1. YAZARLAR

  2. Günay Maden Bulut

  3. Bir Canan Geçti Gönül Evimden

Günay Maden Bulut

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir Canan Geçti Gönül Evimden

Şubat 2011A+A-

Evdeysen akşam sana gelmek istiyorum, dedi telefonda. Demek beni unutmamış, bunca zaman sonra nereden aklına düştüm, özel bir nedeni olmalı görüşmek istemesinin. Düşündüklerim beni, kendimden bile utandırıyor. Onunla konuşabileceklerimi düşünmeye başlıyorum. Böyle zamanlarda tüm sözlerimi haftalık arkadaşlarıma sakladığımı fark ederim. Kalıplarını esnetemediğim yakınlarımla, iyi ilişkiler kurmaya çabaladığım komşularımla ya da çocuklarımın okullarında muhatap olduğum öğretmen ve öğrenci velileriyle iletişime geçtiğimde iyice pekişir bu düşüncem. Günlerce eşim ve çocuklarım dışında kimseyle konuşmadığım oluyor. Kendimi rahatça ifade edebildiğim tek yer haftalık derslerimiz. Bir grup arkadaşımızla tefsir, tarih ve gündem okumaları için yıllardır bir araya gelmekteyiz. Ortak kaygı ve mahrumluklarımızın oluşturduğu bir dille, sıkıntılarımızı paylaşarak hafiflediğimizi hissederiz bu günlerde. Yarıda kalmışlığı bir nişane gibi taşıyoruz hepimiz. Gündelik sorumluluklarımızı ibadet bilincine dönüştüren bu çalışmalar, diri tutuyor bizi. Yıllar sonra çat kapı yapan eski bir arkadaşla, neleri paylaşabileceğimi kestiremiyorum. Elim ayağıma dolanıyor. İşten çıkıp gelecek. Özenli bir masa kurmaya çabalıyorum. Eşime ve bize ayrı masalar kurup beklemeye koyuluyorum.

Merdivenlerden çıkarken yorgunluğu yüzünden okunuyor Canan’ın. Buna rağmen hayli bakımlı görünüyor. Üniversite yıllarında olduğu kadar zayıf hâlâ. Ceketi içine topladığı başörtüsünün Vakkolu ucunu, boyun altına doğru itinayla kulaklandırmış. Yüzüne, gözüne vakit ayırdığı dikkatlerden kaçmayacak kadar belirgin. “Yılların eskitemediği Canan, hoş geldin!” diyerek karşılıyorum onu. Tiz kahkahası apartman boşluğunu dolduruyor. Komşularıma ulaşacak bu sesten huzursuzlaşırken, ömrümde böylesine kahkaha atacak, bir tek anımın olmadığını fark ediyorum.

Yemek masasındayız. İşini, ailesini, ekonomik durumunu, daha pek çok şeyi gülerek anlatıyor Canan. Ben konuşmalarda gülünecek bir nokta bulmaya çalışırken, o diğer konuya çoktan geçmiş oluyor. Şaşkın bir tebessümle dinliyorum onu. Neler yaptığımı da soruyor. Üniversitelerde başörtü yasakları kalktığına göre okula dönmüş olmamı öngörüyor. Yıllar sonra ev hanımlığından kurtulabilme imkânımıza getiriyor sözü. Para kazanmayan ev hanımlarının, kocalarının kredi kartlarına yapışmış tembel asalaklar olduklarını söylüyor. “Okula dönmedim, hâlâ üç çocuğumun ve evimin/eşimin hizmetiyle uğraşıyorum.” demek zorluyor beni. “Teknik bakıştan bunca yıl uzaklaşmışken, mekanik kavramlara yeniden uyum sağlayabilir miyim? Üç çocuklu bir anne olarak yirmili yaşların verimini alabilir miyim çalışmalarımdan? Diplomayı almayı başarsam bile, bu saatten sonra makine mühendisi olabilir miyim? Üç boyutlu çizimler yerine, hayatın bin bir boyutuna yıllarını ve emeğini vermiş orta yaşlı, başörtülü bir kadını kim nerede istihdam etmek ister?” demiyorum Canan’a. “Dünya meşgalesi işte!” diyerek geçiştirmek istiyorum. Derslerimiz dışında kayda değer bir uğraşım yok söylenecek. “Kimler var?” diye soruyor. Öğrencilik yıllarımızdaki ortak etkinliklerden arkadaşların çoğunu tanıyor. Hatırlayamadıklarını hatırlatacak başka izlerle sıralıyorum hayata uyumsuzlardan (!) müteşekkil derslerimizin müdavimlerini. Edebiyattan Gülten, iktisattan Hülya, tıptan Hatice, fizikten Sema, mimar Ayşe, hukuktan Şule, sosyolojiden Nuray...

“Mimar Ayşe hangisiydi?” diye soruyor. “Eskişehirli Ayşe. Konyalı Erdem ile evlenmişlerdi hani.” “Aaaa! Ayşe mimar mıydı? Ben onu üniversite okumamış sanıyordum!” diyerek patlatıyor kahkahayı. “Neden şaşırdın ki; Ayşe en mütevazı olanımız.” derken ağzıma tıkıyor sözümü. “Onda mimar olacak yetiyi hiç görmedim ben!” diye ekliyor. Bize sürekli “İnsan kendini yeterli gördüğünden azar.” ayetini hatırlatan Ayşe’den söz ediyor.

Yanlış olana hesapsızca yanlış diyebilen ender insanlardandır Ayşe. Onun açık sözlülüğü nezaketinden önce gelir. Söylememiz gerekirken söylemediklerimizden sorumlu olduğumuzu hatırlatır bizlere. Bazen eleştirilerini kırıcı bulsak da aslında duygularımıza tercüman olduğunu inkâr edemeyiz hiçbirimiz. Astronomi ve uzay bilimleri okuyan Nermin’e, “Uzaya gidemeyeceğine göre falcı mı olacaksın?” derdi örneğin. Arkeoloji okuyan Ayla’ya “Yerin üstündekileri anladın mı ki, derinlere inmeye karar verdin!” diyerek latife yapardı.

Ayşe, ilgi alanlarını ve istihdam imkânını hesaba katmayan eğitim sistemini eleştirirdi hep. İlle de Nermin’e, “Yasaklar, üç yılını boşa geçirmekten kurtardı seni.” diye takılırdı. Canan’a da ekonometri okuyor diye “Paranın metrik hesabı olur mu? Evdeki hesap çarşıya uymaz!” demiş olabilir mi? Yasaklara yakalanmadan okulunu bitirmiş şanslılarımızdandır Ayşe. Çarpık kentleşmenin ve ranta dayalı, yapboz imar mevzuatlarının içinde mimarlık yapmanın imkânsız olduğunu düşünüyor. “Yaptığım işin gereğine dair inancım yoksa o iş için zaman ayıramam.” diyor bu konu açıldığında. Onunla tanışıklık nedenimiz okullar değil, hayır toplulukları olmuştu. Bu yüzden hemen çıkaramıyor Canan, Ayşe’yi. Derslere çalışmayana, geç kalana infak cezaları kesen Ayşe, bir lokomotif gibi çeker bizi yıllardır.

Öğrenciliğimizde fakültelerimiz aynı yerleşke içinde idi Canan’la. Hepimizin bol kesim pardösüler giydiği, kumaş pazarından metre işi başörtüler kestirdiğimiz zamanların arkadaşlığıydı bizimkisi. Kişisel tonlarımızın bunca baskın olmadığı zamanlarımızda ‘ben’ değil ‘biz’ olabilmenin önemine inanırdık. Kelebek yürüyüşlü Canan olarak çıkıyordu hafıza bohçam açıldığında, anıların içinden. O da yasaklara takılmadan bitirdi okulunu. Meslek lisesi mezunuydu. İkinci bir lise olarak imam hatip lisesinin fark derslerini dışarıdan vererek imam hatipli de olmayı üniversite sıralarında başarmıştı. Meslek liselilerin katsayı zulmüyle üniversite kapılarından uzağa düşürülmediği zamanlardı yaşadığımız. Çok konuşmazdı Canan. Hal diliyle hatırlıyorum en çok onu. Bir de hiç elinden düşürmediği Ali Şeriati kitaplarıyla... Üniversitenin nemli bodrumlarında namaz için toplandığımızda selamlaşıp tebessümleşirdik. Öğrencilere yönelik sivil toplum kuruluşlarınca düzenlenen seminer ve toplantılarda bir araya gelirdik çoğunlukla. Ortak gündemlerimizin bizleri buluşturduğu bu programlarda, özlü muhabbetlerimiz olurdu. Birbirimizden de haberdar olduğumuz bu etkinliklerden, çoğumuz zamanla elini eteğini çekmişse de önemli anlarımızda yalnız bırakmazdık birbirimizi. En son annesinin tabutu başında sessizce ağlayışı canlanıyor gözümde. Bir ikindiüstü Soğanlı’da, mahalle arasında küçük bir cami avlusundaydık. İmam davudi sesiyle ezan okuyordu. Başucuna oyalı yemeni örtülmüş tabutu, incitmekten korkarcasına okşuyorken yanaklarından yağmur gibi dökülen gözyaşlarını unutamam Canan’ın. Sonraları ortak arkadaşlarımızın törenlerinde her seferinde biraz daha kısalmış ve renklenmiş pardösülerle görürdüm onu.

Hal ve kelimelerin ortak olduğu zamanlardı. Hepimiz ortak bir ön kabulle sever sayardık birbirimizi. İrfan Hoca’nın tezgâhından geçmiş talebelerdik. Ömrü, Kur’an talebeliği olarak tanımlayan eski bir hukukçuydu İrfan Hoca. Ahde vefayı öğretmişti en önce talebelerine. Her uğrayışımızda elimize tutuşturduğu kitapların, içindekiler kısmını işaretleyerek “Çalışın çocuklar!” der, insana çabası kadar ödül olduğunu söylerdi bize.

Yasak başladığında, İrfan Hoca’ya güveniyorduk hepimiz. Bürokratlardan aydınlara sözüne değer verecek pek çok kişi vardı etrafında. İnsanın, karnını doyurmak için diplomaya ihtiyacı olmadığını söylüyordu. Mistik derinlik yoktu konuşmalarında. Oysa biz hayatın sırlarını keşfetmiş bir bilgenin engin tecrübesini bulmak istiyorduk. İlk kez uzağına düşüyorduk hocanın. Üzüntümüze bile ortak değil gibi geliyordu bize. Okullarına gelen öğrencileri her gün eli silahlılar karşılarmış gibi sakin karşılıyordu durumu. Yalnız geniş katılımlı eylemlerde görüyorduk hoca ve ailesini. Başörtüsü için Edirne’den Ardahan’a el ele köprü oluşturuluyordu. “Bundan da bir sonuç çıkmaz, bu yasak yıllarca sürecek. Sınanıyorsunuz çocuklar, inanıyorsanız direneceksiniz!” diyordu ama nasılını söylemiyordu. İçimizden gürül gürül çağlayanlar akmaktayken bu sükûneti kaldıramıyorduk. Kaldığımız öğrenci evlerine baskınlar yapılıyordu. Bazılarımız isim isim aranıyordu, kimilerimizin okullardan atıldığı haberleri düşüyordu ekranlara. Her eylem akşamında bizi kabul edecek ailelere dağılıyorduk üçer beşer. Bazılarımızın aileleri atlayıp geliyorlardı şehrimize. Eylemler gün be gün zayıflıyordu. Bazı arkadaşlar saçlarını kazıtarak okullara devam ediyorlar, bazılarımız günübirlik işlere talip oluyorlardı. Kimilerimizi alıp evlerine götürüyordu aileleri. İçimizden en direngenlerimiz alternatif eğitim imkânlarının peşine düşüyorlar, kitaplar-kıtalar arşınlıyorlardı. İrfan Hoca, eşinin, hanım arkadaşlarıyla birlikte evlerde yaptıkları siyasi tarih çalışmalarına katılabileceğimizi söylüyordu. Okumak, bilgilenmek en etkili silahtı ona göre. Üç beş arkadaşımızla akranımız olmayan ablaların çalışma grubuna katılma kararı alıyorduk. Canan da bunlardan biriydi. Herkesin gündemi, yaşadığı hayatla ilintili oluyordu. Çalışmalara katıldığımızın ilk günü İrfan Hoca’nın hanımı, ev sahibesi hanıma sosyoloji doktorası yapan oğluna aradıkları kızın ailesinin niteliklerini anlatmaktaydı. “Derdimiz zenginlik, güzellik değil; dünür dediğin aile demek, bir araya gelince konuşacak, tartışacak eğitimli bir aile olsun istiyor hoca.” Zihinlerimize böyle işleniyordu davulun denkliğinin denklemi. Her birimiz şartlarımız ve duyarlılıklarımız ölçüsünde hayatlarımıza birer rota çiziyorduk nihayetinde.

Daha dün gibi geliyor, Canan’ın düğününe katıldığımız gün. Canan, eşinden ayrılmış. Ayrılışlarından birkaç ay sonra, eski eşinin mide şikâyetleri başlamış. Altı ay içinde de sizlere ömür. Fazla üstünde durmuyor bu konunun. Başsağlığı dilesem mi kestiremiyorum. “Erkekler her durumda kendilerine hizmet ettirecek bir kadın buluyorlar. Önce anneleri, sonra eşleri hizmetkâr onlara.” diyor. Eşiyle ne tür sorunlar yaşadıklarını bilmiyorum. Artık sormak anlamsız. Konudan konuya atlıyor Canan. Maaş kartları işsiz kocalarının tasarrufunda bulunan hiç tanımadığım iş arkadaşlarının sıkıntılarından bahsediyor uzun uzun. Çocukların bakımına ve ev işlerine yardımcı olmadıkları gibi, ailenin geçimini de karısına yüklemiş sorumsuz-psikopat adamlara kusuyor öfkesini. Böyle adamların nikâhını eski bir palto gibi kaldırıp atamayan iradesiz ve pısırık kadınlara söyleniyor. Parça parça olayları hayatın kendisiymiş gibi anlatıyor Canan. Ayrılsa da ölümüyle sarsılmış olmalı eşinin. Anlatırken neden bir hüzün yayılmadı yüzüne? Zor zamanlarına çocuklarım ve ben tanık olmadık çok şükür dercesine bir eda üstündeki.

ABD’ye taşınıyormuş Canan. ‘Green Kart’a başvurmuş, kabul görmüş. Birkaç kez turist olarak gidip gelmiş. Uzun süreli gidecekmiş şimdi. Çalışmadan bir süre idare edecek nakiti var Canan’ın. Sonrasında kendini geçindirecek bir iş bulabileceğine inanıyor. Vurgunda sıklaşan balıklar misali gurbetçi dayanışması gösterecek Türklerden medet umuyor. “Tutunamazsam çocuklarım da ben de çok iyi İngilizceyle döneriz.” diyor. Büyük bir şirketin muhasebe servisinde üst düzey sorumlu olarak çalışıyor Canan. Ayak işlerinden başlamış, bulunduğu noktaya gelmek için, az mücadele etmemiş. Kariyerini artırmak için çabalayıp durmuş yıllardır. Kişisel gelişim kurslarına, dil kurslarına, mesleki programlara devam etmiş. Açık öğretimden ikinci bir fakülte bitirmiş. Özel bir üniversitede MBA yapmış. Çoğu erkek olan rakiplerini ekarte etmiş, hepsinin başına amir olmayı başarmış sonunda. Çalıştığı şirkette iyi bir konuma ulaşmış ama bu hayattan sıkılmış. “Hep aynı yüzler, hep aynı işler, hiç heyecan duyamıyorum artık!” diyor. Üçüncü ve beşinci sınıfa giden çocuklarına iki yıldır İngilizce dersi aldırıyormuş. Epey bir mesafe kat etmişler. Hazır çocukları kurstayken her akşam birisine uğrayarak, eski arkadaşlarıyla vedalaşmak istemiş. “Kırk yaşında başörtülü bir kadınsın. İki çocuğunla hayata yeniden mi başlayacaksın. Çocuklarını nasıl yetiştireceksin, ne iş yapacaksın orada, gidenler geri dönmek istiyor krizden dolayı.” diyorum kaygıyla. Bir ekonomist olarak “Krizler fırsattır!” diyor, Canan. En ufak bir tereddüt ve eleştiriye yer yok hayatında. “Ben sosyal çevremi, bu sıkıcı hayatımı değiştirmeye kararlıyım!” diyen yirmi yıllık arkadaşımın bakışlarından ürküyorum. Tedirginliğim, daracık beyaz pantolonu altındaki file desenli çoraplarına düşürüyor gözlerimi.

Yaşadığı ülkeyi değil, mahallesini değiştiremeyecek kadar yerine kök salmış birinin şaşkınlığındayım. Yedinci sınıftaki kızım, kuvvet konusunu anlattırmak için etrafımda dolanıyor. Ortanca kızım ödev için yaptıkları elektrik devresini babası çalıştıramadığı için şikâyet ediyor. Eşim biten çayını tazelememi istiyor benden. Dört yaşındaki oğlum bugün için elifba’sından tavşanın ‘taa’sını çalışmayı kararlaştırdığımızı hatırlatıyor. Ortalıkta dolaşarak sohbetimizi bölen çocuklarıma da bir lafı olur mu Canan’ın? Eşimin çayını yenilerken, bir erkeğe hizmet etmenin suçluluğuyla bakıyorum ona. Gelip çayını doldursun, der mi?

Mutfaktayız. Dolabın kenarında Kur’an’ın Dört Temel Terimi duruyor. Okumak için küçük zaman dilimleri bile değerli benim için. Evimin her köşesi için okunabilecek başka bir kitabım vardır daima. Oğlumu vaktinde uyutmak için masal kitaplarını takip ve tashih edebilirim. Kızıma Kur’an çalıştırırken Arapça okumamı yaparım. Yatağımın başında uykuya hazırlık için edebi eserleri tutarım. Düşünce kitapları için sakin bir köşe ararım. Eskiden okuduklarımı hatırlamak için genelde mutfağı kullanırım. Çocukların sütü ısınıncaya, yemeğin soğanı pembeleşinceye dek birkaç sayfaya göz atabilirim. Ben çayları ikram ederken kitaba dokunuyor Canan. “Bu kitaplar hâlâ var mı ya? Aynı kitapları mı okuyorsun dönüp dönüp?” diyor istihza ile. Kırgınlıkla kızgınlığım iç içe geçiyor. Bir zamanlar Kur’an çalışmaları yaptığımız narin Canan, bunca hırs ve öfkeyi nasıl biriktirdi içinde? “Hayata bütüncül bakamazsak şeytanın ağlarına düşerdik. İnsan, yaşadığı her şeyi kendi kontrolünde görmeye başladığında azardı.” hani.

Gençlerle yaptığımız bir çalışma için yeniden okuyorum, diyorum. Verdiğim cevap yetmiyor ona. “Ne olacak böyle oku oku? Ne üretiyorsunuz? Hayata ne katıyorsunuz bu okumalarla?” diye ekliyor. Bir suçlu gibi sorguluyor beni. “Geçen gün TV’de gördüm sizi. NATO’nun Türkiye’de füze kalkanı kurma projesini protesto ediyordunuz. Otuz kişiyle yapılan eylemden ne hayır gelir. Kime duyuracaksınız sesinizi?” diyor. Dünyaya ayak uydurmamı, ufkumu genişletmemi(!) istiyor benden. Bu kadar eleştiriye hakkı olmadığını düşünüyorum Canan’ın. Üç çocuğumun babası olan bir erkekle, onlarca yıl evli kalabilmenin suçluluğu(!) bile, ipek bir örtü gibi süzülüp düşüyor üstümden o anda. Sükûnetle cevaplıyorum sorularını:

“Rabbimize karşı sorumluluklarımızı bilmek için beraberce seçmiştik okumayı hatırlar mısın? Hayatın tek düzeliğinden doğru şeyler okuyarak kurtulabilirdik ancak… Sıradan bir hayat sürmüyoruz Canan. Yükümüzü başkalarına da taşıtmakta değiliz. Para kazanmayı bilmediğimiz(!) kadar, sorumsuzca harcamayı da bilmiyoruz. Haksız savaşlara, yasaklara karşı olduğumuz kadar, sınırsız ihtiyaçlarımız olduğu fikrine de direniyoruz. Rengârenk haneler, rugan ayakkabılar süslemiyor düşlerimizi. Yaşamaya dair büyük hayallerimiz, küçük hesaplarımız yok. Hayaller peşinde koşacak zamanımız da yok. Tek derdimiz her daim doğruların yanında olmak. Bu yüzden füze kalkanı fikrine de karşıyız. ‘Nice küçük topluluklar, Allah'ın izniyle büyük kalabalıklara galip gelmiştir!...’ değil mi? Tek başına dikilmemiş miydi İbrahim (a.s.) Nemrut’un karşısına. İbrahim (a.s)’den öte makam var mıdır insan için? Bir zamanlar inandığın kutsallarından ne kadar uzakta olduğunun farkında mısın? Gereksiz yüklerini boşaltmak, hayatın kirlerinden arınmak, Makam-ı İbrahim’de yüzünü yeniden Rabbe dönmek yerine neden Amerika’ya yolculuğun?”

Susuyoruz… Çayının son yudumlarını hızla çekiyor. Mesafeli ses tonuyla “Geç oldu, görüştüğümüze sevindim.” diyerek ayrılıyor evimden. “Belki bir umre planlayabilirim gitmeden önce.” diyor boynuma sarılırken. Rüzgâr gibi süzüldüğü merdivenlere bakakalıyorum ardından uzun süre. Hüznümü fark eden eşim, ne olduğunu soruyor. “Bir arkadaşımız vardı…” diye en baştan başlayacak gücüm yok. “Bir Canan geçti (gönül) evimden!” diye mırıldanıyorum. Çocuklarımı sıraya dizip, yeniden dönüyorum “küçük” dünyama.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR