Bir Trajik Başarı: Türk Dil Reformu
"Arkadaşlar kemküm etmeyelim. Bizim prensibimiz mirensibimiz yoktu. Uyduruyorduk!"
(Dilbilim ve Etimoloji Komisyonu Başkanı Tıp Doktoru Saim Ali Dilemre)
Osmanlı İmparatorluğunun güç kaybetmeye başlamasının ardından teknik-askerî alandan sosyal-kültürel alana büyük bir Batılılaşma eğilimi baş gösterdi. III. Selim ve II. Mahmud’un reformları ile başlayan ve Tanzimat Fermanı ile devam eden süreç devlet erkânını ve Osmanlı münevverlerini modernleştirmekten öteye kısmen geçebildi. Halk, hâlihazırdaki değerleriyle bağını belli oranda korudu. Cumhuriyetin ilanı ile Batılılaşma politikaları yoğun ve hızlandırılmış bir devlet programı halini aldı ve küçümsenemeyecek derecede başarıya ulaştı. Elbette bu başarıda, gerçekleştirilen mezalim ve kıyımlar büyük pay sahibi. Batılılaşma başarısı, bu katliamlarla birlikte, yapılan Atatürk devrim-reformlarının ürünüydü. Sonuç olarak toplumun, İslam ve Müslüman halklar ile olan bağı zayıflatıldı ve Batılı hayat tarzı ile arasında bağ kuruldu. Medrese gibi Müslümanlara ait müesseselerin lağvedilmesi, alfabe gibi göstergelerin değiştirilmesi ve daha birçok reform bu tahribata sebep oldu. Fakat Türk Dil Reformu bu reformlar arasında apayrı bir yere sahiptir. Çünkü Batılılaşma uluslaşmaya, uluslaşma ise dil meselesine doğrudan taalluk eder. Bu sebeple Türk Dil Reformunun hem Batılılaşma ile ilgili yönünün hem de lisanî yönünün muhasebeye tabi tutulması gerekmektedir.
Geoffrey Lewis’in Paradigma Yayıncılık’tan çıkan ve Mehmet Fatih Uslu’nun çevirdiği “Trajik Başarı: Türk Dil Reformu” kitabı konuyla ilgili oldukça kapsamlı bir çalışma. Kitap, belge ve dokümanları kronolojik sıraya dizmekle yetinen klasik teliflerden apayrı bir yerde duruyor. Türkiye’de gerek ideolojik kaygılardan gerek entelektüel zayıflıktan dolayı dil tartışmalarının olması gereken seviyede yapılamadığını söyleyebiliriz. “Trajik Başarı” kitabının, bu seviyenin yakalanmasına ve Türk Dil Reformu (Kitapta devrim kelimesi yerine reform kelimesi tercih ediliyor.) ile yapılması gereken hesaplaşmaya büyük katkı sağlayacağını umuyoruz.
Modern Türkçe
Dil üzerine konuşmak için öncelikle meseleye hangi entelektüel zemin üzerinden yaklaşılacağı belirlenmelidir. Türk Dil Reformunun temelleri Osmanlı son dönemi modernleşme-uluslaşma ve dil tartışmalarında mahfuzdur. Lewis, kitabın ilk bölümlerinde bu gelişmeleri tahlil ediyor. Yazarın zihinsel faaliyetleri daha ziyade ilk iki bölümde yer aldığından dolayı değerlendirmelerimiz bu bölümler üzerinde yoğunlaşacak. Sonraki kısımlar bu bölümlere göre nispeten daha teknik örnekler üzerinden ilerlediği için kısa değiniler yeterli olacaktır.
Öncelikle şuradan başlayalım. Trajik olan ne? Başarı sayılan iş hangi iş? Lewis, Atatürk’ün 1927’de mecliste okuduğu Nutuk’un 1960’lara gelindiğinde “günün diline çevrilmek” zorunda kalınmasını “trajik” olarak niteliyor. Bir metnin kaleme alındıktan otuz küsur yıl sonraki nesillerce anlaşılmaması hakikaten trajik bir durum. O zamanlar yazılan kitapların şimdiki insanların okuyabilmeleri için “modern Türkçeye yapılan çevirilerinin” bulunması sadece basit bir dil dönüşümü olarak açıklanamaz. Çünkü dil özünde bu kadar hızlı bir değişime açık değildir. Bu açıdan dil muhafazakârdır diyebiliriz. Her dil bir gelenektir (J. L. Borges) ve gelenek, haksız yere yapılan müdahale durumunda absürt bir hal alır, ortaya bir ucube çıkar. Neyin başarı olduğuna gelince, Lewis işte tam da böyle haksız ve yanlış bir müdahalenin başarıya ulaştığını söylüyor. Elbette şu an reformun ilk amaçladığı gibi saf-öz Türkçe konuşmuyoruz. Bu açıdan bir başarısızlık sayılabilir Türk Dil Reformu. Fakat gerçek amaç olan Arapça ve Farsçadan yani İslam’dan uzaklaşma amacı büyük oranda başarıya ulaştı. Artık Türkçede Türk Dil Kurumunun hacimli katkısı yadsınamaz. Bir kurumun aldığı kararların dili yönlendirmesi anormal bir durum olarak algılanmıyor. İşte “trajik başarı” budur. Bunun yanında kitaba önsöz yazan Ekrem Ayyıldız, böyle bir kitabın Türk entelektüellerinin ve Türk üniversitelerinin elinden çıkmayıp kitabı bir “yabancının” yazmış olmasını da trajik bir başarı olarak gördüğünü söylüyor.
Lewis, Türkçe’nin mesela Çince ile olan ilişkisini kitaba dâhil etmemiş. Kendisinin deyimiyle Türkçenin hikâyesi 11. yüzyılda başlıyor. Bu zamandan itibaren Türkçe, Arapça ve Farsça ile etkileşime giriyor. Malum, Osmanlı Türkçesi Türkçeye, Arapça ve Farsça kelime, terkip ve bazı başka özelliklerin katılmasıyla oluşmuştur. Bu sebepten dolayı kabiliyet ve letafeti mündemiç zengin fakat ağır bir dildir. Kitap, uzun süre kullanılan bu dilin ağırlığı ile ilgili itirazlardan söz ediyor. Türkî-i Basit ve mahallileşme akımlarını bunun sonucu olarak gösteriyor ve Farsçalaşma yanlısı Nabi’nin bile bundan şikâyet ettiği beytini aktarıyor: Ey şi’r miyanında satan lafz-ı garibi / Divan-ı gazel nüsha-i kamus değüldür.
Dilde Sadeleşme Fikri: Bilgilenmiş Halk İdeali
Osmanlı Türkçesine karşı yöneltilen eleştirilerin belirli bir amaçla birlikte sistemli bir şekilde artmaya başlaması 1860 yılına tekabül ediyor. Bu aynı zamanda İstanbul’a gazetenin girdiği tarihtir. Yazı dili ile konuşma dilinin farklı olduğunu ve halkın büyük çoğunluğunun okuma-yazma bilmediğini söyleyen Lewis, bunun Şinasi ve Namık Kemal gibi gazeteci-aydınların bağlı bulundukları “bilgilenmiş halk idealine” ulaşmak için bir engel teşkil ettiğine dikkat çekiyor. Bu doğrultuda paylaştığı pasajlar dilde sadeleşmenin aydınlanma düşüncesi ile ilişkisini göstermesi açısından önemli. Şinasi ilk başyazısında gazetesinin amacını şu cümlelerle ilan ediyor: “Ta’rife hacet olmadığı üzre kelâm, ifade-i meram etmeğe mahsus bir mevhibe-i kudret olduğu misillü, en güzel icad-ı aklıi insanî olan kitabet dahi kalemle tasvir-i kelâm eylemek fenninden ibarettir; bu itibar-ı hakikata mebni, giderek umum halkın kolaylıkla anlayabileceği mertebede işbu gazeteyi kaleme almak mültezem olduğu dahi, makam münasebetiyle şimdiden ihtar olunur.” (sf. 18) Benzer düşünceleri Namık Kemal “Osmanlı Lisanında Edebiyat Üzerine Gözlemler” makalesinde paylaşıyor.
Kitabın 2. bölümü olan “Osmanlı Türkçesi” başlıklı yazının büyük kısmını Osmanlı son dönemi dil tartışmaları oluşturuyor. Bu tartışmaların merkezinde lisanda sadeleşme konusu var. Bu bölümde aktarılan bir pasajda Ahmet Mithat, Türkistan’dan bir Türk, Necid’den bir Arap, Şiraz’dan bir Acem getirsek, bunların Osmanlıca Türkçesini anlayamayacağını iddia ederek “kendimize mahsus bir lisanımızın” olmayışından şikâyet ediyor ve halkın kullandığı lisanı millet lisanı yapmayı öneriyor. Yani dilden Arapça ve Farsça kelimelerin atılmasını söylüyor. Halit Ziya bu fikre şöyle itiraz ediyor: “… Maksud zaten bizde Türkçe olarak müteradifleri mevcud olan kelimeleri atmaksa, mesela lisanda güneş var diye ufk-ı edebimizden ‘şems ü hurşid’i silmek, yıldız var diye ‘nücum ve ahter’i söndürmek göz var diye çeşm ü dide’yi, ‘ayn ü basar’ı kapamak, yol var diye ‘rah u tarik’i seddetmek su var diye ‘ab u ma’yı kurutmak kabilinden ameliyatı tahribe karar vermekse, buna bir israf-ı bîhude nazarı ile bakmak tabiîdir. Bu mütalâaya serdedilen itiraz: Lisanı sadeleştirmek, onu seviye-i irfanı halka indirmek içün bu fedakarlığa lüzum var sözünden ibarettir. Fakat lisan seviye-i irfan-ı halka inmez, seviye-i irfanı halk, lisana yükseltilmeğe çalışılır.” (sf. 25-26)
Mehmet Akif’in kitapta zikredilen tavrı daha mutedil görünüyor. Akif dilde sadeleştirmeye karşıdır fakat mesela gazetede çıkan bir haber metninin anlaşılır bir şekilde yazılması gerektiğini savunur. Bu şekilde belki “seviye-i irfanı halk” yükselir, lisanın mahiyeti tahrip olmaz.
Yeni Lisan: Milli Lisan
Bahsettiğimiz dil tartışmaları “yeni lisan”cıların zaferiyle sonuçlanıyor. Ortaya çıkan yeni devlet kendini Ziya Gökalp’e dayandırıyor. Bu, Atatürk’ün uyguladığı politikaları Ziya Gökalp’in önerdiği anlamına gelmez. Gökalp, zihni sosyolojik işlediği için değişimin keyfiyetini kavrayarak daha orta yolcu bir yöntem öneriyor. Atatürk’ün uyguladığı muhrip yöntemlerden daha yumuşak bir geçiş için Arapça-Farsça kelimelerin Türkçede karşılığı olmayanlarını muhafaza etmek amacıyla ‘Türkçeleşmiş Türkçe’ olarak ifade ediyor. Buna rağmen Türk Dil Reformunun Namık Kemallerden sonraki alt yapısını Ziya Gökalp oluşturmuştur diyebiliriz.
Cumhuriyet’in daha önceden “önerilmiş” olan “aydınlanmış halk idealine” bir an önce ulaşabilmesi için Gökalp’in 1923 yılında yazdığı “Türkçülüğün Esasları” kitabı ve özellikle “Lisanî Türkçülük” bahsi uygun zemin hazırlıyor. Gökalp’in bu bölümde konuşma dili ve yazı dili üzerine sarf ettiği şu cümleler büyük bir paradigma değişimine sebep oluyor: “…İstanbul'da iki Türkçe var: Biri konuşulup da yazılmayan İstanbul lehçesi, diğeri yazılıp da konuşulmayan Osmanlı lisanıdır. Acaba, millî lisanımız bunlardan hangisi olacaktır? Bu suale cevap vermeden, lisanımızı, başka lisanlarla mukayese edelim: Başka lisanlar, milletlerinin payitahtlarına ait lisanlardır. Fakat başka payitahtların hepsinde, konuşulan dille yazılan dil aynı şeydir. Demek ki, konuşma diliyle yazı dilinin birbirinden başka olması, sırf İstanbul'a mahsus bir haldir. … İstanbul'da gördüğümüz bu ikilik lisani bir hastalıktır. … Lisandaki ikiliği ortadan kaldırmak için, şu iki şeyden birini yapmak lâzım: Ya, yazı dilini aynı zamanda konuşma dili haline getirmek yahut konuşma dilini aynı zamanda yazı dili haline koymak. Bu iki şıktan birincisi mümkün değildir; çünkü İstanbul'da yazılan lisan, tabiî bir dil değil, Esperanto gibi sun’î bir dildir. Arapça, Acemce ve Türkçenin kamuslarını, sarflarını, nahivlerini birleştirmekle husule gelen bu Osmanlı Esperantosu nasıl konuşma dili olabilsin? … Yalnız bir şık kalıyor: Konuşma dilini yazarak yazı dili haline getirmek!”
Ziya Gökalp diğer ülkelerde yazı dili ile konuşma dilinin aynı olduğu bilgisini ve Osmanlı Türkçesinin Esperanto bir dil olduğu yargısını bize genel kabulmüş gibi sunuyor. Hâlbuki Osmanlı Türkçesi idari ve edebi bir dil olması hasebiyle bu alanlardaki şahsiyetlerce kullanılıyor ve anlaşılıyordu. Halk Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerin serpiştirildiği daha basit bir Türkçe konuşuyordu. Gölge tiyatrosunda Karagöz basit Türkçe konuşurken Hacivat’ın Osmanlı Türkçesi ile konuşması bunun bir örneği. Avam ile havasın dilinin farklı karaktere sahip olması, yazı dili ile konuşma dilinin farklı olması havasın ilminin kalitesinin bir gereğidir. Ziya Gökalp tüm bunların farkında olsa dahi aksini söylemesi gerekliydi çünkü kurulan ulus-devlete bir millî lisan icat edilmesi gerekiyordu.
Türk Dil Reformu: Biçimsiz Bir Medeniyet Değişimi
Atatürk’ün sahneye çıkması ile birlikte bu tartışmalar ikinci planda kalmaktadır. Lisan da diğer pek çok mesele gibi Atatürk’ün radikal müdahalelerinden payını almıştır. Cumhuriyet döneminde reformların sıralaması dikkate şayandır. Geoffrey Lewis, dil reformunun “harf devrimi”nden bağımsız düşünülemeyeceğini belirtiyor. Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde benzer girişimleri hatırlatan Lewis, “Yeni Alfabe” adını verdiği bölümde alfabe değişikliğinin amacının “Türkiye’nin İslami Doğu ile bağlarını koparmak, içteki ve Batı ile iletişimini kolaylaştırmak” olduğunu söylüyor. Halkın Arap alfabesini "İslam harfleri" olarak isimlendirdiğini düşünürsek İslam ile ilgili ne kadar önemli bir göstergenin ortadan kaldırıldığını daha iyi idrak edebiliriz. Hangi alfabenin Türkçeye daha uygun olduğu tartışmaları ile ilgili cepheleşmede kimin hangi safta olduğunu anlamak için Londra’da çıkan The Times gazetesinden Lewis'in aktardığı şu cümleyi paylaşmak yararlı olacaktır: “Başka hiçbir alfabe melodik Türkçe konuşma tarzına bu kadar çok uyamaz.”
Kütüphanesindeki etimoloji kitaplarından ve rakı sofralarındaki dil sohbetlerinden yola çıkarak Lewis, Atatürk’ün amatör bir etimolog olduğunu söylüyor. Atatürk’ün bu ilgisi doğrultusunda 1932’de Dil Kurultayı toplanır ve bu kurultaydan sonra kelime üretme ve söz derleme seferberliği başlar. Devrimin ideoloğu olarak bilinen Ziya Gökalp’in dil değişimi konusundaki orta yolcu metodu pek dikkate alınmaz. Süreç öyle altından kalkılamaz bir hal alır ki, “lügatlerde Arapça-Farsça … gibi Türkçeden başka sanılan dillere mensup diye gösterilmiş olan fakat … araştırmaların sonucunda gerek kökünün Türkçe olduğunun anlaşılması gerek yaygınlığı ve dilin ihtiyacı olması bakımından Türk kökünden geldiği tespit edilen kelimeler” bulunduğu iddiası ile rahatlanmaya çalışılır.
Kitapta bolca örneklerinin verildiği kelime kökü uydurmaları “Türk Kökleri Arap Dilini Nasıl Doğurmuş?” gibi başlıklara sahip makalelerin yazılmasına kadar vardırılıyor. Öyle ki, Atatürk‘ün şu itirafı yapmak zorunda kaldığını bizzat Falih Rıfkı Atay aktarıyor: “Türkçenin hiçbir yabancı kelimeye muhtaç olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Bir çıkmaza girmişizdir.” Lewis’e göre Atatürk, dili bu çıkmazdan Kvergiç’e ait Güneş-Dil Teorisi ile çıkarmaya çalışıyor. Özetle tüm dillerin Türkçeden türediği tezi üzerine kurulu bu teori, Türkçenin itibarını zedelemeden yabancı kelimelerin kullanılmasının meşrulaşmasını sağlıyordu. Kitabın bu konuyla ilgili bölümünde dilde arılaştırma hatasının bu şekilde telafi edilmeye çalışıldığı görüşü işleniyor. Lewis, Atatürk’ün kelime üretiminin yalnızca “teknik terimlerle sınırlı” kalması fikrine vardığını fakat TDK’nın bunu idrak edemediğini iddia ediyor. Kitabın diğer bölümlerini süreçle ilgili örnekler, teknik incelemeler, Türkçenin bugünkü durumu ve reformun muhasebesi oluşturuyor.
Türkçenin bugünkü durumu reformun ciddi bir muhasebesini zorunlu kılıyor. Diyebiliriz ki, Türkçe uzun bir süredir ilmî-felsefi-teknik alanlarla birlikte gündelik hayatta dahi yetersiz kalıyor. Bilgilenmiş halk idealine ulaşmak isteyen gazeteci-aydınların başlattığı süreç konuşamayan bir halkın oluşmasına sebep oldu. İstanbul hanımefendilerinin dilinin yazıda kullanılması önerisi ile yazı dili ve konuşma dilini birleştirmeyi arzulayan Ziya Gökalp’in yönlendirdiği süreç kalitesiz bir Türkçeyi ortaya çıkardı. Atatürk’ün Türkçenin hiçbir yabancı kelimeye muhtaç olmayacak kadar zengin olduğunu kanıtlamak için kurduğu TDK dili biçimsizleştirdi.
1929'a kadar okul müfredatlarında Arapça ve Farsça bulunmaktaydı. Nurullah Ataç, Öz-Türkçecilik yapmaya başlamadan evvel müfredata Latince ve Yunanca eklenmesini savunuyordu. Çünkü yapılmak istenenin bir medeniyet değişimi olduğunun farkındaydı. Dolayısıyla reformla hesaplaşmak isteyenler de meselenin bir müfredat meselesi olduğunun farkına varmalıdır. "Çağdaş uygarlık" terkibi yerine "muasır medeniyet" terkibi kullanılarak asla dönülemez. İşe dilin mahiyetini anlamaya çalışarak başlanabilir.
- Başörtüsü Yönetmelik Esaretine Teslim Olur mu?
- Barış Umudu Kardeşlik Temelinde Yükselir!
- Kardeşlik ve Helalleşme Süreci
- Özür, Siyonist Çete İle İşbirliğinin Mazereti Olmasın!
- Suriye Halkının Çığlığı 15 Mart’ta Türkiye Meydanlarında Yankılandı!
- Bir Buti Büyüktür Yetmiş Bin Can’dan!
- Halep Kentindeki Yeni İslami Adalet Komiteleri
- Müslüman Kardeşlerin Suriye’deki Etkinliği
- Suriyeli İsyancıların Kazanmasına İzin Vermeyin!
- İslami Hareketlerin Bireyler ve Yapılar Bazında En Temel Meseleleri
- Fıtratullah ve Sünnetullah Üzerine
- Bir Trajik Başarı: Türk Dil Reformu
- Özgür-Der’in Suriye Gecesinde Yükselen Nida: Direnen Suriye Halkıyla İftihar Ediyoruz!
- 28 Şubat’ı Bir Çocuk Gözünden Okumak
- Kavgamız
- Bir Direniş Çıngısı, Bir Muştu Bırakarak Gitmek
- Eminim Bunları Biliyorsun