Bir Toplum Mühendisliği Projesi Olarak Küreselleş(tir)menin Tarihi Seyri
Batı'da Küreselleşme Tartışmaları
Batı'da, 80'lerden günümüze yerküredeki gelişmeler üç kesim tarafından farklı çıkarımlarla tartışılmakta. Bu tartışmalar batı merkezli olmakla birlikte sürecin hangi düzlemde tartışıldığını sunması açısından önemli. Bunlardan ilki "aşırı küreselleşmeciler". Kendi aralarında neo-Marksistler ve neo-liberaller olmak üzere ikiye ayrılıyorlar. Her ikisine göre de piyasalar artık ulus devletlerden daha güçlü; neo-liberaller bu durumu memnuniyetle karşılarken, neo-Marksistler ise bunu küresel egemenlerin çıkarına bir gelişme olarak görüyorlar. Bütünleşmiş küresel bir ekonomiye doğru gidiş konusunda her iki kesim de ortak düşünüyor ve en temelde "artık hiçbir şey eskisi gibi değil" tespitinde bulunuyorlar. Yeni olan küresel bir çağın başlamış olması ve bu çağın hakim özellikleri küresel kapitalizm, küresel sivil toplum ve teknoloji. Eski hiyerarşilerin aşınması ve insan eylemlerinin çerçevesinin yeniden düzenlenmesiyle birlikte tarih küresel bir uygarlığa doğru evrilmekte.
Bunların karşısında hiçbir şeyin değişmediğine inanan "kuşkucular" yer almakta. Onlara göre "yaşadığımız dönemde hiçbir şey yeni değil". Kuşkucular, küreselleşmenin geçmişine bakarak, 19. yüzyılda da önemli derecede para ve mal hareketinin oluşmuş olduğunu söylüyorlar. Günümüzde hala devam eden katı sınır kontrollerine karşılık, 19. yüzyılda insanların pasaport bile kullanmadıklarını, dolayısıyla ekonomide duvarların yıkılması nosyonunun yüzyıl öncesine geri dönüşten başka bir şey olmadığını iddia ediyorlar. Dolayısıyla herkesin bu terimle bu kadar ilgilenmesini "zamanın ideolojisi" haline gelmesine bağlıyorlar. Bunlardan bazıları küreselleşmeyi, kapitalizmin savaşçı olmayan yeni işleyiş mantığı ya da jeo-ekonomik emperyalizm olarak değerlendirirken, Chomsky gibiler de kâr peşinde koşan mega-işletmelerin, totaliter kurumların tiranlığı olarak nitelemişlerdir. Yine bunlara göre küreselleşme beklenmeyen bir gelişme değildir ama aşırı küreselleşmeciler tarafından bir efsane haline getirilmiştir. Dünya ekonomisi geçmişte olduğundan daha az bütünleşmiştir; bunun yanında ulusal hükümetler uluslararasılaşmanın edilgen mağdurları değildirler. Kuşkucular, glokalizasyon olarak nitelenen bölgeselleşmeyi (bölgesel entegrasyonlar), küreselleşmenin bir ara istasyonu değil, tam aksine alternatifi olarak görmektedirler. Dünya küresel bir uygarlığa doğru değil, yeni anlayışlar çerçevesinde bölünmeye doğru gitmektedir. Yani küreselleşme bütünleşmeyi değil, yeni çatışmaları beraberinde getirecektir. Dünya ekonomisindeki eşitsizliklere de dikkat çekerek, neo-liberallerin küresel uygarlık iddialarının aksine ırkçılığın ve din merkezli muhalif hareketlerin güçleneceğine inanıyorlar. Neticede küreselleşme sürecinin ekonomik ya da teknolojik gelişmelerin sonucunda ortaya çıkan bir olgu olmaktan ziyade, bir ideolojik tutum olduğunu iddia ediyorlar.
Tartışmaların diğer ucunda "dönüşümcüler" bulunmakta. Anthony Giddens'ın da dahil olduğu bu grup; küreselleşmeyi, modern toplumları ve dünya düzenini yeniden şekillendiren hızlı sosyal, siyasal ve ekonomik değişimlerin arkasındaki ana siyasal güç olarak görmektedir. Bunlara göre uluslararası, ulusal ayrımları iç içe geçmiş ve ekonomik anlamda otuz kırk yıl öncesinden bile farklı bir dönemi yaşamaktayız. Pazar iyiden iyiye küreselleşmiş ve hepsinden önemlisi ekonomi giderek daha fazla hizmet sektörüne bağlı hale gelmiştir (bilgi, eğlence, iletişim, daha da önemlisi elektronik ve finans ekonomisi içeren hizmetler). İletişim devrimi sayesinde eski alışkanlıklar unutulmaya, kültürler etkileşime girmeye başladı. Ulusal hükümetlerin otoritelerini ve güçlerini yeniden yapılandırdıklarını kabul etmekle birlikte, hem aşırı küreselleşmecilerin "egemen ulus devletin sonunun geldiği" iddialarını, hem de kuşkucuların "hiçbir şey değişmedi" tezini reddetmekteler. Onlara göre aydınlanma ve modernitenin bir türevi olan küreselleşme sürecinde ulusal hükümetlerin gücü yeniden yapılandırılıyor.
Batı'daki tartışmaların nirengi noktası fikir beyan edenlerin ideolojik tutumlarının belirleyiciliğidir. Batılı bir yazarın "İleride entelektüel bölünmeler sağ ya da sol değil, küreselleşmeden yana olanlarla ulus devleti savunanlar arasında olacaktır." tarzındaki öngörüsü de bu tespiti bir ölçüde doğrular niteliktedir. Öngörüler, tahminler ve özlemleri içeren ayrıntılar bir yana, neo-liberaller dışında hemen tüm kesimler, doğal gelişmelerin yanında aslında yönlendirilen ve kontrol edilen bir küreselleştirme ideolojisi ile karşı karşıya olunduğuna vurgu yapmaktalar. Ayrıca şunu da hemen bir dipnot olarak belirtmekte fayda var ki; o da kapitalizmin son yirmi beş yıldır içine girdiği bunalımları aşma yolunda neo-liberal politikalara dönüş yapması ve bunun beraberinde yaşanan iç krizler, küreselleşme karşıtlığı adı altında ilk olarak kendi içinden itirazlarla karşılaşmıştır. Yani sendikalar ve sivil toplum örgütlerinin protestoları ekonomik anlamdaki iç sorunları tartışmaya açma amaçlı olmuştu. Küreselleşmenin getirdiği, mesela bir kot firmasının üretimini artık ABD'de değil de ucuz iş gücü cenneti olarak gördüğü Meksika'da yapmak istemesi ve bunun getirdiği işten çıkarmalar, düşürülen ücretler vb. sorunlar, ilk olarak batılı devletlerin bir iç sorunu olarak yansımıştır. Protestoların küreselleşmesi ve bütün dünyanın sorunlarını kapsar hale gelmesi için, süreçten üçüncü dünyanın çok fazla zarar görmesi (biriken borçlar, içleri boşaltılan bankalar/hazineler, spekülatif sıcak para hareketleri, 1997 ve 98 krizleri vs.) gerekmiştir. Küresel bağlamda ne yapılabilir tarzındaki çözüm arayışları ise halen tartışılmaya devam etmektedir.
Küreselleştirmenin Başat Özellikleri ve Kültürel Arka Plan
Kavramsal köken itibariyle "globalizasyon" kelimesinin kullanımı 1960'lı yıllara kadar uzanır. 80'lerde sıklıkla kullanılan kavram, 90'larda hiçbir gelişmenin kendisi olmadan açıklanamadığı, karşı koymanın tarihin dışında kalmakla eşdeğer görüldüğü tabusal bir niteleme halini almıştır. Bunun nedenlerine ileride değinmeye çalışacağız.
Küreselleşme olgusu birbirinden ayrılması güç süreçleri içermekte. Ekonomik, siyasi ve kültürel olarak adlandırabileceğimiz bu süreçlere bilimsel ve teknolojik gelişmelerin getirdiği karşı konulmaz süreci de eklemek gerek. Bunun nedeni küreselleşmenin doğal ve gayr-ı doğal tutumlarını birbirinden ayrıştırmak. Yani aslında iki olguyla yüzyüzeyiz ki biri insan ilişkilerinin gelişen haberleşme ve ulaşım teknolojileriyle birlikte yakınlaşma ve daralması; diğeri ise küresel kapitalizmin krizlerine çıkış yolu bulma amaçlı ortaya koyduğu ve temelinde piyasa fundamentalizminin yattığı "küreselleştirme" süreci.
Batı merkezli kurumlar açısından çıkarları gereği böyle bir ayrıştırma söz konusu değil. Tüm süreçler doğal ve olması gerektiği şekilde işlemekte. Oluşan irili ufaklı krizler, sürece dahil olmakta zorluk çekenlerin ürettiği hatalardan kaynaklanan doğum sancılarından ibaret. Dolayısıyla Batı'nın son iki yüz yıllık tarihi gelişim süreciyle direkt bağlantılı ve Batı merkezli bir olgu olarak aslında küreselleşmeden değil, küreselleştirmeden bahsetmemiz gerekecek ve soru şu şekilde sorulacak: Küreselleştirme nedir?
Kapitalizmin amacı iki yüz yıl önce ne ise bugün de odur. Amaç doğrudan doğruya insan ihtiyaçlarını ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan karşılamak değil, bizatihi bunları dayatmak ve üretimi sadece pazar için yapmaktır. Yani üretimin her türlüsü ihtiyaçlardan büyük oranda bağımsızdır. Üretimin bizatihi kendisi başlıbaşına bir amaçtır. Bu da her şeyin "metalaştırılma"sı vakasını dayatmaktadır. Sadece üretilen mal ve hizmetler değil, doğa, insan emeği, aile içi ilişkiler, bilimsel ve estetik faaliyetler, eğlence, sanat vb. insan yaşamının tüm veçheleri bu metalaştırma ameliyesine dahil edilmektedir. Bir başka ifadeyle insan yaşamının tüm veçheleri sömürgeleştirilmektedir.
Sorumuza dönersek, özlü bir tanım yapılması gerekirse küreselleştirme bir nevi modernliğin ölçek büyütmesi olarak nitelenebilir. Özünde ticari ve finansal sermaye, mal ve hizmetlerin hiçbir engelle karşılaşmadan serbestleştirilmesi yatmaktadır. Elbette bu, arka planında taşıdığı seküler değerler ve bu değerlerin içselleştirilmesi talebiyle birlikte gerçekleştirilmek istenmektedir. Her ülke, her bölge ve beşeri alan, global piyasaya ve onun ihtiyacı olan değerlere dahil edilmelidir.
Küreselleştirme ideolojik bir olgudur. Bunun en temel göstergesi ise sadece neo-liberal öğretinin "dogmalar" tarzında "nass"laştırılması değil, aynı zamanda bu nassların handikaplarından kendilerini beri tutup, batı dışı toplumlara, ticaret havzalarına ve üçüncü dünyanın ulus devlet aygıtlarına karşı fütursuzca önerilmesi/dayatılmasıdır. Bu dayatmada başat rol, II. Dünya Savaşından itibaren IMF ve Dünya Bankası (DB)'nın idi. Buna son on yıl içerisinde Dünya Ticaret Örgütü de eklendi.
Küreselleştirmenin temelinde akılcılık, bireycilik, özgürlükçülük ve hümanizmin yattığı iddia edilen bir "köleleşme kabiliyetine dayalı özgürlükçülük", yani ideolojik-kültürel yapay bir arka plan vurgusu vardır. Bize sunulan, bu sürecin herkesin yararına, herkesin faydasına ve refahına uygun olduğudur. Karşı çıkanlarsa nehrin akıntısına kürek çekmektedirler. Arzu edilen kelimenin tam anlamıyla kültürel homojenleşmedir (tüketim kültürü). Eski Roma'da bir söz vardır "Gutendie tabutendi"; yani "sahip olmakla tüketmek, yok etmek eş anlamlı"dır. Buna limitsiz tamahkarlık da diyebiliriz. Bir nevi "Tüketiyorum öyleyse varım." tarzı bir idealleştirme söz konusudur. İsraf haram değil, bilakis ideal olandır. İngilizcede bunun karşılığı "Anything goes" yani "her şey mubah"tır.
Bu noktada aynı zamanda izafiyetçiliğin de homojenleştirilmesi söz konusudur. İlkeleriniz, değerleriniz, vizyonunuz ve fıkhınız olmamalı, yani fail değil edilgen olmalısınız. Size sunulanı alır ve tüketirsiniz (velev ki bu tüketimden önce ara üretimler gerçekleştirmiş olun, fark etmez).
Ne kadarı imaj, ne kadarı gerçekliktir bilinmez. Daha doğrusu imajlar dünyasının gerçeklik gibi sunulduğu yıkıcı bir dönüşüm süreci yaşanır. İç içe geçmiş bir yönlendirme süreciyle karşı karşıya bırakılırız.
Küreselleştirme aynı zamanda "antroposantrik" (insan merkezli)tir. Yani Protagoras'tan Heidegger'e kadar değişmeden gelen "insanın hayatın temel ölçü ve merkezi haline getirilmesi" olgusu söz konusudur. "Hangi insan?" sorusu önemsizdir. "Aynı insan", "tek tip insan"dır söz konusu olan. Batı'nın insan, doğa ve mekan algısıdır belirleyici olan. Ben merkezci, ırk merkezci bir "eurocentrism" (Avrupa merkezcilik)dir bu. Yani Batılı popüler kültürün uygarlaşmış tarzının yaygınlaştırılmasıdır. Önceleri mekana hakimiyet söz konusu iken, şimdi zamana da hakimiyet esastır, belirleyicidir. Bu bir nevi, modernizasyon süreçlerinin zirve noktasıdır ki, direnci olan her şeyi, her düşünceyi, her oluşumu, her örgütlü gücü yıkıma (dönüşüme) uğratmak ister.
Bu süreci nötralize bir şekilde görmek isteyenler, Mc Donalds'laştırma sürecine imrenerek, Sultan Ahmet köftecisi zincirleri ya da futbol üzerinden milli kültürün küreselleşmeye katkı sağlayacağını, "biz" dedikleri olgunun da böylelikle küreselleşmeden geri kalmayacağını savunurlarken, küreselleştirmenin hangi yönüne düştüklerini fark etmezler. "Milli kültür"ün ne anlama geldiği ya da küresel kültür karşısında bu duruşun gerçekçi olup olmadığını sorgulamakta zorlanırlar. Zira kendileri adına üretilmiş olanı tükettiklerinin ve aslında demokrasi, insan hakları, barış, diyalog, uzlaşma gibi kavramlara seküler değerler yükleyip, küreselleştirenlerin pek sevdikleri mevcut kavramlar üzerinden seküler bir duruşun müdavimliğini yaptıklarını görmezler. Nitekim, aslında küresel projeye ilk hazırlık ulus devletler, milliyetçi ideolojiler, sosyalist kalkınma programları üzerinden yapılmıştır ve paradoksal olarak bugün bunların küreselleşme karşıtlıklarından ya da küreselleşmenin bizatihi bu eski kurgularının yüklerinden kurtulmak istediğine vurgu yapılır. Bu tespitte doğruluk payları olmakla birlikte, bunların küreselleşme karşıtlıkları hakikate değil, verili durumun sadece bir yüzüne tekabül eder. Pek çok yanılgı ve yanılsama içerir. Ki en başta bunların da aynı zamanda modern kurgular olduğu unutuluverir. Onlar da bunu ister aslında. İstemedikleri şey, alternatif kavramlarla bir zihinsel, sosyal, siyasal, ekonomik inşa ve direncinin ortaya konmasıdır. İslam'a olan düşmanlıklarının küreselleşmesi de bundandır. Ancak bu yeni bir olgu olarak görülmemelidir. İnat eden ve daha önceki modern üretimlerin yetersizliğini günyüzüne çıkaran gelişmeler karşısında yeni bir tavır alıştır. Bugünün farkı belki krizlerin aşılması ve iplerin yeniden elde tutulmasını içeren ve her zamankinden daha geniş kapsamlı bir yaptırımlar sürecini içermesidir.
Sonuç olarak şunu ifade etmek gerekir ki kapitalizmin yegane niteliği olan "sermaye" ve "sermayenin birikimi" olgusu beş asır önce olduğu gibi bugün de devam etmektedir. Kapitalizmin olduğu yerde emperyalizm de vardır ve sorun sadece saldırının derinleşmesi ve ilişkilerin yoğunlaşmasıyla ilgilidir. Özü aynı kalmak kaydıyla kavram, yöntem ve araçların değişimidir asıl olan. Bu bağlamda dün "modernleşme" ne ise, daha önceki gün "çağdaşlaşma" ya da "muasırlaşma" ne ise bugün "küreselleşme" de odur. Değişmeden kalan şey merkeze gücünü kaybetmediğini ve kendisini sürekli yenileyebildiğini vaat eden, çevreye de ilişkilerin ve sürecin normalleştirilmesi ve evrenselleştirilmesi sürecini dayatan kavram ve kurumlardır. Batı merkezli kapitalist süreç dün Yeni Dünya Düzeni adı altında "sosyal devlet" ve "kalkınma iktisadı"nı dayatıyordu; bugün "liberalleşme", "devletin küçülmesi", "serbest piyasa" vb. modelleri dayatıyor. Bu kavramların hepsi Batıya her kriz döneminde yeni bir özgüven şemsiyesi sağlayan, sömürünün derinleştiğini ve değiştiğini örtmeye çalışan, kendisine nötr anlamlar yükleyen psikolojik savaş aygıtları olmuşlar, olmaya da devam etmektedirler. Bugünün dünden farkı dikey ve yatay ilişkilerin yoğunlaşması, yaygınlaşması ve derinleşmesidir. Dün orduların yapamadığı tahribatı, bugün sermayenin ve sermayeyi koruyan kanunların kat be kat fazlasıyla yapmasıdır. Üstelik bugün uluslararası kuruluşların logaritmik tarzda artmış olmasına rağmen -ki pek çok kesim bunu düne nazaran olumlu görmektedir- milyarlarca insan tam bir güvensizlik, hukuksuzluk, adaletsizlik girdabına sokulmuştur. Bu nasıl "herkes için iyi" olan bir süreçtir ki, dünyanın yarıdan fazlası korku imparatorluğunun kabuslarıyla yatıp kalkmaktadır.
Tarihi Seyir ve Ekonomi-Politik Görüngüler
1910'lardan itibaren İkinci Savaş'ın sonlarına kadar devam eden ekonomik-yapısal bunalım süreci Batı'da yeni tartışmaları gündeme getirmiştir. Ekonominin (piyasanın) kendi kendini düzenleyeceğini ileri süren liberal görüşler (neo-klasik teori) küresel düzenin istikrarını yeniden sağlama adına başta Keynes olmak üzere pek çok iktisatçı tarafından eleştirilmiş, yerini devletin üretim sürecine müdahalesini öngören tezlere bırakmıştır. Günümüzde tam tersi bir istikametle savunulan piyasa fundamentalizminin, dönemin krizlerine yol açtığı düşünülmüş ve bu tezler 70'li yılların ortalarına kadar geçerliliğini korumuştur.
Dönemin en önemli özelliklerinin başında kapitalizmin mantığına aykırı ve bölüşüm sürecine müdahale eden zoraki bir mutabakatın devlet, burjuvazi ve çalışan kesim arasında yapılması gelmektedir. Kapitalistlerin bir nevi metazori kabilinde yüksek kârlarından bir süreliğine vazgeçmeleri karşılığında sistemin krizlerini aşacağı düşünülmüş, kamu harcamalarının genişletilmesi, istihdamın sağlanması ve toplumsal refahın artırılması söz konusu olmuştu. Ancak bu kez de sisteme ciddi maliyetler yüklenmiş; bu maliyetlerin kaynağı da üçüncü dünya ülkelerinden sağlanmıştır. Yani kriz tıpkı 19. yüzyılda olduğu gibi çevreye taşınarak aşılmaya çalışılmıştır.
Dönemin en bariz ikinci özelliği ise, merkez ülkeler için üretilen "refah devleti"ne karşılık çevre ülkelerine uyarlanmış versiyonu olan "Kalkınma İktisadı" (ithal ikameci sanayileşme modeli) uygulamalarıdır. Kalkınma iktisadı uygulamalarındaki yegane amaç, modern ulusal ekonomileri oluşturmaktır. Sanayileşmeye vurgu yapan bu model, bireyi mutlak anlamda devlete bağımlı kılan ve toplumu yukarıdan aşağı örgütleme ve biçimlendirmeyi öngören bir modernleştirme projesini içermektedir.
Buna göre çevre ülkeler, daha doğrusu eski sömürgelerin geri kalmışlığı bu ülkelerin içsel ve toplumsal unsurlarına göndermeler yapılarak açıklanmış ve çözüm de bu tespit çerçevesinde aranmıştır. Bilinç ve toplum yapısının halen geleneksel ilişkiler içerisinde akıp gidiyor oluşu bu ülkelerin kalkınmalarının ve iktisadi, siyasi ve kültürel modernleşmelerinin önündeki yegane engel olarak görülmüştür. Dolayısıyla bu modelin merkezinde kalkınmacı "otoriter bir devlet" ve "yerli sanayi burjuvazisi" bulunacaktır. Bu noktada üçüncü dünyanın küresel ekonomiye entegrasyonu süreci, ulusal gelirin müteşebbis sınıfa aktarılmasını sağlayacak merkeziyetçi, otoriter, modernleştirici, rasyonel devlet yapılarının varlığını gerekli kılacaktır. Bu husus, 1950'li yıllarda toplum mühendisi iktisatçıların (Rostow, Gerschenkron, Leibenstein vb.) üzerinde anlaştıkları konulardan biridir. Hatta içlerinde, demokrasiden vazgeçilerek, yerine geçici bir diktatörlüğün kurulmasının, kalkınma süreçlerinin ilk aşamalarında faydalı olabileceğini öne sürenler dahi olmuştur. Üçüncü dünyanın kendine özgün şartları bu neo-emperyal süreçte -tıpkı bugün olduğu gibi- kasıtlı olarak gözardı edilmiş, vakit kaybetmeden küresel entegrasyon sürecine dahil edilmesi düşünülen üçüncü dünyanın ulusalcı iktidarları tarafından modernleştirme uygulamaları gereği siyasi formülasyonlara dönüştürülerek içselleştirilmiştir.
Dolayısıyla çevrede devletin meşruiyeti ile kalkınmacı politikalar arasında sıkı bir ilişki oluşturulmuştur. Yani seküler güçlerle donatılmış ve kutsallaştırılmış devlet, toplumun kendini tanımlayabilmesinin yegane referansı haline gelmiş, kültürel modernleştirme rolü de kalkınmacı söyleme havale edilmiştir.
Bu bağlamda başta din olmak üzere tüm referanslar silinmeye çalışılmıştır. Dinin toplumsal oluşum üzerindeki belirleyici gücü ortadan kaldırılmadıkça, ulus devletin mutlak egemenliğini ilan etmesinin kolay olmayacağı düşünülmüştür. Kalkınmacı söylem ile ulusalcı söylem iktidarın maddi ve simgesel temelini oluşturmuştur.
Sonuç itibariyle bugün yaşadığımız ve propaganda bombardımanına maruz bırakıldığımız piyasa fundamentalizmi (neo-liberalizm) sürecinin tam tersi bir ideolojik süreç işletilmiş, liberalizm karşıtı bir söylem geliştirilmiş ve bu söylem ulus inşa etme sürecinin ekonomi politiği haline getirilmiştir. Bu söylemin temel özelliği, devletin mutlak üstünlüğüne meydan okuyan bir örgütlenme biçimi (piyasa ekonomisi) önerdiğini ve toplumu sınıflara bölerek çatışmayı körüklediğini gerekçe göstererek liberalizmi lanetlemiş olmasıdır.
1930'lu yılların faşizan yönelimleri de aynı liberalizm karşıtlığının sonucu olarak, piyasa fundamentalizmine duyulan güvenin sarsılmasına ve ulusal bütünlüğün yeniden sağlanabileceği düşüncesiyle oluşmuştur. Sanayileşme olgusu da burjuvaziyi beslemeye ve milliyetçi elitlerin iktidarını sağlamlaştırmaya yönelik bir doğal formül olarak ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda mesela Türkiye pratiğine göz attığımızda, ulusal çıkarlar gereği savunulan iktisat politikalarının aslında batıda pişirilen yemeğin kendi mutfağımıza taşınmaktan başka bir gerçekliği olmadığı görülür. Siyasal partilerin ve bürokratik oligarşinin milliyetçi ideoloji ile eş değer bir tarzda savundukları politikalar ilginçtir ki birtakım muhalif unsurlar tarafından da sözde "ulusalcılık gereği kapitalizm karşıtı kalkınmanın mümkünlüğü" tezleri adına savunulabilmiştir (örnek: Kadro Hareketi). Oysa uygulanan korumacı politikalar bile, merkezin onayı alınmadan oluşmamış, her biri modernleştirme ve küresel sisteme daha fazla bağımlılık değirmenine su taşıma amaçlı olmuştur. Kısacası küresel sistemin çıkarları ulus devletlerin muhkemleştirilmesi, yeni ulusalcı elitlerin ikamesi ve halkların kültürel modernleştirilmesi süreçlerini gerektirmiştir.
Sonuç itibariyle II. Dünya Savaşından itibaren süregelen politikalar sisteme ciddi yükler getirmiş 1974 petrol krizi gibi ara dönemeçler de buna tuz biber ekmiştir. Merkezde "refah devleti" uygulamaları eleştirilmeye başlanmış, çevrede ise ulusal kalkınmacılık sürdürülemez hale gelmiştir. İşte merkezde Reagan-Thatcher etiketli liberal ortodoks müdahaleler süreci çevreye de meşhur dayatmaları içeren "Yapısal Uyum Programları" olarak yansımıştır. Bunun Türkçesi 24 Ocak 1980 kararları ve takip eden süreçteki Özalist dönemdir.
Küresel sistemin yaşadığı krizler ve merkezin yeni çıkarları gereği "Kalkınma İktisadı" eleştirilmeye başlanmış, sömürüyü derinleştirdiği gibi çevre ülkeleri büyük borç sarmallarına sürüklemiştir. 1980'li yıllara gelindiğinde artık üçüncü dünya ülkeleri ithal ikameci politikaları sürdüremez hale gelmişler, neo-liberal dayatmaların egemen kılınması çabaları ile birlikte de iktisaden birçoğu çöküntüye uğramıştır. 1982 yılında "Borç Krizi" olarak bilinen süreç yaşanmış ve bu gelişme finans piyasalarını altüst etmiştir. Borç erteleme talepleri beraberinde IMF ve DB'nin yapısal uyum programları adı atındaki neo-liberal dayatmalarını getirmiştir. Bunların başında çevre ülkelerin ekonomilerini dışa açmaları ve ihracata yönelmeleri gelmektedir.
Aslında küreselleştirme sürecinin bir sonucu olarak dünya kapitalizmi ulusal kapitalizmlerin toplamı olmaktan çıkmış, dünyanın bütününü göz önünde bulundurarak karar veren, her ülkeyi potansiyel üretim ve pazar alanı olarak gören, kendi hareketlilikleri karşısında engel tanımayan çok uluslu şirketlerin oluşturduğu bir sisteme dönüşmüş bulunmaktadır. Dolayısıyla ekonominin neo-liberal politikalarının uluslararasılaşması, yani çok uluslu şirketlerin ve finans sermayesinin önündeki tüm engellerin bertaraf edilmek istendiği bir sürece dahil edilmiş bulunmaktayız. Bu süreç halen kendi ürettiği krizlerle birlikte devam etmekte, dünyayı nereye sürüklediği, kendisine dur diyebilecek mekanizmaların oluşturulup oluşturulamayacağı tartışılmaktadır.
Bütün bunların ardından diyebiliriz ki küreselleştirme, neo-emperyalizmin yeni bir aşamasıdır. Tıpkı özelleştirme, sermaye piyasalarının serbestleştirilmesi ve ticaretin serbestleştirilmesinin, son yirmi beş yılın en başat özellikleri olarak ortaya çıkması ve her üç unsurun da aslında merkez ülkelerin, çok uluslu şirketlerin ve hepsinden önemlisi borsa spekülatörlerinin çıkarlarını koruduğunun artık sokaktaki çocuklar tarafından bile bilinmesi gibi; süreci onaylamayan ve direnmeye çalışan çevre ülkelerin onaylayanlara nazaran daha az zarar gördükleri yaşanan gelişmelerce ispatlanmış bulunmaktadır.
Başta IMF, DB ve DTÖ olmak üzere yerküreyi baştan aşağı bir sömürü potansiyeli olarak gören ve küresel bir uygarlığı dayattıkları seküler değerlerle nasıl oluşturmaya çalıştıklarına ilişkin kapitalizmin son 15 yıllık vahşi uygulamaları ise ayrıca değerlendirilmesi gereken bir öneme matuftur.
- Haksöz’ün Sesini Birlikte Yükseltelim!
- Militarist Yapı Sanık Sandalyesine Oturtulmalıdır!
- Askeri Vesayet Rejimi ve Şemdinli İddianamesi
- Muhtıra Suçtur Sorumlular Yargılanmalıdır!
- Kürt Sorunu Örtülüyor mu Saptırılıyor mu? -2
- Hacı Ali el-Kaysi: “Direnişimiz Ümmetin Yüzakıdır”
- İran’ın Nükleer İmtihanı
- Savaş Karşıtı Hareket’in Temel Açmazı Siyonist Lobinin Gücünü Dikkate Almamak
- Neo-Liberallerin Hiç Bitmeyen Fransa Krizi
- Bir Toplum Mühendisliği Projesi Olarak Küreselleş(tir)menin Tarihi Seyri
- Ceza İnfaz Kanunu’na “İçeri”den Bakış
- Kur’an Okuma Biçimleri ve Yeni Yaklaşımlar
- Edebî Hakikat Öyküsel Yalan
- Otuz Üçüncü Peronda Bekleyen Nihilist Yolcuların Dikkatine
- Dünden Bugüne Filistin
- Kürt Sorunu ve Müslümanlar
- Özgür Başlangıçların Vakti Yoktur
- Çay Şekeri, Diş Odunu
- Söz Nereye Düşer, Eylem Nereye