1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. Bahattin Yıldız’ın Türkiye Tevhidî Uyanış Sürecine İlgisi ve İslami Direniş Çizgisine Katkısı!

Bahattin Yıldız’ın Türkiye Tevhidî Uyanış Sürecine İlgisi ve İslami Direniş Çizgisine Katkısı!

Haziran 2010A+A-

Bahattin Yıldız kardeşimiz, bir gönül dostu ve bir yürek adamıydı. Artık imtihan dünyasında aramızda değil. Cesur, duyarlı, çalışkan, katılımcı ve çoğaltıcı hatırası su gibi berraktı. Türkiye’deki İslami uyanışın şahidi, ötekinin işgaline karşı Hindukuş dağlarının şahini, İslami dayanışmanın ve ümmet bilincinin sevdalısıydı. İslami mücadelede Allah için adanmışlığı alnının çizgilerine yazmış bir yiğit kardeşimizdi.

Bahattin Yıldız, bildiği ve tanıklık ettiği doğruları çocuk, genç, zengin, fakir, akademisyen, iş adamı demeden bütün muhataplarına bir takva üslubu içinde taşır, sevgi ve merhamet içinde sözünden ve nasihatinden cimrilik etmezdi. O gençlerin arkadaşı, Müslümanca dayanışmanın kopmaz halkası, öğrencinin ve öğrenci evlerinin yardımına koşan ağabeyi, herkesin mütereddit olduğu anlarda bir adım öne çıkan İslami davanın müteşebbisiydi. O 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’sinde tevhidî uyanış sürecine el uzatmış, ümmet anlayışına, İslam’ı yaşama hedefine yönelen gençlerimizdendi. Kendisiyle tanıştığım 1980’li yılların sonundan bu yana tanıklık ederim ki aynı ihlâs ve samimiyetle çizgisini yiğitçe sürdüren ve tavrında hep genç kalan ender dava arkadaşlarımızdan birisiydi.

Bahattin kardeşim, Afganlı yetim çocuklara el uzatacak bir proje için İHH sorumlusu Faruk Aktaş’la yola çıkmış ama bindikleri uçak 17 Mayıs 2010 tarihinde Hindukuş dağlarında düşmüştü. Bu elim haber, özellikle Türkiye’de zedelenen İslami mücadele sürecini ve İslami duyarlılığı yeniden canlandırmak için canla başla çaba sarf eden gençler ve genç yürekler için daha da elem verici oldu. Çünkü o önde ve öncü olmanın birikimini ve ahlakını yaşatan hasbiliği, tevazuu, sadeliği, adanmışlığı ve îsârı tanıklaştıran ender insanlarımızdandı. 1981’de Rus komünist işgal kuvvetlerine karşı katıldığı savaşta yaralandığı Hindukuş dağlarında Rabbimiz ona canını bağışlamıştı. Sonra Türkiye’ye döndü. Yarım bıraktığı üniversite hayatını tamamlamak için Erzurum’a gitti ve orada evlilik hayatına adım attı. MTTB ve Akıncılar döneminden aldığı birikimi Erzurum’da İslami esasları ve tevhidî perspektifi talim eden İ. S. Sırma, B. Atalay, N. Şahinoğlu, A. Şafak gibi öne çıkan akademisyen hocaların oturumlarına katılarak derinleştirmeye çalıştı.

Bahattin kardeş İslami duyarlılığı çoğaltmak, Bosna’dan Pakistan’a, Filistin’den İran’a kadar düşüncede ve fiiliyatta rol üstlenen uğraşıları arasında eli kalem tutan ender insanlarımızdan oldu. Hem çocuklara hitap edebilecek kadar narin ve genç ruhlu, hem ümmetin meselelerini tartışacak kadar dolu, dertli ve olgundu. Abdülhamid Muhaciri müstear ismiyle Milli Gazete’de çocuk köşesi hazırladığı da oldu, 1990’lı yılların başlarında İmza ve Müslüman Genç dergilerinde Ferhat Dağcı gibi diğer müstear isimlerle siyasi analizler, gözlem ve hatırat yazıları kaleme aldığı da. Cihad hatıralarını yazdığı ve ümmet bilincini ve İslami dayanışma ruhunu yükseltebilmek için bulunduğu Hindukuş dağlarına son kez gitmişti ve bu kez düştüğü toprağa kanının son damlası akmıştı. Türkiye’den benzer amaçlarla bu bölgeye gelen arkadaşları, kardeşleri olan Bilal’in ve Fuat Çağlar’ın bedenleri gibi son nefesini verirken de şahitliğini göstermişti. Bu sefer ebedi hayata teşrif etmişti.

İslami duyarlılığı ve aidiyet bilinci onu Akıncılar hareketinde İzmir sorumluluğuna getirmişti. Sonra 12 Eylül İhtilali, takip ve sorgulama süreçleri… Önce İslami devrim sürecini yaşayan İran’a gitmişti, sonra da Afganistan’da komünist Rusya’nın işgaline karşı direnen Afganlı kardeşlerinin saflarına. Çarpışmalara katıldığı, yaralandığı ve direnişine devam ettiği bu süreçte edindiği izlenimlerini 1985 yılında müstear isimle “Savaşan Afganistan” başlığı ile Rahmet Yayınları’nda kitaplaştırdı. Sonra 1988’de yazdığı “Cihad Günlüğü” ile...

1970’li yıllardaki tevhidî uyanış süreci ile tanışma fırsatı bulan, ümmet adına yararlı ve bedel isteyen işlerin taşıyıcısı olmaktan çekinmeyen az sayıdaki insanlarımızdan birisi de Bahattin Yıldız’la benzer istikametleri ve adanmışlığı paylaşmış olan Yakup Aslan’dı. Aslan, Yıldız’ın vefatını sabır ve teenni içinde karşılamıştı; vefatıyla ilgili yazdığı bir yorumda dillendirdiği şu vurguları çok anlamlıydı:

“Yiğit insanlar kınayanların kınamasına aldırış etmeden, doğru bildikleri gibi yaşamayı ve bu uğurda ölmeyi göze alarak yaşıyorlar ve öldüklerinde de bizi yalnız bırakıyorlar. Hüznüm bu yalnızlıktan. Buruk bir sevincin sebebiyse şuydu: Bahattin kardeş, arzuladığı yolda canını Rabbine teslim etmesiyle sanki yanımda bana tebessüm ediyor ve ‘Sakın üzülme, her can ölümü tadacaktır.’ tarzında bir izlenim bırakıyordu.”

Türkiye’de 1970’li yılların ortalarında mayalanıp filiz vermeye çalışan tevhidî uyanış sürecinin çilekeş taşıyıcılarından Selahaddin Eş ağabey ise Haksöz-Haber sitesindeki yazısında, onun 1970’li yıllardan bu yana akıp gelen ve İslami duyarlılığın bayraktarlarından olan hayat hikâyesinin bir bölümünü aktardı. Onun için kullandığı “Hassasiyet ve heyecanlarını hiç yitirmemiş nadir insanlardandı.” ifadesini, her bilinçli Müslüman kendi akıbeti için de kullanılmasını şüphesiz arzu edecektir. Ama Bahattin kardeş bu murada erenlerden oldu. Ömrünü “fisebilillah” yaşadı. Belki teorik usul ve yöntem çalışmalarında fazla derinleşmedi, usuli bütünlük sağlayacak metodolojik araştırmalar için yoğunlaşacak fazla vakti olmadı. Ama bildiği doğruları yaşamak ve inanç ölçüleriyle çatışmayan her türlü İslami gayrete destek vermek konusunda hizip, ekol, yakın-uzak ayrımı yapmadan hak ve adalet peşinde koşmaya çalışanlarımızdan oldu.

Türkiye’deki Direniş Çizgisine Katkısı

Selahattin ağabey, yazısında bu “gönül adamı”nın İslami mücadele seyrini hep uzak ümmet coğrafyası içinde anlatmış. Bahattin kardeş, Eş’in işaret ettiği seyir haritasındaki yolculuk mahallerinde gördüğü ve edindiği İslami kazanım ve zaaflarla ilgili intibalarını sadece hatıra, izlenim ve roman türü kitaplarında dillendirmedi. O ihlâsına güvendiği İslami eğitim ve mücadele amaçlı her türlü öbekte edindiği birikimini anlatarak, paylaşarak ve tartışarak Türkiye Müslümanlarının siyasi içtihadlarına, birikim ve basiretine katkıda bulunmaya çalıştı. Son olarak da Dünya Bülteni sitesinde periyodik aralarla yazılar kaleme alıyordu.

O 12 Eylül zulmünden hicret ederek ilk defa İslami bir devrimin heyecanını örgütlemeye çalışan İran’a gitmişti. Yakup Aslan gibi devrimci kadrolarla iç içe olduğu yıllardı. Süreci, anlamaya çalışan bir göz olarak daha bütünsellik içinde görmeye çalışmıştı. Ve Aralık 2009’da 87 yaşında vefat eden İran İslam İnkılâbı’nın bir zamanlar “Ümidi Ümmeti İmam” olan Ayetullah Muntezeri’nin ardından “Durubder Muntezeri” başlıklı yazısı Dünya Bülteni’nde yayınlanmıştı. Daru’t Takrib çalışmalarının teşvikçisi, vahdet namazlarının öncüsü, devrimden sonra Ayetullah Telagani ile ilk Cuma hutbelerinin vaizi olan Muntezeri için yazdığı bu yazıda “İnkılâp yıllarının en önemli arşivi gömüldü.” diye hayıflanıyordu. Çünkü Yıldız’a göre Muntezeri, “Zindanlardaki tövbekâr olmuş ve idamları affedilmiş mücahidlere yapılan, Şah dönemini hatırlatan karelerdir.” sözlü uyarısı nedeniyle Rehberlikten azledilmişti ve Muntezeri’nin ondan sonraki hayatı da göz hapsinde geçmişti. O, “Devrim, çocuklarını yedi.” demedi. İnkılâp sürecini, “Henüz tekelleşmeden, ayrı düşmemiş inkılâpçıların arasındaydım.” diyerek savunmuştu; ona göre “Meydanlar o zaman tekti, öteki yoktu.” Evet,“Devrim, çocuklarını yedi.” demedi ama daha sonra “La Şiiyye La Sünniyye Vahde Vahde İslamiyye” şiarını unutan ve ahbârilikle iş tutan süreçten de hiç memnun olmamıştı.

Bahattin Yıldız kardeşimiz gerek gelenekçi, gerek modernist kuşatmanın, sapmaların ve işbirlikçiliğinin Türkiye’de de İslam coğrafyasında da yaşadıkları ve yaşattıkları inhirafı “Ülkemdeki Dostlardan Bir Haber Vardır” başlıklı Şubat 2010 tarihli yazısında şu cümleyle özetliyordu: “Cezayir’de, Senegal’de, Türkiye’de, İran’da, Afganistan’da vs; artık ayetler mızraklar ucunda değil, aldatıcılar ayetlerden elbiseler dikip dolaşmakta ve aldatmaktalar.” Ama tüm kayıplara, uzlaşmalara, kimlik kirlenmesine ve istikametini eğdirenlere karşı geri adım atmadığını ve atmamamız gerektiğini vurguluyordu.

Ve diyordu ki “Duvarların içindeki evlere de çekilmedik.” Çünkü o, geri çekilme veya mağlubiyet içinde de olunsa ıslah olmanın veya yeniden doğmaya hazır nitelikli bir tohum gibi, “İbrahim tek başına bir ümmetti.” beyanına uygun olarak davranmanın gerçek inkılâpçılık, gerçek Müslümanlık olduğunu, Kur’ani bir şiar olarak yaşatmanın sevdalısıydı.

Selahattin ağabey bu “gönül adamı”nın kendini özeleştiriye tabi tutmaya ve “Geçmişteki veya bugünlerdeki değerlendirmelerimde yanlış olanlar var mı?” diye samimiyetle kendini kritize etmeye veya süzgeçten geçirmeye hazır ve açık olduğunu belirtiyordu. Selahattin ağabey onun İslami mücadele seyrini hep uzak ümmet coğrafyası içinde anlatmıştı. Belki de bu durum, onun doğduğu topraklar üzerinde bir hattı ve modeli kurumlaştıramamanın kırıklığı ile ilgiliydi. Ama o, doğduğu ve kimliğini kazandığı topraklar içinde de hep hizmet ehli ve doğru bildiği değer ve tutumlar konusunda tavır ve taraf sahibi oldu. Üzerine düşeni adanmış bir kararlılıkla hep yerine getirmeye çalıştı. Bu sorumlulukla ilgili tanık olduğumuz ve Türkiyeli Müslümanlar için de oldukça önemli olup özel kalması gereken bir tavrını burada tarihî öneme haiz olduğu için ve onun aziz hatırasının yâd edilmesi amacıyla aktarmak gerekir diye düşünüyoruz. O da şudur:

28 Şubat 1997 soğuğunda darbeci Kemalist TSK paşaları değerlerimizin üzerine üzerine tankları yürütmüşlerdi. Peşinden başörtüsü yasağından önce, İHL’lerin kapatılması dayatılmıştı. Karşı çıkmalıydık. Beyazıt Platformu olarak da bilinen Türkiyeli Müslümanlar Platformu, birçok kuruluş temsilcisinin ve kanaat önderinin katılımını sağladığı uzun müzakerelerden sonra direniş kararı almıştı. Eylem düzenlenmesi platformun çekirdek kadrosu tarafından yapılacaktı. Risk büyüktü. İlan ve eylem planlaması için ertesi gün toplanılmıştı. Türkiye’de ilk defa askerî darbeye karşı meydanlara, caddelere çıkılacaktı. Ancak genel istişarede karar alınmasına rağmen, planlama toplantısında sorun çıkmıştı. Darbe süreci ve EMASYA tedbirleri hatırlatılarak eylemlere katılımın düşük olacağı, kolluk kuvvetlerinin darp yapacağı ve geniş gözaltılar olacağı varsayımıyla geri adım atılmaya başlanmıştı.

Biz de insandık, basiretimiz kilitlenebilir veya tedbirlilik ile korkuyu birbirine karıştırabilirdik. Heyecanlı mütalaalar oldu. Alınan kararda direnen en son iki kişi kalmıştık. Türkiye Müslümanları bizi bekliyordu, bize bakıyordu. Ama toplu tavrımızı tanıklaştırmak konusunda tıkanmıştık ve oturumdan kalkmaya ramak kalmışken ağızlarımızdan sitem dolu son sözler çıkmıştı ki o sırada elimizin üzerine elini, sözümüzün yanına sözünü Bahattin kardeşimiz koymuştu. “Şehadeti Afganistan Müslümanları için, Çeçenistan, Bosna Müslümanları için göze alanlar, kendi yakın coğrafyasında yaşanan zulme ve zorbalığa karşı niçin göze almayacaklardı?” Sarsıcı kelimeler ve sarsıcı bir soruydu bu. Yüreklerimiz yeniden ısındı. Ellerimizin üzerine elini, sözlerimizin yanına sözünü koymak için herkes bir adım ileri çıktı. İlk davranan da rahmetli avukat Fikret Özdemir kardeşimiz oldu. Tekrar sarsıcı bir muhasebe ve iman tazelemesinden sonra direniş planlamasının nasıl olacağı tartışılmaya başlandı. O, bu tavrıyla kitleleştirebileceğimiz direniş ruhunun kırılmasının önüne geçmişti. Onun tavrı ile bütünleşemeseydik, platform temelinde direniş kitleleşemeyecekti. 20. yüzyılın son senelerine geldiğimizde büyük ölçüde “öncelikli hedef” yanlışlığı nedeniyle gerileme ve bastırılma sürecine giren İslami kesimin mukavemetinin ve duyarlılığının yeniden yükselmesinde onun bu tarihî tavrı ve kararı ciddi anlamda rol oynamıştı. Böylece Türkiye Müslümanlarının, İstiklal Mahkemeleri katliamlarından oldukça sonra; yani 1970’li yılların ortalarından bu yana yükselttikleri direniş bilincinin tarihî halkası kopmamış oldu. Tüm baskılara rağmen TSK ve kontrolü altında tuttuğu diğer kolluk kuvvetleri caddelere, meydanlara yansıyan direnişimizi kıramamıştı. O direniş ruhu bizim duyarlılığımızın soluğu oldu. Bahattin’in hatıratı da bizim namusumuz ve şerefimiz... Allah ahirette ecrini versin ve kendisine rahmet eylesin.

Mustaz’af duruma düşen İslam ümmetinin mazlum ve yetim çocuklarına sahip çıkmak, kardeşlik sorumluluğunu yerine getirebilmek için Faruk kardeşle birlikte çıktıkları Kunduz-Kabil seferi sırasında uçaklarının düşmesiyle canlarını “hayr” üzere teslim eden bu kardeşlerimizi Rabbimizin cenneti ile mükâfatlandırmasını niyaz ederiz.

Uçak kazasının haberi Türkiye’ye ulaştığı gün Özgür-Der’in yayınladığı basın bildirisinin son cümlesiyle Bahattin kardeşimize ve Faruk Aktaş’a şimdilik ümidiyle veda edelim:

“Zalimlere ve zulme karşı direnme, İslam Ümmetinin mazlum ve mustaz’af çocuklarına sahip çıkma, kardeşlik sorumluluğunu yerine getirme bilinci ve azmiyle çaba sarf ederken canlarını Rablerine teslim eden bu kardeşlerimizi Rabbimizin cennet nimetiyle mükâfatlandırmasını niyaz ediyor; ailelerine, yakınlarına ve İHH camiasına sabırlar diliyoruz. Tüm İslam Ümmetinin başı sağ olsun!”

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR