Bu baskıya, kitapla ilgili tanıtım yazıları ve yazarla yapılan kimi söyleşiler de eklenmiş.
Kitabın, 80'li yıllar "İslamcı" genç kuşağın öyküsü olduğu iddiası hem abartılı hem de yersiz. Sonuçta bir bireyin, İrfan'ın öyküsü Mızraksız ilmihal. Onun da en fazla bir iki yılının öyküsü. 80'li yılların kimi İslâmi yansımaları, o yıllara ait kimi kişi, çevre ve tartışmalar, olaylar bir fon, bir görüntü, muğlak bir çerçeve olarak görünüyor sadece. Bir romanın, bir kuşağın öyküsünü bütünüyle anlattığını söylemesi ya da buna kalkışması başlı başına bir hata, bir eksiklik olur zaten.
Canlı bir kitap Mızraksız ilmihal. Daha önce söylediğimiz gibi yazılış tarzının da bunda büyük bir payı var. Ancak, teknik kurgunun ötesinde, sıcak, yakın, tanıdık, bizimle "abicim" diye konuşan bir kahramanının olması bu kıvraklığı, canlılığı daha da artırıyor. Üstelik o, zihninde ve yüreğinde bulunan her şeyi çekincesiz döküyor ortaya. Gerektiğinde eteğindeki bütün taşları götürüp okuyucunun avuçlarına boşaltıyor. Çok fazla filtreden geçirmeden. Olduğu, geldiği, düşünüldüğü gibi. 90'lı yılların başında yazılmasına/yayımlanmasına rağmen 80'li yıllarda geziniyor daha çok.
Sosyolog Nilüfer Göle'nin de önemsediği Mızraksız İlmihal, İslami kesimde, henüz ciddi zorluklarla karşılaşmadan, kişilerin ve kimi çevrelerin dünyevileşme eşliğinde soğumaya, sorguluyorum diyerek değişmeye, iman gerilimini yitirmeye başladığı bir dönemde yazılmaya başlamış. Bu yıllarda, genelleştirmek yanlış olsa da ciddi bir kırılmanın yaşanmaya başladığı söylenebilir. Bu ortamda, zorlukları analiz ederek aşmak yerine, kimilerini buharlaşmaya, başkalarını suçlamaya; hatta safları terk etmeye yöneldiğini biliyoruz. Suçlamak, savaşmaktan daha kolay ve daha rahatlatıcı çünkü.
Mızraksız İlmihal'de de ciddi bir kavrayışa, dönüşüme, sistematiğe, bütünlüğe ulaşmadan, parçacı yaklaşım ve bazı mevzi kazanımlarla, duygusal yaklaşımlarla önemli bir yere ulaşılacağını zannetmenin kırılganlığı var. Bunun getirdiği bir şaşkınlık, yılgınlık, düşkünlük var. Buradan başlayacak şekilde farklı olana açılma yönelişi göze çarpıyor. Efe bunu (tam da bu esnada) baştan farkediyor olacak ki kitabının başında Sezai Karakoç'un meşhur mısralarına yer veriyor:
"Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz."
Yazar, peşinden "abicim" hitabının yakınlığına, sıcaklığına ve masumluğuna da sığınarak eleştirmeye, sormaya-sorgulamaya; hatta kötülemeye başlıyor. Üstelik, bize, "bunu birlikte yapalım" demek istiyor sanki. İtidali de elden bırakmamak, fazla da suçlanmamak için dozajını kaçırmamaya gayret ettiği anlaşılıyor.
Efe'nin kendisinin içinde bulunduğu çevre, ortam, dönem bu olumsuzlukları daha fazla görünür kılmış olabilir belki. Yahut İrfan ismiyle karşımıza çıkan birey, aynasını genel geçer olmayan, belirli kişiler, ilişkiler, yanlışlıklar üzerinde dolaştırmış olabilir. Zira İrfan, zengin, renkli bir düşünsel vizyona sahip olsa da bütünlüklü, tutarlı, vahiy eksenli bir perspektife sahip değil. Ama, malumatfuruş. İslami öğretiyi hayatla, vakıayla da yeterince yüzleştirebildiği, örtüştürebildiği söylenemez. Zaten bilginin, inancın tanıklığını yapmak; yeterince kavranabilen bir sorumluluk olarak gelişmedi yaşadığımız ülkede. Bu yüzden kitabın haklı olarak içimizi burkup kanırttığı, yaralarımızı gösterdiği yerlerin yanısıra abarttığı, haksızlık yaptığı ve herkesi, her çevreyi bir örnek hale getirerek aynı kefeye koyma yanlışlığına düştüğü çok sayıda vurgu da var.
Şunu sormamız gerekir: Bütüncül, kolektif bir yanılgı mı oldu peki? Bu kadar insan durup dururken kendisini mi zehirledi? Hep bir düş mü gördüler, aptalca bir ütopyanın peşinden mi koştular? Kitap bu sorulara cevap olarak yenilgiyi, çiğlik ve çirkinliği işaretliyor ve ne yazık ki bunu genelleştiriyor.
Halbuki kitabın adı, ilk duyuşta bize, sahih bir sorgulamaya bağlı olarak daha sağlıklı bir mevziye işaret edecekmiş intibaını veriyor. Mehmet Efe kitabın adı hakkında da söyleşilerde birşeyler söylüyor. Fakat Mızraksız İlmihal, İslami uyanışı sekteye uğratan hatta kirleten geleneksel, muhafazakar, statükocu, donuk anlayışları eleştirme ekseninde gelişmiyor, Bizim aklımıza gelmesine karşın, isim olarak yazarına da böyle birşeyi düşündürmediğini görüyoruz. Tam tersine, bölük pörçük, derinliksiz bir "radikalizm eleştirisi" yapılıyor. Bu yüzden "hangi İslamcı kuşak?" diye sordurtuyor bize. Ne kadar bizim öykümüz gerçekten, ne kadarı bizim öykümüz?
Bir "özeleştiri" olma iddiası da var kitabın. Özeleştiri; hatalarımızı, eksikliklerimizi görerek daha ileriye, daha olumluya, daha güzele ulaşmak için yapılır. Yürüdüğümüz yolu daha iyi görebilmek için... Ancak kitap, gözümüzü kötülüklere o kadar bandırıyor ki "biz adam olmayız" demeye zorluyor okuyucuyu. Çok az güzellik var, ümit pek zayıf. ileri gitmek şöyle dursun, donma ve durağanlaşma başlıyor; hatta birçok konuda daha geriye düşülüyor, Yılgınlık yavaş yavaş çörekleniyor. Peki, neden kendi yanlışlarımızı dürüstçe tespit edip ıslah etmiyoruz da, birey olarak daha çok başkalarını, başka anlayışları ve süreci suçluyoruz? Hatayı, günahı, yetersizliği görüp af dilemek ve daha iyiye yönelmek yerine, nasıl olsa günaha bulaştık diyerek daha da kötü, olumsuz durumlara savrulmak için mazeretler üretiyoruz? Bu, aslında, sıklıkla rastlanabilen bir tavır. Diğer romanlarda da bu eksikliği görebiliyoruz.
Roman kahramanı İrfan belki gerçekliklerden, gerçekleşmeyen ve gerçekleşmesi için de ciddi bir etkinlik gösterilmeyen, bedeli ödenmeyen beklentilerden sıkılarak "romantik" olmak istiyor. Bunu, hayatın başka yönlerini ve güzellikleri görme adına yapıyor. Sevmeyi, âşık olmayı, duygusallığı yani asıl gerçekleri öğreniyor. Bu, diğer uğraşlarını da aksatıyor. Başkalarını suçlarken, aslında kendisi bir aşk için düştüğü durumları görmüyor. Hatta her türlü zaafı aşkla sağaltmaya çabalıyor. Hem suçlu hem güçlü olan kendisi aslında. Ne de olsa adı da İrfan: Ne kadar çağrışımlarla dolu bir isim!.. İrfan'ın, irfanla mücehhez olmanın önemini, hakikatleri görebilmeyi bir kızla tanışınca, ona âşık olunca öğreniyor kahramanımız ve birileri tarafından, bir takım kitaplar tarafından tıkış tıkış olmuş, şartlanmış zihni sallanmaya, sancımaya başlıyor:
"Bu eylemler neye yarıyor?" diye sordu bir gün. Yine şaşırdım.
"Şimdi bu eylemleri yapmazsak, yarın asıl savaşı da yapamayız" dedim.
"Ne savaşı? Yarın ne zaman? Bütün yaptığınız, tabiatınızı bozmak! Mücadele etmek bir sabit fikir oldu sizde. Bizim başörtüsü de olmasaydı, mücadelesizlikten kırılacaktınız. Solculara karşı aşağılık kompleksleri mi duyuyorsunuz? Bu yüzden mi telaşla çullandınız başörtümüze?" (s. 28-29)
"Korkunç güzel bir aşk şiiri" olan Mona Roza şiiriyle tanışan İrfan, etrafındaki gelişmelere hiç katılamaz hale gelir. Zira "bir tespihat gibi" gizli gizli bu şiiri okumakla meşgul olmaktadır. Hatta aşk, ibadet olgusuna bile yeni bir bakış açısı getirmektedir: "hiç bu kadar silinmemişti yeryüzü, hiçbir İbadetimde bu kadar göğe ait olmamıştım." (s. 31)
İrfan, bir zaman sonra, (dayanamayarak) âşık olduğu Nurhan'ın ajandasını çalar. Romanın bir bölümü, bu ajandaya çeşitli zamanlarda yazılanları konuk edecektir. İşte, başörtülü müslüman bir kızın ajandasından bazı notlar:
"Kendimi bir türlü bu hayata ait hissedemiyorum. Benden ne sakladınız kitaplar?"
"(Annesinin ağzından) Etme yavrum, din dediğin adamı tımarhanelik mi eder?"
"Allah affeder, dâva affetmez."
"Kıymetli arkadaşlarım. Çok araştırdım ama Allah'ın emri ve peygamberimizin sünnetinden kıl payı ayrılmaktan korkan, bidatlardan uzak, temiz ve pak bir ilim yuvası göremedim. "
"Sezen Aksu'ya benzeyen bir portrenin altında şöyle yazıyor: Ne istiyoruz biz? İnsanlardan, insanlar için ne istiyoruz? İnsanların yaşamaya değer bulacağı ne var bizde? Körün köre yol göstermesiymiş her şey..."
"Benimle Allah'a mı yaklaşıyorsun, günaha mı?"
Defterde bunlara benzer birçok şeyle karşılaşan İrfan şunları söylüyor artık:
"Nurhan'ın defteri, Nurhan'ın dünyası altüst etmişti beni. Yıllardır tekrarladığım her şeyin sarsılmaya başladığını hissediyordum. Bu kadar zayıf düşünceler, bu kadar zayıf inanışlar mıydı bunlar?" (s. 68)
İrfan, Batman doğumlu, Kürt kökenli bir genç. Kitapta bu eksende gelişen, Kürt sorununa değinen satırlar pek yok. Çok küçük bir iki ayrıntı... Ama kompleks var: "Karşı çıktığımız şeylerin birçoğu hiçbir zaman sahip olamadığımız şeylerdi." (s. 70) Nitekim o, tünelin ucunda bir ışık da görmüyor; "tünelin ucunda görünen ışık, üzerinize doğru gelen trenin fan olabilir" endişesine sevk ediyor bizi. (s. 75) O, hep ülser olan intiharın haramlığına bile üzülen bir kuşağın temsilcisi, en azından üyesi, Altını çizerek okuduğu satırları, kitapları; biraz da dudak bükerek, küçümseyerek, eleştirerek yeniden gözden geçiriyor. İlk akla gelen de Seyyid Kutub'un Yoldaki İşaretler'i. Ve soruyor İrfan:
"Bir mikroskop haline mi getirdik bu dini yoksa?" (s. 102)
Mızraksız llmihal'de yerinde ve doğru eleştiriler de var elbette. Sahtekarlar, din tüccarları, ahde vefa göstermeyenler, durmadan fikir değiştirenler, naylon mücahidler, dar kafalılar, güdük ve tutarsız aydınlar...
"Adam, kitabında savunduğu her şeye zıt bir konumdaydı! Bu ülke Darü'l-harptır, müslümanların iradesine rağmen hükmedilen, zulmedilen bir ülkede, işgal edilmiş bir ülkede cuma namazı kılınmaz, diyordu ama şimdi cuma kılıyordu. İslami parti olamayacağını savunuyordu ama şimdi bir partinin en büyük propagandistlerindendi..." (s. 120)
Kitapta adı geçen olumlu sayılabilecek şahıslardan biri de Erkan. Efe, bu genci "siz ücret istiyorsunuz İrfan'cığım..." başlığını taşıyan bir bölümde konuşturuyor. Kur'an'la tanışıklığı yüksek olan bu genç, ne yazık ki yeterli bir bütüncüllüğe sahip değil ve daha da üzücü olanı, belirli bir seviye, dinginlik ve perspektif tutturmasına rağmen, birey olarak kalmakta ısrar ediyor.
Mehmet Efe, çoğu sıkıntılı, bunalımlı hatta şizofrenik bir görünüm arzeden tiplere resmi geçit yaptırıyor, kitabında. Yanlış evlilik yapan, başörtüsü yasağı nedeniyle evliliği bir kurtuluş olarak gören genç kızlar, okuduğu kitaplardan etkilenerek delirme noktasına gelen insanlar, işgüzar yayıncılar ve dergi sahipleri, esnaflar, zengin müslümanlar, bodrum katlarındaki evlerde kalan öğrenciler, tercüme düşüncelerle zehirlenenler, ölülerin düşüncelerini diriltmeye çalışanlar... Kimi zaman ironikya da traji-komik bir hale bürünen bu şahıslar kadrosu, bu görüntüler eşliğinde kahramanımız İrfan keşfe sarılıyor ve korkak olabileceğini de dile getiriyor:
"Taktikler, stratejiler, reçeteler icad etmekten bıktım, keşfetmek istiyorum. Tanrı değilim ben. Öğrendiklerim bana sadece acı verdi. Ben de acı çektirdim... Bu parkayı çıkartmak istiyorum." (s. 144)
Üzerindeki parkayı çıkartmak isteyen (ve belki de çıkaran) İrfan'ın üzerine giymeyi düşündüğü şeyin ne olduğunu pek anlayamıyoruz. Zaten roman soyut bir "daha iyiye, güzele ulaşma, mağaradan çıkabilme" isteğinin dışında bir çözüme, yeni bir soluklanmaya işaret etmiyor. Ama baştan sona, hiç değilse bir bireyin perspektifinden çözümsüzlüğün nerelerde düğümlendiğini gösteriyor. Vahiy dışında her şeyi eleştirmek gerektiğini söylüyor. Ancak vahiy merkezli bir bakış açısı da tebellür etmediği için bunun nasıl, ne amaçla ve nereye kadar yapılacağı da belirsiz kalıyor. Üstelik herkes hem haklı hem haksız ona göre. Bu yüzden herşey acı veriyor ona.
"Eşinden ayrılmış başörtülü bir kız elini, bir paçavrayı tutar gibi başındaki örtüye götürdüğü ve, 'Ben bunu çıkarmak istiyorum... Bunun yüzünden bir baltaya sap olamadım' diye hıçkırdı...
Ne diyeceğimi bilemedim, siz orda değildiniz abicim, orda olmalıydınız!" (s. 148)
İrfan sevdiği kızla, Nurhan'la bir zaman sonra, kızın ısrarı üzerine, ayrılıyor. Kız bu arada Edebiyat Fakültesindeki okulunu bırakıp Boğaziçi Üniversitesi'nde bir bölüm kazanıyor. Onunla tekrar yakınlaşmaya çalıştığında kız reddediyor ve onu her şeyden çok seven İrfan, bu kez onun hakkında çok olumsuz şeyler düşünmeye başlıyor. Kızı kötülüyor uzaktan. Fakat Nurhan, bir zaman sonra, İrfan'ın namaz kıldığı camiye geliyor ve onu şaşırtıyor:
"Beyazıt'ta Iraklı mülteciler için yardım kampanyası başlatmışlar. Gidip eyleme katılalım mı?" dedi...
Gülüşmeye çalıştık.
Caminin merdivenlerinden inerken heyecanımdan titreyen sesimle "Saçların ne renk?" diye sordum." (s. 190)
Mehmet Efe "Son deyiş" adını verdiği Riyazü's-Salihin'den yaptığı uzun bir hadis metninin çevirisiyle kitabını sona erdiriyor. Kısmen de olsa, sonuçta, umuda tutunmak, bir umut kıvılcımıyla bitirmek istiyor belki. Bir mağarada kalan üç kişi, mağaranın ağzındaki taşı kaldırabilmek için sırasıyla yaptıkları önemli iyilikleri anlatıyorlar ve duâ ediyorlar. Her seferinde biraz daha kımıldayan taş, en sonunda onların çıkabileceği bir boşluk oluşturuyor ve çıkıp yürüyorlar.
Kitaba yer yer serpiştirilen düşüncelerden biri de "yerlilik"... Kısmen doğruluklar içerse de bu düşüncenin bir yenilgi düşüncesi olduğu ve evrenselliği zedelediği muhakkak. Yaşadığımız ülkede bu kaçış tavrı, kimi müslüman kişi ve çevrelerde önemli bir eksen oluşturmuş durumda. "Dünyalıyız"dan, "buralıyız"a bir evrilme. Sağcı, muhafazakar, gelenekçi yaklaşımlarla bir örtüşme oldu bu noktada. Mehmet Efe, kendisiyle yapılan bir söyleşide bu konuyla ilgili bir eleştiriye mukabil görüşlerini açıklıyor ve bir yerde şunları söylüyor:
"Bu açıdan Sezai Karakoç okumak, Ali Seriati okumaktan daha önceliklidir. Ali Şeriati'yi okumak da Jean Paul Sartre'don daha önceliklidir."1
Sahip olduğu inançtan dolayı diğer insanlarla, kimi akrabalarıyla, toplumla farklılıkları ortaya çıkanlar, bazı alanlarda ve ilişki düzeneklerinde onlardan kısmen kopanlar, zamanla "halka inememe" anlayışının da etkisiyle, halkın her-şeyini kabullenmeye; hatta yüceltmeye başladılar. Yerlilik, buralılık, Türkiyelilik anlayışının bir yenilgi ideolojisi formunda yeniden palazlanmasında bunun da etkisi olmalı. Halbuki halkla ilgili bu tür bir kopuş, bu tür bir mesafelilik, bir yerde, her inançtan, her ideolojiden insan için söz konusudur. Özellikle ilk zamanlarda. Bunun fazla yadırganması da doğru değildir. Hatta başlangıçta belli ölçüde bunun olmaması anormaldir. Ayrıca imani, düşünsel, duruşsal farklılıkların çıkması başka birşeydir; diğer insanlara kaba, sevimsiz ve seviyesiz davranmak, onlara küfretmek, onları incitmek başka birşey... Önemli olan; hemen parkayı çıkarmaya davranmak değil, zorluklara hazırlanmak, kendimizi geliştirebilmek, çıtayı her alanda yükseltebilecek bir zindelik ve donanıma sahip olmaktır. Kaldı ki birçok insanın dini derme çatma bilgilerle yahut el yordamıyla öğrendiği, iman-amel birlikteliğinin vuzuha ve görünürlüğe kavuşamadığı, nefislerde olanın değişmesi için kapsamlı ve kolektif bir tanıklığın ikame edilemediği, dahası merhale bilincinin gündemleşmediği bir diriliş hamlesinden mükemmellik beklemek zaten hayalciliktir.
Dikkat çekici bir husus da duygusal erozyondur. Birçok kitapta, birçok kişide olduğu gibi Mızraksız İlmihal'de de kırılmalar, çözülmeler ve yapıcı olmaktan uzak sorgulamalar hep aşk ekseninde, çarpık ve ölçüsüz kadın erkek ilişkileri düzleminde zuhur etmektedir. İki insanın, karşı cinsten iki gencin belli bir süre, belli ölçüler içinde duygusal yakınlaşmaları olabilir. Ancak nedense bu durum, bir türlü rayına oturmamakta; aksine muhatapları uçuk, dengesiz, sorumsuz bireyler şekline dönüştürebilmektedir. Mevcut çizgiyi, elbirliğiyle güçlendireceğine, bir zaman sonra çizgiden büsbütün sapmalara, kopuşlara, bireyciliğe; hatta ukalalığa yol açmaktadır. "Beşeri aşktan İlahi aşka yol arayanlar" zamanla yollarını kaybetmekte, yoldaki işaretlere husumet beslemekte, iş çığırından çıkınca da bir yolunu bulup kötü örnekler haline dönüşmektedirler. Birbirlerinde karşılıklı sükûnet arayanların, yalnızlığa ve akabinde dengesizliğe düçar olmaları üzücü sonuçlara yol açmaktadır.
Hayatın kalbine, özsuyuna ulaşma arzusunun, hayat ve hidayet bilgisinden uzaklaşma sonucuna yol açması ne kadar üzücü. Mızraklarının ucuna yerli yersiz bir takım şeyler takanlara tepki göstereyim derken, büsbütün ilmihalsiz kalma endişesine savrulanların hüzünlü ve çözücü öyküsü olarak kalıyor, Mızraksız İlmihal!..
Çıngıraklı Bir Yılanın Sivri Dilinden Görkemli Bir Bunalım Öyküsü: Halkaların Ezgisi
"Tanımsız" adlı ilk kitabıyla Yazarlar Birliği Öykü Ödülü'nü kazanan ve Sahurla Gelen Erkekler adlı başka bir kitabı daha olan Halime Toros'un ele aldığımız romanı 1997 yılı sonlarında Kırkambar Yayınları'ndan çıkmış. Kitapta yazar hakkında bir satır bilgiye bile rastlayamamamız önemli bir eksiklik.
248 sayfa tutan kitap oldukça büyük puntolarla dizilmiş. Dizgisi, mizanpajı daha güzel olabilirdi.
Yazarın diğer kitaplarında olduğu gibi çok güçlü, derinlikli bir kadın duyarlığı var kitapta. Üslup, anlatım güçlü; hatta yer yer şiirsel. Kimi zaman muğlak ve sembolik aktarmalar karşımıza çıksa da sürükleyici, süreğen bir ezgi egemen sayfalara.
İnsanı düşündürmenin, üzmenin ötesinde, zaman zaman rahatsız eden, öfkelendiren ve boğulur/bunalır gibi olduğumuzu hissettiren bir anlatı. Nitekim Halime Toros, kitabın girişinde bizi buna hazırlıyor sanki:
"Öyle bir kitap yazmalıyım ki dedi; yaşantılar birbirine değdiğinde çıkardıkları sesin sözcüklere vuran dili olsun. Sessizliği ve umarsızlığı bulandıran halkalar kalplerdeki mührü kırsın... Çıngıraklı yılan metin boyunca sivri dilini gösterdi hep ve ilk kez, korkmadı..."(s. 5)
Toros'u, kolayca "feminist" bir yazar addetmek zor. Ancak o, Mehmet Efe gibi daha çok 80'li yılları anlatan bir yazar olarak merkeze bu kez kadın duyarlığını, başörtülü müslüman kadın profilini koyuyor. Ve bunu alabildiğine, her şeyimizi kırıp dökerek ve her yerimizi acıtmak pahasına yoğunlaştırıyor. Bu yüzden, ilk bakışta sancılı bir kadın perspektifinden süzülen bir şiddete, şiddetli bir sıkıntı ve eleştiri tufanına maruz kalıyoruz. Üstelik yazar, bile isteye yapıyor bunu. Fütursuzca yapıyor.
Akıllı, sezgi gücü yüksek, birçok yanlışı ve çarpıklığı teşhis edebilen, eli kalem dili kelam tutan ve aynı zamanda çöküşün, çözülüşün kapısını tıklayan bir kadın var karşımızda. "Nisa" olma yüzünden boğulan, karanlığın en sonuna yaklaşma cesaretini göstererek ışık arayan bir kadın. Aslında ne kadar da çok o, ne kadar da çoğul. Ve üstelik yılların intikamını alırcasına durmadan konuşuyor, kimseyi rahat bırakmaya niyeti yok. Ne yazık ki bunu iş işten geçmek üzereyken yapıyor. Çok konuşkan ve gezgin bir kalbi olan bu kadın değiştirip dönüştürmek, tashih etmek yerine daha çok suçlamaya ve yaralamaya çalışıyor. Yıkıyor; fakat yerine daha sağlıklı bir şey koymuyor. Haklı, isabetli olduğu teşhisler de gücünü, güvenilirliğini, inandırıcılığını bu yüzden yitiriyor sürekli. Kocaman bir yara, büyük bir öfke ve hüzün tortusu bırakarak avuçlarımıza, ayrılıp gidiyor bizden.
Adı bile üzerinde iğreti duran, içinde farklı kişilikler depreşen bu "farklı müslüman kadın"ın İslam'a zoraki ve soğuk yaklaşımı daha ilk sayfalardan, satırlardan itibaren sevimsiz sayılabilecek bir şekilde insanın yüzüne çarpıyor, Yaralı, sancılı, atomize olmuş bir bilinçle karşı karşıyayız. Bu bireyin kendi iç bölünmüşlüğünü ve didişmesini, İran'daki devrim kutlamalarına katıldığı andan itibaren gözlemleyebiliyoruz. Sonra zaman akıyor ve İslami kesimde de değişmeler yaşanıyor. Sorunlar artıyor, hayatın zorlukları bir bir bastırıyor ve iman gerilimi düşüyor. "Radikalizm dindi" diyor kahramanımız:
"Zihinlerin alt üst olduğu, dilin başkalaştığı, yeni okumalar ve yeni adlandırmalarla ülke coğrafyasının baştan başa yeniden katedildiği... Genç kızların mehir olarak Kalaşnikof ve şiir istedikleri... Kevser kokusu sürünmüş, bol kesim pantolonlu sürmeli erkeklerin yağ bağlamış hanımlarını "peygamberimizin sünnetidir" diye kandırıp da körpe kız avına çıktıklan bir dönemdi... Radikaller liberal oldu, demokrat oldu, partilerde görev aldılar, kara sakallarını kestiler. Fısk-ı fücur ehlinden helallik dilendi. Radikaller; münafıkların, müşriklerin, tağuti düzenin yardakçılarının, şeytana ruhunu satmış modern müslümanların arasına karıştılar. Değiştiler... Bu kadının başındaki. Bir tek o değişmiyor. Bir tek o sorgulanmıyor..." (s. 22, 24)
Yine genelleştirilmiş bir radikalizm yahut İslamcılık eleştirisi... Herkesin, dışarıda durarak kolayına gelen bu tutum, Toros'un romanında da ağırlıklı bir yer tutuyor. Bir "yok ülke" tasavvurundan geriye kalan şeyler olarak anlatılıyor bunlar. Üstelik ayıklayıcı ve yapıcı değil. Üstelik Toros'un kahramanı, önceleri, "asla bir evin yüreği sıkılan hüzünlü kedisi olamayacak kadar sokakta kalmış" biri. Çağdaşlaşmayı önemsemiş ve örneklendirmiş bir ailenin çocuğu, İslamla buluşmasında ailesinin katkısı değil, tepkisi var. Unutmadan belirtelim ki, romanın konusu Ankara'da şekilleniyor. Çankaya civarında, Avrupa'yı anımsatan bir kalede. Bu yüzden Nisa, eczaneden ilaç alırken bile başörtüsü hakkında sorgulamalara muhatap oluyor. Evli; hatta çocukları var. Kocası Tahsin'e başından beri değer veriyor ve onu eleştirse bile seviyor. Bir ara başını açtığı zaman, Tahsin'in yıkılışından dolayı üzülüyor. Düş kırıklıklarını, yıkımları döküyor ortaya. Açıkçası başörtüsü ona eziyet ediyor, onu boğuyor, onu parçalara ayırıyor. Belli bir zaman sabrettiği yeni aidiyet dünyasını, bir zaman geliyor patlatıyor, kontrolsüz bir biçimde deşiyor. İçindeki her şeyi kusuyor sanki. Kitabın son bölümü hariç, daha sahici, yapıcı eleştiriler yok ne yazık ki. Bir de hep "bizimkiler" okkanın altına gidiyor. Zulüm çarkına, sömürüye, yasakçılara, egemen çevrelere, zorbalara yönelik ciddi bir eleştiri yok. Bize düşmanlık ve kötülük edenler genelde es geçiliyor; ama eksik, güdük ve sakat İslami anlayış ve pratikler bombardımana tabi tutuluyor. Ayrım yapılmadan, İslami kesim mahkum ediliyor. Sapla saman birbirine karıştırılarak. Herkesi, her çevreyi bir görerek. Belki biraz da bu, Ankara'nın yapısından kaynaklanıyor. Sanki, kötü bir şey yapmak üzere olan birisi, bu fiili için kendini haklı çıkaracak mazeretler arıyor. Zihinde ve yürekte sıkışıp birikenler sanki yakıcı bir akış; bir fikir, bir eleştiri dökümü şeklinde, bir film şeridinden fırlayıp gelen bitimsiz görüntüler gibi boca ediliyor üzerimize. Yıldız Ramazanoğlu'nun dediği gibi, "Bu tam da başörtülü, fakat onu açma noktasına gelmiş bir kadının içindeki kutsalın erozyona uğradığı noktada oluyor."2 Ancak biz bu durumu değerlendirirken Yıldız Hanım'ın tutumuna katılmıyoruz ve bu dışa vurumları "kınayıcıların kınamasına aldırmadan" ortaya konan bir samimiyet olarak telakki etmiyoruz. Zira samimiyet, ister istemez sevimliliği çağrıştırıyor. Halbuki hiç kimseyi samimi bulmayan ve içimizi pervasızca, ölçüsüzce tırmıklamaktan çekinmeyen bunalımlı bir tip var karşımızda. Ayrıca yazar "müslümanların kendi çelişkilerine ayna tutmaktan ve olması gerekeni işaret etmekten ziyade teşhir etmeye, herkesin gözüne sokmaya çalışıyor sanki. Değerlendirmelerinde soğukkanlı ve dürüst değil. Dolaylı olarak, birilerinin ekmeğine de yağ sürülüyor böylece.
Toros'un ezgilerini aktardığı halkaların arasında onurlu sesler, olumlu kişilikler neredeyse hiç yok. Hep incitiyor. Hep kötülüklerde geziniyor. Sanki müslümanlar toplumun en kötü, en çıkarcı, en geri kişileri. İyiler yer bulamıyor romanda. Ya da iyiler hep eskide, tarihte kalmış. Kendi serüvenindeki çatlakları, kendi marazlarını, kendi çirkinliklerini görmeyen Nisa, başkalarının mükemmel olmasını bekliyor. Efe'nin kahramanı olan İrfan ve onun aşık olduğu Nurhan gibi. Kendisinin yapamadığını başkalarından istiyor. Yıldız Ramazanoğlu, buna bir açıklama getirmeye çalışırken; "Ya da kim bilir belki de iyinin romanı olmuyor" demek zorunda kalıyor.
İslam'ı kavrama, yaşamlaştırma/sosyalleştirme sorunu bu romanda da göze çarpıyor. Oturmuş, içselleştirilmiş bir İslami kimlik yok. Ayrıca hayat ve mücadele, İslami görüntü cinslere göre ayrıştırılmış bir durumda. Özellikle 90'lı yılların sonlarında bu alanlarda daha sağlıklı gelişmeler oldu. Nisa'ya zulmeden başörtüsünden hareketle, özlü, sınırlı ama destansı direnişler yaşandı. Müslüman genç kızlar, kadınlar hem geleneğin, hem modern cahiliyenin, hem de sistemin bukağılarını kırmada daha güzel ve umut aşılayıcı örneklikler sergilediler. Toros, daha önceki bir dönemi anlattığı için eksikliklere ve zaaflara daha fazla bandırıyor kalemini. Eleştiriyor, teşhis ediyor ama ötesini getirmiyor:
"Erkek bunlarla meşgul olursa diyordu Gazzali, ilim ve ibadetten geri kalır. Peki kadına düşen neydi? Erkeğin cennete girmesi için elinden geleni yapmaktı herhalde." (s. 41)
Çevresiz, arkadaşsız bir tip Toros'un kahramanı. Bir direniş, bir bilinçlenme, bir çalışma halkası içinde değil. Yurtsuz. Belki de bu yüzden hep kendisiyle karşılaşıyor. Az sayıdaki arkadaşı da öyle. Tutamaksız, yalnız, sindirememiş, iç tutarlık ve dinginliğe ulaşamamış tipler...
Ele aldığımız diğer iki roman, aşka yönelerek kahramanlarını çözülüşe götürürken, Toros'un kahramanı Nisa evlilik içerisinde, aşk içerisinde çöküyor. Daha genelde baktığımızda, üçünde de kötü, ideallerle uyuşmayan kadın-erkek ilişkilerinden, negatif evlilik ve ailelerden bahsediliyor.
Nisa hep tedirgin, bıkkın, ürkek, kavgalı... Başörtülülerin bütün sıkıntılarını kendisi çekmiş, her şey kendi başına gelmiş gibi davranıyor. Üstelik, ilk anda aklımıza gelmeyecek şeyler bile onun için bir dert, önemli bir şikayet konusu: Başörtüsünden, çengelli iğnelerden, çenesinden, saçını rüzgara ve güneşe verememekten, sıcaktan ve terden, rahatça ve herkesin içinde sigara içememekten (hem de durmadan) şikayet eden bir kadın. Ayrıca erkeklere ve yanlış pratiklere karşı bir itiraz ve sızlanma var. Onu rehabilite etme kaygısı ise yok denecek kadar zayıf. (s. 103)
Günümüze kadar uzanan kimi zaafları da haklı olarak ortaya koyuyor yazar: İş için giden başörtülü kızlara "hayırlı bir eş" teklif ediliyor. Gençler İslami kurumlardan kış ortasında atılıyor. Beğenilmeyen devletinki kadar bile bir hukuk geliştirilmiyor. İnsanlar boğaz tokluğuna çalıştırılıyor. Müslümanlığından kuşku duyulmaması için başörtülü eşlerini yanlarına alarak gezen erkekler, başka durumlarda onları kamusal alana fazla sokmuyorlar. Allah rızası, kocanın rızasına dönüşüyor. Anneler, okuyan kızlarını, başörtülü oldukları için kimseye ağız tadıyla övemiyorlar.
Halime Toros'un eleştirdiği bu değişik müslüman tipler, "Kitab ı Mukaddesin serseri yahudisi" karşılanıyorlar. Ve bu toprakların gördüğü en sahih kimlik mücadelesinin, bir var olma savaşımının simgesi olan başörtüsü; insanı, kişiliği ezen bir zulüm nesnesine dönüşüyor. Ve o, herkesin de böyle düşündüğünü kabulleniyor. Sanki hiç mutlu olan, iyi evlilikler yapan, ayakta onurluca durabilen yok. Bu kızların hepsi de bir eşya, bir tatmin vasıtası, bir dekor olarak kalmışlar sanki. Okumuş, üniversite mezunu bir süs ya da köleden mi ibaret başörtülü herkes?
Kitapta bolca gelenek tasviri ve övgüsü de var. Sanki halkımız çok iyi de biz kötüyüz, onları biz zehirliyoruz. Üstelik biz zaten aşktan da anlamıyoruz:
"Peki aşkı olmayanın İmanı olur mu?" (5. 135)
"Bu kadar genç, bu kadar güzel kızlar aşka uğramadan, aşkla alev alev yanmadan, akılları başlarından gitmeden nasıl böyle kupkuru sözlere, bildirilere, öfkelere dönüşebilmektedir?" (s. 137)
Halkaların ezgisi bu noktada Mızraksız İlmihal'e göz kırpmaktadır sanki. Evet, halk iyidir. Gelenek iyidir. Her haltı işleyen sadece müslümanlardır. Yerli olmaktan daha güzel bir şey yoktur... Sanki kadını aşağılayan, kadını itekleyen bu tür unsurlar değil! Kötü olan kitaplardır. Yeni ve kökü dışarıda düşüncelerdir. Devrimdir, direniştir, Seyyid Kutup'tur, İran'dır. Hayırlı bir tek eylemini göremediğimiz, bir eyleme, bir direnişe, bir etkinliğe katıldığına şahit olamadığımız Nisa belki de bu yüzden zehirlenmektedir.
Şükür ki kitabın son sayfalarında daha sahih, daha ciddi ve İslami kaygılara da kısmen değiniliyor. İslam tarihine dair (parlayıp sönse de) yeni ve tutarlı yaklaşımlar, aktarımlar var. Yazar, kimi dengeli başörtülü kadınların "asıl dert"ine de değiniyor bu arada:
"Ama bizim derdimiz Rasulullah'ın dönemine ulaşmaktı... Kadınların peygamberin yakasına yapıştıkları, hadis naklettikleri, savaşa gittikleri, şiir söyledikleri, 'narin bedenler'ini Rasulullah'a kalkan yaptıkları, hicret ettikleri döneme..." (s. 175)
Bungun bir umut arayışıyla, veciz sözlerle, bir yere ulaşabilme isteğiyle sona eriyor roman. "Bedir'de ölmeyi göze alamayanların Uhud'da ganimet toplama" istekleri, sadece kocaman bir boşluğa, ayrıksılığa, hüzne dönüşüyor sonunda.
Romanın sonlarında, en azından anlatı, kurgu bakımından iniş çıkışlar, dalgalanmalar azalıyor. Daha rahat bir akış çıkıyor okuyucunun karşısına.
Aslında Halime Toros, çok iyi bir gözlemci. Malzemesini çok iyi biriktirmiş. Ayrıntıları da iyi bulup çıkarıyor. Önemsiz görünen, sıradan kabul edilen, kanıksanan şeylerde incitecek derecede derinleşebiliyor, Anlatısını değişken, girişken bir forma büründürebiliyor. İç konuşma tekniğini yoğunlukla kullanabiliyor. İyi bir anlatı ustası. Benzetmeler, kesik, eksiltili cümleler, sıklıkla yer verilen soru cümleleri, büyük harflerle yazılan sözcükler, şiirsel pasajlar, tekilin içinde çoğullaşan, 'karşılıklı' hâle bürünen konuşmalar, alaysı/müstehzi bir edayla araya sokuşturulan ifadeler, geriye dönüşler, karşılaştırmalar... anlatımı zenginleştiriyor. Fakat bizce halkaların değil, belki sadece bir halkanın; zayıf, dengesiz, çürümeye yüz tutmuş bir halkanın ezgisi bu anlatı. Nisa olamamış, Nisa olmayı bir yük olarak görmüş, fazlasıyla duyarlı kalbinde hep öfkeleri biriktiren bir kadının ezgisi. Keşke başka halkaları, başka Nisa'ları da görebilseydi yazar. Başka halkaların onurlu türküsüne de zihnini ve yüreğini birazcık açabilseydi!..
Tutunamamış Bir Bireyin Sıradışı ve Sapkın Öyküsü; Yağmurdan Sonra
Yağmurdan Sonra gazeteci-yazar Ahmet Kekeç'in 1999 yılında Tuzla Belediyesi'nin açtığı roman yarışmasında birincilik ödülü alan romanı. Kekeç, üretken bir yazar. Öykü ve deneme türünde kitapları var. Şu sıralar Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor.
İtiraf edelim ki, Yağmurdan Sonra'yi okurken yazarın zihni ve kişiliğiyle romanın içeriği arasında bir bağ, bir ilgi kurup kurmamakta sıkıntıya düşüyoruz. Kekeç, bilindiği kadarıyla bir duruşa, tavıra, bir kimliğe sahip olan bir yazar. Cesur, polemikçi. Daha önceki kitaplarında ve gazetelerdeki yazılarında bunları görebiliyoruz. Hassasiyet sahibi. Bu roman, bizi, Kekeç hakkında ister istemez ikiye bölüyor. Romanın dünyasıyla ya da en azından baş kahramanı Murat'la yazarı ne kadar özdeşleştirebiliriz? Eğer kendisiyle, kendi dünyasıyla ilgisi yoksa "iç süreçleri sorguladığı belirtilen, bir özeleştiri ve muhasebe girişimi" olarak alkışlanan kitap bize, bizim sürecimize, insanlarımıza haksızlık etmiyor mu? Bizi, bize ait olanı anlattığı iddia ediliyorsa, fazlasıyla hakkımızı yemiyor mu? Bizi ve değerlerimizi hem de haksız yere küçük düşürmüyor mu? Başka kimsemiz yok mu bizim? Bundan, bu tür kahramanlardan, böyle yıkılışlardan ve kirli ilişkilerden mi ibaretiz biz? Yok eğer, kitap, yazarıyla bütünleştirilebilecek, aynileştirilebilecek öğeler taşıyorsa, okuyucu Ahmet Kekeç'e nasıl bakacak? Ahmet Kekeç kim o zaman, hangisi? Ve hangi "biz"i anlatıyor? Bir metin yazarın hangi dünyasından, nasıl neş'et eder?
Böyle bir sıkıntıyı kendisi de fark etmiş olacak ki, yazar Kırkayak dergisinde kendisiyle yapılan bir söyleşide şunları söylüyor:
"Doğrudan özeleştiriyi hedefleyen bir roman değil Yağmurdan Sonra... Özellikle siyasal İslam tartışmalarının ortaya çıkardığı patolojik ruh sapmasıyla ilgili değil... Öncelikle bir "birey"in hikayesi o... Yazarken zaman zaman Murat'ın çekim alanına girdiğim, onun gibi düşünmeye başladığım oldu. Hasta, sağlıksız, zararlı bir kişilik Murat Güçlü bir kişilik aynı zamanda. Murat gibi insanlar hep rahatsız etmiştir beni. Ondan kurtulduğum için seviniyorum da bir taraftan.., "3
Alıntıladığımız ifadelerde bir çelişki olduğu sezilebilir. Herhalde birçok kişi gibi Kekeç'in de kafası karışık. Kendini yazdıklarına hem ait hissediyor hem de uzaklaşmak istiyor. Nitekim Yeni Şafak gazetesindeki bir söyleşide de "rahatsızlık duyduğu" bu "şey"i yazıp kurtulduğunu söylemekte yazar: "Hala bir mensubiyet taşıyan ideolojik bir insanı değil, öncelikle bir insanı, bir bireyi anlatmaktı çabam. Bunun tehlikeli olduğunu biliyorum." demekte.4
Yazar kendini roman kahramanından uzaklaştırmaya, ayrıştırmaya çalışmakta. Onu yazarak kurtulmak isterken bu kez de başkalarını, okuyucularını rahatsız etmekte. Her şeye rağmen yukarıda söyledikleri birazcık da olsa rahatlatıyor, sevindiriyor insanı. "Bir aydın sapması"nın yaşandığı bir süreçte, ortamda kimin nerede durduğu, ne zaman değiştiği belli olmuyor çünkü. Ancak, çürük bir dişten kurtulduğunu söyleyen yazarın zihin dünyası yeterince bir vuzuha da kavuşmuş değil. Çünkü aynı Kekeç, kendisinin de "kafa ideolojik bir mensubiyet" taşımadığını söylemekte, Murat Ural'ın Haksöz dergisindeki eleştirisine mukabil. Bu da bizi üzüyor tabi.
"İslamcı" diye nitelendirilen çevrelerin en büyük eksikliği, aslında, dinden hareketle hayatın çeşitli alanlarını kuşatan bir ideoloji üretememeleriydi. Bunun adı değişebilir. Fakat her şeyin bölük pörçük, parça doğrular şeklinde kalması, sürekli ve bütünlüklü bir tanıklığın ikame edilememesi bu İdeolojinin, dünya görüşünün hayatla ve sorunlarla yüzleştirilerek, zindeleştirilerek görünür kılınamaması, düşünerek ve yaşanarak dillendirilememesiydi. Müslüman kişi ve çevrelerde bu eksikliğin hâlâ yeterince anlaşılamadığı, kendiliğindenciliğin ve savrulmaların hatta tükenmelerin de bu yüzden yaşandığı söylenebilir. Kur'an'la ve vakıayla buluşmuş bir düşünce birikimi, metodoloji, işlek bir hayat bilgisi ve yaşayış fıkhı oluşturulamadı ne yazık ki.
Bu eksiklikler içerisinde yer alan insanların bir kısmı kendi kişisel zaaflarını da taşıyarak eklemlendiler İslami uyanış sürecine. Bu sıkıntılar zamanla cemaatleşti. Ancak en kötüsü, çok sayıda dikeni var diye gülden uzaklaşmak, onu kötülemek, onu inkar etmek oldu.
Kekeç'in kahramanı Murat (ki 40 yaşında, yaş itibariyle de Kekeç'i andırıyor) 28 Şubat süreci olarak bilinen zaman diliminde çıkıyor karşımıza. Ülkedeki gelişmeler, bunların medyaya, insanlara, aydınlara, cemaatlere, mekanlara yansıması sürekli bir vitrin, bir ekran, bir fon olarak yansıyor romana. Ancak Kekeç ve kahramanı, bu süreçte yaşanan sadece bir bölük olguya, kötü ve olumsuz, ümit kırıcı yansımalara değiniyorlar. Aynı süreçte yaşanan ve sosyolojik olarak dahi önemsenen, gündem oluşturan direnişler, eylemler, protestolar, onur bahşedici etkinlikler, güzel çığlıklar ve ayakta kalma mücadeleleri, kitaba neredeyse hiç yansımıyor. Bu yüzden yarım, tek taraflı bir tanıklık bu. Murat Ural, bunu, "yaralı bir bilincin tanıklığı" olarak gösteriyor. Bizce bu kanaat yanlış. Çünkü neredeyse hiçbir bilinç yok Murat'ta; bilinçlilik haline ve sorumluluğuna kesinlikle sahip değil. Tamamen "yorgun, gelecek ülküsünden yoksun, tutunamamış" bir birey olması geçmişinin de sağlıklı, oturaklı ve hazırlıklı olmamasından kaynaklanıyor aslında. Onun, böyle bir kişinin, bir zamanlar nasıl bir yayıncılık yaptığına ve "Direnenler" adlı bir kitabı bastığına da şaşırmak gerekiyor.
Murat, hanımına karşı çok art niyetli. Ona soğuk değil, buz gibi davranıyor. Durmadan sigara içiyor. Konuşmaktan sıkılıyor. İçe kapanık, sıkılgan; her şey onu rahatsız ediyor. Babasından nefret ediyor. Annesi ölmüş. Babası, onun sevmediği bir kadınla yaşıyor. Bir zamanlar kitapları yayımlanan aydınlara kızıyor. Küfre yakın konuşuyor. Eleştiriyor; fakat başka bir şey yapmıyor. İşini de düzgün yapmıyor. Bankalardan aldığı kredilerle geçiniyor. Bunalımlı, bir çatışma halinde sürekli. Namaz niyaz zaten yok. Hatta bir ara içki içmeye dahi meyledecek gibi oluyor. Kendini, eski kimliğini(?) gizliyor. Kırkından sonra aşık olmaya başlıyor, boşanmayı düşünüyor. Üstelik en ilginci ve sarsıcı, rezilce olanı kızı yaşındaki üvey kardeşine deli gibi aşık oluyor. Ahlaksızlık, düşkünlük, sapkınlık, müslüman olmayan okuyucuyu bile rahatsız edecek seviyede. Mehmet Efe ile başlayan, Halime Toros'la devam eden bozulma ve çirkeflik; Ahmet Kekeç'in yazdıklarıyla taçlandırılmış oluyor.
İrfan Bulut, suçlanan bir İslamcı aydın eskisi olarak çıkıyor karşımıza. Genç yaşta iki kere evlenip boşanan ve bir ara Murat'ın aşık olduğunu sandığı, eski bir sosyalist (68 kuşağından) ve yeni bir 28 Şubat'çı bir adamın kızı olan Müge var. Müge'nin babası -tesadüf bu ya-Murat'ın yayımladığı kitabın suç unsuru içerdiğine karar veren bilirkişi. Murat'ın sinir olduğu komşuları var. Bacanağı Remzi "anasının gözü". Uyanık, ticareti ve ne yolla olursa olsun para kazanmayı iyi biliyor. Üvey kardeşi Hülya, bir tercüme bürosunda çalışıyor gibi görünse de kirli, ahlaksız ilişkilere bulaşıyor. Murat'ın babası sonunda ölüyor. Romanın sonunda bir barda, meyhanede buluyoruz Murat'ı. Özeleştiri ve muhasebe böyle yapılıyor herhalde. Bir taraftan da âşık Hülya'yı düşünüyor hep. Müge'nin ve onun gudubet arkadaşlarının yanında. Bir süre sonra, sinirlenerek, barda içki içen ve "molla hükümeti"nin devrilmesine sevinen aydın bozuntularına dayanamayarak girişiyor, Murat. Büyük bir kavga çıkıyor. Karakolda buluyoruz onu. Eve gelmesinden bir zaman sonra yayımladığı kitaptan dolayı sivil bir renault taksiye bindirilerek götürülüyor Murat. "Yağmurdan sonra ikinci sarsıntıdır bu ve büyü bozulmuştur." Roman bu şekilde sona eriyor.
Bu romanda da "yerlilik" düşüncesine atıflar var. Sanattan, edebiyattan ve gelenekten kopmuş bir neslin iflah olmayacağını da söylüyor kahramanımız. Zira onun mensubu olduğu kuşak, geleneksel kültür verimlerini tanıyamamış; Ahmet Cevdet'i, Yahya Kemal'i, Tanpınar'ı okuyamamışlardır. Peşinden artık aşina olduğumuz asıl vurgu geliyor: Evrensel devrimcilik adına kıy tırık Mısır, Afganistan, Pakistan ulemaları sunulmuştur kendilerine.
Bir rahatsızlık, hatta bir "tiksinti" kalıyor içimizde romanı okuduktan sonra. Bize bulaşmasından korktuğumuz hastalıklı bir adam, öfkelendiriyor bizi. "Oh olsun" demiyoruz belki; ama içimizde ona karşı bir üzüntü ve acıma hissi de oluşmuyor. Böyle bir insanın saflarımızda yer almadığını, alamayacağını, almaması gerektiğini düşünüyoruz. "Cesur roman"ın kahramanı bir boşluğa bırakıyor kendini. Ve yeniden başa dönüyoruz; Ahmet Kekeç neden böyle bir tipi çıkarıyor karşımıza? Kurgusu, sade anlatımı, gerilimi ve akıcılığıyla gayet başarılı olan bu roman neden böyle boğucu, zehirleyici bir yörüngede geziniyor? İyiler mi yok gerçekten? Ya da Yıldız Ramazanoğlu'nun dediği gibi iyilerin romanını yazmak, en azından iyilere de yer vermek mümkün değil mi? Her türlü pisliği yapan, kendini inkar eden, zaten evveliyatında da "adam gibi" müslüman olamayanlar, çalıştırdıkları işçileri açlıktan öldürenler, dönekler, korkaklar, ispiyoncular, başörtülü kızlara İkinci, üçüncü evlilik teklifi yapanlar, dini bir garnitür olarak görenler, sapıklar, "kıytırık" kitaplara kızanlar, en pespayesinden aşk macerası yaşayanlardan mı ibaretiz biz? Bu kadar haksızlığı hak ediyor mu İslami çevreler? Bizim öykümüz bu mu? Bu mu özeleştiri ve muhasebe? Kabiliyetlerimiz, birikimimiz, yazıp konuştuklarımız neden uçuk, sanal, onur kırıcı ve kirli ilişkileri sokuyor hep gözümüze? Bu kabil kitapları yazanlar da aydın değil mi? İnsanları etkilemiyorlar mı? İrfan Bulut şahsında Murat'a İslamcı aydınları suçlatan, kötületen Kekeç kendisi de bir yazar, bir aydın, bir sanatçı değil mi? O kimleri, nasıl ve ne amaçla etkiliyor peki? İğne kimin, çuvaldız kimin hakkı?
Bizi kendi gerçekliğimizle karşılaştırmaktan çok bizi aldatan, bizi başkalarına kötüleyen, bizi sırtımızdan vuran bir adama değgin bir güvensizlik, burukluk bırakıyor bizde yazar. Kendi adıma Murat'ın şahsında Ahmet Kekeç'e kızmadığımı söylesem yalan olur.
Sonuç
Ele aldığımız kitapların bir roman, bir edebi eser hüviyeti taşımaları, "kurmaca"ya(?) dayalı olmaları; kesin ve yazarıyla özdeş şeyler söylememizi, bir hükme ulaşmamızı zorlaştırıyor belki. Ancak yazmak bir tanıklıksa, neye tanıklık ettiğimiz önemli. Sonuçta yazmak da bir eylem ve biz bütün yapıp etmelerimizin hesabını Allah'a verebilmeyi önemsiyoruz, illa ki "insanın zihninde/gönlünde ne varsa onu dışa vurur" demek istemiyoruz. Ama ele alınan süreç bizim de sürecimiz. Ve bu bağlamda, "birçok alanda kepekten baklava yapılmaya çalışılan bir süreç"te getirilen eleştirilerin, gerçekten sübjektif, hakkaniyetten ve yapıcılıktan uzak, çelişkilerle dolu olduğu söylenebilir.
Yazarlarımız kendi yaşadıklarını, kendi sıkıntılarını, gözlemlerini, bazen de kendi düşüklüklerini genelleştirerek İslami uyanışa, genel İslami duyarlığa haksızlık ediyorlar sonuçta. Herkesi kendisi, kendi çevresi, kendi ailesi, kendi düşünün kırılgan nesnesi gibi görme hastalığı var. Romanlarda neredeyse olumlu, iç açıcı, eli ayağı düzgün bir tek müslüman tip yok. İçlerindeki hamlığı, kötülüğü, pisliği, bungunluğu üzerimize sıçratan, hep başkalarını ve süreci suçlarcasına etraflarına, inançlarına, eşlerine, arkadaşlarına şiddet kusan, öfke, umutsuzluk yayan tipler,.. Peygamber döneminde, daha zorlu süreçlerde, işkence ortamlarında yaşasalardı, dine girmiş olmalarını peygamberin bile burnundan getirebilecek, müslüman olmalarına mukabil ikide bir Allah'a fatura uzatabilecek insanlar. Ciddi bir sıkıntı ve zorlukla karşılaşmadan kendilerini boğan; dönüştürmeyi ve direnmeyi denemeyen, bunun uğraşını verenlerin semtine uğramayan; ama sürekli yakınan, durmadan konuşan, adamı bıktıran, cinnet getirten tipler... Sanırsınız her gün coplanıyorlar. Evlerine tanklar girmiş. Yılları zindanlarda geçmiş. Zorbalık ve zulümden bıkmışlar. Kendi hatalarını, kırılganlıklarını herkeste görmek isteyen ve üstelik bunu başkalarını da açıkça suçlayarak yapanlar... Tanıklık yapamayanların kendini sürekli sanık zannetmesi gibi bir şey. İslam'a tutunmak değil, bir nedenle İslam'dan kaçamamak var sanki.
Halbuki dikkatlice bakıldığında bu ürünler, bu örneklemeler hep "hastalıklı"... Üç kitap da çözülüşün ürünü. Üçünde de benzer hususlar var: Çevresizlik, yalnızlık, İslami çalışmalardan uzaklık, radikalizm eleştirisi, aşkı kurtarıcı gibi görme, yerlilik/gelenek ve toplum övgüsü, bireycilik, zulme karşı tavır eksikliği... Üstelik bir şeyi daha iyi anlıyoruz: İddia etmek ve bir takım sıfatlar almakla hiçbir şey hallolmuyor. Konuların geçtiği süreçte de herkes, Kur'an'ı öğrendiğini, bütünlüklü ve tutarlı, yüzünü hayata dönmüş bir bilinçliliğe ulaştığını zannediyordu. Israrla Kur'an vurgusu yapanlar ve yanlışlıklara dikkat çekenler de kabaca "mealci" diye suçlanıyordu. Nitekim bizim kesimde eksikliği vurgulanan edebiyat bile kolayca çözücü bir işlev üstlenebiliyor.
Evet... Yazarlarımız haksızlık ediyorlar bize. Süreç ve "İslamcı kesim" büyük mücahit ve mücahideler, dürüst ve direnişçi düşünürler, aydınlar, güzel ve anlayışlı eşler ve işverenler çıkaramamış belki; ama hiç değilse, değindiğimiz örneklerde olduğu gibi, öteden beri yokluğundan şikayet edilen romancılar, sanatçılar yetiştirmiş hiç değilse!..
Küçümsenen, değersiz ve hatta zararlı bulunan "hidayet romanları" gözden düşmeye başladı artık. Şimdi sıra, hidayetten uzaklaşanlarda...
Dipnotlar:
1- Mızraksız İlmihal'in Yazarı Mehmet Efe ile..., Yeni Yeryüzü, Haziran-Temmuz 1993, Röportaj: Ahmet Mayalı.
2- Yıldız Ramazanoğlu, Halkaların Ezgisi, Virgül, nr. 18, s. 40-41.
3- Kırkayak, nr. 3, s. 12-1 3, Söyleşi: Hüseyin Akın.
4- Yeni Şafak, 31 Mart 2000, Söyleşi: Fadime Özkan.
- Okuyucu Anketi ve Dayanışma
- 28 Şubat Darbesi’nin Orkestra Şefi’ne Meclis Darbesi Statüko Babasını Kaybetti!
- “Küçük Şeyleri" Düşünmek
- Teslimiyetçiliğe Prim Verilmemeli!
- Niyet, Birikim ve İrade
- Programlanmış Konjonktürel Girdapta Umudu Yükseltmek
- Bizim İskele'nin Sancağı
- Kayıp Silahlar: Karartılan Umutlar
- İran'da İki Eğilimin Mücadelesi
- Clinton'un Korkulu Pakistan Ziyareti
- 'Barış Süreci'nde Suriye'nin Değişen Tavrı
- Allah’ı Gereğince Takdir Etmek
- Özgür İrade Meselesinde Ali Şeriati ve Bint el-Şati
- Basında İslami Muhalefet: Şura - Tevhid – Hicret -1
- Bizim Öykümüz Hangisi?
- Müslüman Kadının Problemleri
- Ayrılık
- Allah’la Aramız Nasıl?