Bir İnsan Hakları Meselesi Olarak Avrupa'da Mülteci Akını
Libya’da 2011 devrimi sırasında açılan ateşle hayatını kaybeden savaş fotoğrafçısı Tim Hetherington’un ardından meslektaşı James Brabazon “Kim Ön Cephede Ölmek İster” adlı belgeselde şöyle konuşuyor: “Savaş resimleri, ölen insanlar, mülteciler… Bütün bunlar savaşın sebeplerini öğrenmek için. Savaşı kim başlattı ve kim sürdürüyor? İnsanlara bunları düşündürmek için varlar savaş fotoğrafları.”
Geçimlerini kıyılara vuran kömür parçalarıyla sağlayan insanlar vardır. Dalgalar kömürden daha çok insan cesedini kıyılara bırakalı kaç mevsim geçti? Sadece Akdeniz’i kastetmiyorum. Avustralya kıyılarına vuran, Tayland’dan yersiz yurtsuz kaçmak zorunda kalan dünyanın en sahipsiz Müslümanları ile Senegal, Liberya, Andora gibi gözlerden uzak denizlerde de yüzbinlerce insan kendini güvenli saydıkları yerlere atmaya çalışıyor. Bir de kara Afrika var ki, denizleri görmemiş onbinlerce insan çölleri derya bellemiş, mütemadiyen hareket halindeler. Bütün dünyanın göç haritasını hareketli vererek açsak, şu saniye itibariyle yollara düşmüş, göç halinde 300 bin kişi görebiliriz.
Suriye’de Nüfusun Yarısı Yerinden Göç Etti
Hiçbir göç ve mülteci akını Suriyeli insanların yaşadığı boyutlarda değil. İkinci Dünya Savaşından bu yana yaşanan en büyük göç dalgası yaşanıyor. Suriye’nin 22 milyonluk nüfusunun yarısı savaş koşullarının getirdiği yıkımdan kaçmak için yaşadığı yeri terketmişdurumda. Varil bombaları, klorin gazı vb. ile halkın üzerine elindeki bütün güçle abanan bir zorbalık hüküm sürüyor Suriye’de.
Özellikle Suriye’de zalim bir Esed rejimi ve yerli-yabancı ortaklarının cehenneme çevirdiği bu savaş, sadece yol açtığı insanlık dramıyla değil, aynı zamanda ülkenin Esed’e karşı direnen insanlarının zaferiyle sonuçlansa da yaraların kolay sarılamayacağı bir durumla karşı karşıyayız. Çünkü Suriye rejimi ölüm kusarken insanlara yaşanacak yer, şehir, düzen bırakmamakta kararlı.
Suriye’nin dışına canını kurtarmak için kendini atan milyonlarca insanın yanı sıra, daha az telaffuz edilen Suriye içinde evsiz barksız kalanların sayısı 6 milyon. Bu insanlar kaçamayacak denli biçare düşürülmüş. Kendi topraklarında özgürlük talep etmelerinin bedeli; kan kusturan bir rejimin kurbanları olmak. Ne büyük bir tarumar halidir bu!
Son haftalarda hepimizin fikir sahibi olduğu ve konuştuğu, Bodrum sahillerine vuran Aylan Kurdi’nin fotoğrafı, bir perdeleme ve görmezden gelme dönemini sona erdirmesi açısından anlamlıydı. Yüksek burçlarının kapılarına güm güm vuran mülteci seslerine Avrupa’nın kulakları kapalıydı bugüne kadar. Hâkim medya, göçmenleri öyle resmediyor; seçimlerde partiler yabancı ve göçmenlik sorunları üzerinden o kadar ucuz ve tatlı oylar devşiriyorlardı ki… Bitmeyen bir senfoni gibi, klişe tiplemeleri boca ediyor, ‘bize değmeyen yılan bin yaşasın lüksüne’ dört elle sarılıyorlardı.
Son aya kadar her şey kontrol altındaydı oysa!? Akdeniz’de göçmen teknesi mi battı? 300 kişi mi öldü? Tamam, İngiltere hükümeti Akdeniz’e devriye gezen botlar gönderecek, bu tür durumlarda göçmenlerin sudan kurtarılmalarına yardım edecek ancak kendilerini geldikleri yere teslim etmek dışında bir sorumluluk almayacaktı. Durum yine de idare edilebilirdi. İsveç daha bonkör davranacak, ülkelerine ulaşabilmiş göçmenlere, süresiz oturum yani ‘tam mültecilik’ hakkı vererek onları Suriye’den başlayıp ta İskandinavya’ya uzanan bu yolculukta halen ayakta kalabildikleri için şampiyonlar gibi ödüllendirecekti. Soran olursa, “Mülteci haklarına hoş geldiniz, işte tam oturum hakkınız!” diyecek; böylece, İsveç’in insan haklarına ne kadar duyarlı olduğunu göstermiş olacaklardı!
Temmuz rakamlarıyla Avrupa Birliği’ne resmen giren mülteci sayısı ayda 50 bin. İngiltere’de 4.500 iltica başvurusu ile 2009’dan bu yana en yüksek başvuru gerçekleşmiş oldu. Türkiye’nin 2 milyon mülteciye kapılarını açtığı, bunu Lübnan’ın ve Ürdün’ün 1’er milyon mülteciile izlediği düşünülürse, koparılan bunca gürültünün komik kaldığı görülür. Aslında düşük rakamlar, neden diplomasinin de bir işe yaramadığının kanıtı sanki. Avrupa bu meseleye yardım ve duyarlılık düzeyinde sahip çıkmayınca diplomasi formaliteden ibaret kalıyor ve zorba Suriye rejimine ve destekçilerine cesaret veriyor.
İngiltere önümüzdeki dört yıl içinde toplamda 20 bin mülteci kabul edecek. Bugün itibariyle İngiltere’nin resmen ülkeye aldığı mülteci sayısı ise sadece 100. İngiltere, mültecileri Suriye sınırındaki kamplardan seçerek alıyor. Daha öncesinde Slovakya da sadece Suriyeli Hıristiyanlara kapı açacağını duyurmuştu. Önümüzdeki yıllarda Almanya toplamda 800 bin mülteciye ev sahipliği yapacak. İlk aşamada bir kotayla 120 bin mültecinin Avrupa’ya resmen alımı için Avrupa Birliği görüşmeler yaparken, Polonya önceden bir sayı belirlemenin karşısında oy kullandı. İngiltere’de ise göçmen karşıtı siyasi yelpaze, 2017 yılında yapılması planlanan Avrupa Birliği referandumu öncesinde AB'den tümden kopuşa gitmese bile, en hafif deyişle, AB'yi köşeye sıkıştıran bir pazarlık kozu olarak göçmenlik kartını oynuyor. Bu çevreler, “Avrupa Birliği projeleri arasında en övünç duyduğunuz Schengen (sınırsız geçiş) anlaşmasını bile askıya almak durumunda kalmaktasınız.” diye markaj yapıyor. Macaristan’ın sağcı başbakanı Viktor Orban, mültecileri yer yer gaz bombalarıyla durdurması yetmezmiş gibi, sınıra jilet dikenli set çekilmesini bile istedi. Macar Başbakanı, ülkeye giren göçmenleri doğrudan Avusturya'ya göndereceğini açıklayarak, göçmen kitleleri sırtından aşırma yoluna gitti. Şimdiye kadar göçmen akımına engel olamadığı gerekçesiyle, iktidarda artık sayılı günleri kaldığı söylenen Merkel çağrıda bulunarak, Avrupa’nın etnik ve kültürel homojenitesini korumak için, Yunanistan-Türkiye sınırı için Pan-Avrupa sahil güvenlik askerlerinin görevlendirilmesi çağrısında bulundu.
Genel tabloya baktığımızda Almanya’nın misafiredeceği 800 bin kişilik göçmen oranı bile Avrupa ölçeğinde yerleşimi sağlanmayacak bir sayı değil. Son 25 yılda Almanya her yıl ortalama 500 bin mülteci barındırdı. İngiltere için bu sayı 2000’li yıllar boyunca 90 bin civarında seyretti. Her ne kadar mülteci başvurularının yüzde 80’i ret ile sonuçlansa da Avrupa ülkelerindeki itiraz süreçleri, aile birleşimleri veya İnsan Haklarının 8. maddesi gibi geri göndermeleri zorlaştıran hukuki yollar sayesinde mültecilerin büyük çoğunluğu ülkelerine temelli dönüş yapmadı. Bunun en açık örneği, 1990’lı yıllarda Batı Avrupa’ya sığınan Kosovalı mültecilerin büyük bölümünün ülkelerine dönmekle beraber, sınırdışı vakalarının azınlıkta kalmasıdır. Avrupa için mültecilik ve göçmenlik sorunu ekonomik öncüllerden ibaret bir olgu değil. İdeolojik ve siyasal çıkarlara bağlı olarak istismara açık bir konu. Elbette, beklenmeyen insan hareketleri herhangi bir ülkenin kaynakları ve hizmetleri üzerinde anormal baskılar oluşturabilir. Ancak Avrupa için yeni insan akımları bir hayat damarıdır. Sadece, mostralık çilek seçer gibi kendi insan ırklarına yaraşacak fit ve atletik mültecileri ülkelerine getirerek; üstüne doktor ve elit tercihleriyle, kendi sistemleri için yakın vadede fayda sağlamakta olan ülkeler var. Hatta sırf kadın ve çocukların bile alınması, bir nüfus aşılaması bağlamında Batı’nın mühendisliğini iyi bildiği alanlar. Örneğin Almanya gibi çok büyük insan akımını karşılayan bir ülke,doğumların azalmasıyla yavaşlayan nüfus gibi sorununu aşmış olacak. Özellikle Yunanistan’ın Kos adasına ayak basar basmaz mültecilerin büyük bölümünün Almanya’ya gitmeyi istemelerinin altında dışarıdan bakınca Merkel’in göçmen karşıtı uygulamalarına rağmen böyle geleneği olan bir buyurganlık göstermelerinin payı olduğu ortada. Bu noktada, Esed rejiminin zulmünden ötürü dramatik bir şekilde ölümcül yollara düşen insanların acıları bir kısmının da olsakamuoyunun vicdanını sızlatıyor. Ama bu acıma ve anlama, paylaşma ve yardım ile neticelenmiyor. Bununla birlikte Almanya’da mülteciler için tahsis edilen spor salonlarının ırkçı kesimler tarafından kullanılamaz hale getirilmesi duyarlılık gösterenlerin sayısı artarken düşmanca davranışlar için tahrik olmuş azılı insanların da sahne aldığını gösteriyor. Son günlerin flaş gündem maddesi olan mülteci krizi, kutuplaşan tavır ve siyasetlerin alenen çatışma şiddetini de artırıyor.
Birleşmiş Miletler Mülteciler Komisyonu’nun 2015’in ilk yarısı raporuna göre, 150 bin mülteci Avrupa’ya giriş yaptı. 2014 yılına kıyasla iki misli bir artış demek bu. Yüzde 29’u Suriye asıllı bu mültecilerin. Eritre mültecileri, yüzde 12, Afganistan yüzde 12, Somali mültecileri yüzde5 ve Irak mültecileri ise yüzde 3’ü oluşturuyor. Son haftalarda Suriyeli mülteci sayısının üçe katlandığına ilişkin Mülteciler Komisyonu ifadelerine rastlıyoruz. Elbette, 10 milyondan fazla insanı evinden yurdundan eden bu devasa insan akımının sadece bir bölümüyle karşılaşmaları bile onları kayda geçirme, statülerini belirlemeve en temel ihtiyaçlarının karşılanmasınızorlaştırıyor. Mülteci sayısının yeni açıklamalarla sanılandan çok daha kabarık olacağını söylemek yanlış olmaz. Peki, batıya doğru göçün gözle görülür şekilde yükselişi neden?
Türkiye’ye Yönelik Suçlamaların Yersizliği
Türkiye devletine yönelik “Mültecilerin batıya hareketlerine göz yumarak sorunu çarpıcı kılmak veya pazarlık kozu yapmak istiyor!” şeklindeki iddiaların siyaseten yanlış bir maksada hizmet etme eğilimi taşıdığını göz ardı edemeyiz. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun verdiği bütün açık ve kapalı siyasal ve ekonomik desteğe rağmen, milyonlarca insanın hak ettiği düzeyde tıkır tıkır işleyen bir mülteci hizmeti verildiğini söylemek gerçekçi olmaz. Ayrıca Yunanistan’a özellikle Ege Denizi yoluyla göçmen akımının Kobani’de yaşanan çatışmalardan sonra hızlandığı ve ağırlığını Kürt nüfusun oluşturduğu gözlemleniyor. Suriyeli mültecilere yönelik yer yer husumetin de bıkkınlık verdiği ve Kürt kökenli Suriyelilerin, Türkiye’de etnik ayrışma tehlikesi hissetmiş olmaları da kuvvetle muhtemel. Bu noktada, Kürt kökenli mülteci gruplarının Avrupa’da aile ve akraba bağlarının daha geniş olduğunu ve bir çekim yarattığını söyleyebiliriz. Bir mıknatıs etkisiyle kendi etnik veya aşiret mensuplarını çağırmak gibi. Yalnız üzerinde pek durulmayan bir dinamik, Türkiye’de şebekediye tabir edilen ve paralı göç yollarını elinde tutan tacirlerin yazı çok hareketli geçirmelerindeki para dürtüsü yabana atılamaz. Kimileyin kaçakçı tabir edilen bu şebekeler, özellikle Yunanistan-Makedonya üzerinden az sayıda göçmenin kullandığı geçiş rotasını Suriyeli göçmenlere de duyurunca, göç kitlesel bir talebe dönüştü ve Batı istikametindedebir yükseliş yaşanmaya başladı. Bu olguya bir yönüyle küresel düzeyde yaşanan hızlı göç hareketlerine Suriye çıkışlı göçmenlerin eklenmesi olarak da bakılabilir. Türkiye’nin göçmenlerin Ege Denizini geçmesine bilerek göz yumduğuna ilişkin iddialar ile ilgili iki noktaya işaret etmekte yarar var: Makedonya, üzerinden Macaristan’a geçmek isteyen göçmenleri uzun süre engelleyemedi. Ya da Yunanistan neden, kaydını yaptığı mültecilerin Kos adasından çıkışını engelleyemiyor? Göç rotalarında kavşak sayılan İtalya’ya neden kimse baskı yapıp, İtalya’ya ayak basan mültecileri başka bir ülkeye salma baskısı kuramıyor? Neden başka ülkelerden istenmeyen “göçmenleri sınırlarının içinde tut” beklentisi sadece Türkiye’ye dayatılıyor?
Ege Denizinde Türkiye’nin belli seviyede kontrol yapmakla beraber, vızır vızır sahil güvenlik botlarının uzaklaşmasını bekleyen zodyaklar (küçük lastik sürat botları) ile Yunan adaları ile Türkiye sahilleri arasında mekik dokudular. Yani şimdiye kadar, sahil kontrolü ile ülkeyi terk etmek isteyeni engellememe arasında bir uygulamanın yürütüldüğü anlaşılıyor. Her şeye rağmen, Avrupa’nın mültecileresadece muhtaç insanlar olarak el uzatması kolay olmayacak. Ancak ekranlara kare kare yansıyan dram resimleriyle, Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt gibi ülkelerin de mültecilere kucak açmaları kolaylaşacak. Türkiye’nin ise sorunun kamuoyunda büyük puntolarla gündem olması ile daha bir hayırsever adımlar atması beklenmelidir. Öte yandan 7 Haziran seçimlerinden sonra siyasal arenada AKParti’nin nispeten kırılan gücünün yarattığı belirsiz ortamın Türkiye’de yaşayan göçmenlerde huzursuzluk yarattığına ilişkin yorumlarda yapılmakta. 1 Kasım seçimleri sonrasında hiçbir anlamı kalmamakla beraber böyle bir analizin geçerliliğini burada tartışmak yerine, AKParti ile koalisyon görüşmelerinde Suriye ve tabii mültecilere destek programlarının altını oymaya çalışmış CHP’nin Suriyeli mültecilere nasıl bedbaht bir gelecek vaat ettiğini tasavvur edebiliriz.
Suriyeli mülteci sayısının artışında, Esed rejiminin gözü dönmüşlüğünün payı aşikâr. Bu arada, Türkiye’nin Suriyeli göçmenlere kapılarını açması konusunda gündeme giren mültecilerin çıkmasına göz yumduğuna ilişkin iddiaların temelinde, Türkiye’nin Esed rejiminin sorumluluğunu perdelercesine mülteci konusunu yüzüne gözüne bulaştırdığı görüşünü yaymak olduğunu görebiliriz. Bununla beraber, 2 milyon mülteciyi ağırlayan Türkiye’de yardım kuruluşlarının ve yardımsever halkın üzerinde ağır bir yük var. Bu yükü taşımak kolay değil. Taşıma iradesi ise övülmeye değer bir duruş. Bu nedenle, eksikleri mercek altına alarak büyütmek niyetinde değiliz. Özellikle Doğu Avrupa ülkelerinin göçe dur demek için, yeni Berlin Duvarı gibi duvarlar örmeyi konuştukları bugünlerde.
Türkiye devletinin geleneğinde mültecileri salt birer kaçak görmek gibi refleksler Suriye’den, Irak ve Afganistan’dan kopup gelen insanları ağırlama ve ikame etmeleri konusunda aksaklıklara ve sorunlara kapı aralamaktadır. Zira Türkiye devleti mülteciler hukuku konusunda, Avrupa dışından gelen kişileri, Avrupa’nın kendi mülteci kıstasları ile görmeyeceğini kabul etmiştir. Bir başka deyişle; Suriye veya Afganistan’dan gelen bir mülteci Türkiye’de misafir olarak kalmakta, teknik bir deyişle ‘kalıcı mülteci statüsünden’ yararlanamamaktadır. Çalışma ve eğitim hakkı gibi fırsatlar da hukuki düzeyde Ortadoğu mültecileri için otomatik haklar manzumesine girmez. Örneğin, Avrupa’da bir mülteci adayı, iltica başvurusu 6 ay içinde sonuçlandırılmamışsa otomatik olarak çalışma izni kazanabilir. Teknik düzeyde bu bir hak olsa da pratik alanda bu haktan yararlanamayan binlerce mülteci adayı Avrupa ülkelerinde sürünmektedir. Türkiye’nin mülteci haklarını Avrupa’dan daha aşağı kabul eden sözkonusu anlaşmalara geçmişte neden imza attığı ayrı bir bahis olmakla beraber, Türkiye vatandaşlarının Avrupa Birliği içinde serbest dolaşım hakkını kazanmaları için bir pazarlık kartı olarak ‘evet’ denmiş olması kuvvetli ihtimal. Avrupa Birliği, Türkiye’ye vizeden muaf bir statü verme pazarlığını, mültecilikleri kabul edilmemiş veya sınır dışı edilen diğer göçmenleri geri almayı kabul etmesi karşılığında bu hakkı vereceğine ilişkin ışık yakması bundan kaynaklanmaktadır.
Uçuşa Yasak Bölge
Son mülteci akımlarıyla yurtdışı basınında yapılan analizler, Türkiye hükümetinin işbirliğine gidilmesi gereken birinci ülke gösterilmesi, Avrupa’yagöç kapılarını kontrol etme pozisyonunun güçlü olmasından kaynaklanmaktadır. Bu pozisyon, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni Rusya’nın vetosundan kurtararak daha işler şekilde çalışmasının önünü açan adımlar atmaktadır. Suriye’nin geleceği konusunda, karşılıklı temaslarda Türkiye çok yönlü sahneye çıkarken, son dört yıldır telaffuz ettiği ancak bir türlü uygulamaya geçirilemeyen uçuşa yasak bölge talebinin gerçekleşmesi konusunda gerçekçi bir ortam oluşmaktadır. Konuya ilişkin olarak, bu yazı yayına hazırlandığı saatlerde Başbakan Ahmet Davutoğlu’nunAmerika temasları devam ediyordu. Öncesinde Davutoğlu’nun, Avrupa Birliği’ne 23 Eylül 2015 tarihli bir mektup yazarak göçmen krizi konusunda işbirliği karşılığında Avrupa Birliği ve Amerika’nın desteğiyle 80km’ye 40 Km’lik bir alanda tampon bölge ile uçuşa yasak bölge talebinde bulunduğu bildirildi. Uçuşa yasak bölgenin PYD güçlerinin etkinliğini kırması beklenirken, öte yandan Suriyeli göçmenlerin daha korunaklı bir alanda ikame edilmelerini kolaylaştıracağı muhakkak. Esed’in sadece savaş uçakları değil, varil bombası yağdırıp ölüm kusan helikopterleri de uçuş yapamayacak. Yaygın kanaatin aksine IŞİD’in bölgedeki kontrolü artmayacak, azalacak.
Uçuşa yasak bölge, Suriye’nin geleceği konusunda diplomasinin işlevsizliğini kırabilir. Sadece felç olmuş uluslararası vicdanın Bosna’da 90’larda yaşadığı trajedi ve zulmün kat be kat fazlası yaşandı. Suriye için uçuşa yasak bölge, bir dizi olumlu gelişmenin önünü açabilir. Bu konuda, rivayetler mebzul. Örneğin, İsrail basın organı Haaretz, Türkiye’nin uçuşa yasak bölge uygulamasından sonra sıcak müdahaleye hazırlandığını yazarken; Bosna’nın Birleşmiş Milletler nezdinde büyükelçiliğini üstlenmiş Muhammed Sacirbey, 7 Eylül 2015 tarihli Huffington Post’ta yayımlanan yazısında, sıcak müdahaleye gerek kalmadan, Esed’in istemeye istemeye masaya oturmaya mecbur kalacağını yazıyor. Suriye halkına yardım götürme konusunda bile kopukluklar ve farklılaşmalar yaşayan insan hakları kuruluşlarının daha ahenkli bir şekilde Suriye halkına el uzatacağı inancında.
Esed’in propaganda makineleri göç dalgasının ölmemiş vicdanlarda bıraktığı izle yara aldı. Dera’da özgürlük talep eden gençleri cezalandırmakla alevlenen zulmü son 5 yıla yakın zamandır bitmedi, arttı. Tülay Gökçimen’in Suriyeli kadınlarla ilgili “Haykırış” adlı belgeselinde, kadınların için için yanan acılarına rağmen vakur duruşları; Rusya’nın ve İran’ın desteklerine rağmen zor yıkılır denen Esed’in saltanatı sallandıkça, ‘Allah’tan umudunu kâfirler keser’ ayetinin öğrettiği gibi, bizde ümit ışığı olarak parıldıyor.
- Kuşatma Parçalandı!
- 1 Kasım: Milliyetçi Bağnazlığa Seçim Freni!
- Toplumsal Sağduyunun Zaferi
- 6-8 Ekim Olayları Bağlamında Toplumsal Bir Dönüşümün Analizi
- Mısır ve Körfez Ülkeleri Ekonomilerinin Hali Pür Melali
- Suriye’deki Kurbanlar Ne İfade Ediyor?
- Düşünce, Eylem ve İlişkilerimizde Temel Ölçümüz
- “Coğrafya Kaderdir”
- “Mülteci Krizi Bir İnsanlık Krizidir!”
- Bir İnsan Hakları Meselesi Olarak Avrupa'da Mülteci Akını
- “Mültecilik Ekonomik veya Siyasi Bir Sorun Değil, Ahlaki Bir Sorundur!”
- Mülteciler: Acının ve Çaresizliğin Yeryüzünü Kanatan Elleri
- Göz Yaşlarıyla Beslenen Secdeler
- Lut ve Firavun Kavimlerinin Helakinden Alınacak Dersler
- Çocuk Eğitiminde 40 Hadis
- Sessiz Yara
- Beton Tozlu Yara
- 3. İntifada