1. YAZARLAR

  2. Fikret Başkaya

  3. Avrupamerkezli Yabancılaşmayla Hesaplaşılmalıdır

Avrupamerkezli Yabancılaşmayla Hesaplaşılmalıdır

Mayıs 1998A+A-

Bir kere kullanılan kavramlar hakkında ihtiyatı elden bırakmamak gerekiyor. Zira, bir yerde bir kavramın, bir kelimenin kullanılıyor olması, orada o kavrama uygun bir gerçeklik olduğu anlamına gelmiyor. Bir ülkenin sınır kapılarına, devlet binalarına, resmi kağıtlara "cumhuriyet" yazmakla orası cumhuriyet olmuyor, Bir binanın ön cephesine "burası üniversitedir" diye yazmakla oranın üniversite olması gerekmiyor. Saltanat tasfiye edildi diye "yeni" rejimin cumhuriyet olması gerekmiyor.

Bizde ve başka birçok yerde genellikle mefhum-u muhalifinden giderek sonuç çıkarmak gibi saçma bir gelenek var. Sultan tasfiye edildi öyleyse kurulan cumhuriyettir yaklaşımı saçmadır. Eğer orada cumhur'un iradesi tecelli etmiyorsa, cumhuriyetten söz etmek abestir. Zira, cumhur'u içermeyen bir cumhuriyet almaz.

Benzer bir durum demokrasi kavramı İçin de geçerlidir. Ağzını açan "Batı demokrasileri" diyor... Bir ülkede servetinin % 6O'ı o ülke nüfusunun % 1'inin elinde toplanmışken, demokrasiden söz etmek ne demektir? İnsanlar ekonomik alanın yönetiminin dışında tutuldukları sürece demokrasi içi boş bir söylem, bir retorik olmanın ötesine geçemez. Bugün ABD'de bir adamın senato'ya veya temsilciler meclisine seçilebilmesi için seçim kampanyasında asgari 4 milyon dolar harcaması gerekiyor. Böyle bir ülkede seçme-seçilmenin bir kıymeti harbiyesi olabilir mi: Bu kadar para kaç kişide var?

İkincisi, kavramlar, sözcükler ekseri gerçeğin üstünü örtmek, mistifikasyon yaratmak için üretilip yayılıyor. Türkiye'nin "demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti" olduğu söyleniyor. Türkiye'de bunların hiçbiri yoktur ve hiçbir zaman da olmamıştır.

Üçüncüsü, Türkiye gibi resmi ideolojinin geçerli olduğu ülkelerde, kavramların içeriğinin "ne olması gerektiğine" o kavramları ortaya atanlar karar veriyor. Mesela Türkiye'nin laik olduğunu ileri sürenler, o kavramı en sık kullanan kesimler gerçekte var olmayan bir şeyi varmış gibi göstermeyi başarıyorlar. Sonuçta kavramlar yani, retorik bir iktidar ilişkisi de ortaya çıkarıyor.

Türkiye'de cumhuriyet bir darbeyle kuruldu. Darbelerle de yaşatıldı. Bu yüzden "darbe", "ara rejim", "muhtıra" gibi kavramları da nüanse etmek gerekir. Bizde gerçekten söz konusu olan askeri bir rejimdir. Ya da bir asker-polis rejiminden söz etmek uygun düşer. Demokrasinin kurumlarıymış gibi görünen, parlamento, siyasi partiler, seçimler, "hukuk sistemi" vb. totaliter rejimin gerçek yüzünü gizleme işlevi görüyor. Parlamento içi boş bir kabuktur. Siyasi partiler devlet partileridir. Halk tarafından kurulan hiç bir partiye yaşama şansı verilmez. (Elbette buradan hep böyle gidecek gibi bir sonuç çıkarmamak gerekir. Bir gün mutlaka halk iradesi tecelli edecektir) Asıl 'ara rejim', kısmi demokrasinin gerçekleştiği dönemler için kullanılabilir. Böyle bir yapı, işleyiş ve anlayış geçerliyken, sadece siyasi partiler devlet partisi değil, sendikalar da devlet sendikasıdır, "aydınlar da" da devlet aydınıdır. Sivil toplum örgütleri bir retoriktir. Son dönemde "sivil toplum örgütü" denilenlerin ne menem bir şey olduğu gözü olanlar tarafından görülmüş olmalı. Genelkurmay'ın emir ve talimatı doğrultusunda "dans eden" marşlar söyleyip yürüyen bu kurumların gerçek anlamda sivil toplum örgütü olmaları mümkün müdür? Hukuk alanında sefalete bir bakın... Bizde hukuk, işi kitabına uydurmak içindir. Önce bir adamın cezalandırılmasına veya bir kurumun kapatılmasına karar verilir, arkasından mahkemeler devreye girer ve gereği yapılır. Türkiye'nin bu "yasalara uydurma" geleneği ekseri gözden kaçıyor. Bunun sayısız örneklerini her gün görüyoruz.

Ülkenin kaderine en az iki yüz yıldan beri batıcı bir komprador elit -veya oligarşi deyin- hakim olmaya devam ediyor. Bu sürekliliğin altının çizilmesi büyük önem taşıyor. Bu batıcı komprador oligarşi kendini "halkı adam etmeye memur edilmiş" sayıyor. Onun adına "neyin iyi neyin kötü vb." olduğuna karar veriyor. Sömürgecilerin misyonunu devralmış "yerli misyonerler" diyebilirsiniz bunlara. Ve bunlardan kurtulunmadan da hiç bir şansınız yoktur. Kavramların içeriğini onlar belirliyor, ilericilik, çağdaşlık, modernlik, kalkınma vb. adına üretilen safsatalarda devlet aydınları ve devlet medyası tarafından yayılıyor. Elbette her şey, sonlu denmiştir ve uyuşturucunun etkisi sınırsız değildir. Kolaylıkla yapay düşmanlar üretiyorlar... Sonra da halkı o düşmanlardan kurtarma misyonuna soyunuyorlar ve önemli rantlara hak kazandıklarını düşünüyorlar. Fakat yapay düşman icadı da ekseri emperyalistler tarafından saptanıyor. Buradaki hakim anlayış halkın "geri, gerici" olduğudur. Ve batıcı komprador elit gerici dediği halkı İlerici yapma misyonunun sahibi olduğunu düşünüyor. Bu tam bir kolonyalist anlayışıdır. Zaten ben Türkiye'deki süreci bir otokolonizasyon, yani kendi kendini sömürgeleştirme süreci olarak tanımlıyorum. Bir halk, gerici olabilir mi? Neden gerici olsun? Böyle bir anlayış, bilimsel anlayış karşısında durabilir mi? Hepsinden de ötede böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırı değil midir? Türkiye'de bu tür saçmalıkların geçerliliğini sürdürmesi bizde gerçek anlamda aydın "entelektüel" tanımına giren unsurların son derece yetersiz olmasındandır. Biliyorsunuz gerçek aydından yoksun toplumlar, bir bakıma "beyinsizleştirilmiş" toplumlardır. Bizde komprodor bir devlet aydınları kitlesi, diplomalılar taifesi mevcuttur ki, devletten bağımsız düşünme yeteneğini ve basiretini ortaya koyamıyorlar. Elbette bunun neden böyle olduğunu tartışmak önemlidir ama buna burada girmemiz gerekmiyor.

Türkiye'de egemen ideoloji "resmi ideoloji" olarak tezahür ediyor. Bu, emperyalist ülkelerden farklılığı oluşturuyor. Resmi ideolojide hakim sınıfın kendi ideolojisinin inandırıcılığından şüphe duymasından kaynaklanıyor. Topluma hiçbir şey veremeyen, vermeyen bir "yeni iktidardın ideolojisinin kitlelerin bilincinde kök salma şansı yoktur. O zaman tüm düşünsel alanları denetlemek zorunda kalıyorlar. Yasaklar, cezalar, işkenceler ve hapislerle varlığını sürdürebiliyor. Böyle bir toplumda ne özerk kurumlar, ne de özerk kafalar ortaya çıkamaz ve çıkamıyor. Türkiye'deki bu resmi ideolojinin geri planında da Avrupamerkezci dünya görüşü bulunuyor. Bu yüzden bizim de, bu Avrupamerkezci yabancılaşmayla hesaplaşarak işe başlamamız gerekiyor, Biz "Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı" ve Özgür Üniversite olarak Avrupamerkezci yabancılaşmayı aşmanın son derece önemli olduğuna İnanıyoruz. "Özgür Üniversite Forumu" dergimizin ikinci sayısında bu sorunu tartışmaya açarak bir başlangıç yapmak istedik...

Resmi ideolojininin dışında oldukları varsayılan veya kendilerini öyle sayanlar da aslında resmi ideoloji tarafından beyinleri dağlanmış unsurlar. Bu kesimlerden fazla şey beklemek doğru değildir. Türkiye'de halk kitlesinde bir çeşit "sığıntı" ya da "misafir" bilinci egemen. Bu durum, komprador elitin işini kolaylaştırıyordu. Geniş kitleler böyle bir bilinç taşıdıkça, Türkiye'yi kolayca yönetebiliyorlardı. 1990 sonrasında bu "bilinçte" bir aşınma başladı ve ilk defa insanlar komprador rejim hakkında sorular sormaya başladılar. Bu, bu topraklarda ilk defa ortaya çıkan bir şey. Şimdilerde komprador ittifak bu süreci durdurmak için bir dizi manipülasyonlar peşinde ama attıkları her adım aleyhlerine olacağa benziyor. Türkiye'de sağdan sola, tüm kesimlerde demokrasiye karşı saçma bir tavır geçerli. Oysa demokrasi bizim için ekmek kadar, su kadar önemli. Başkalarının bu kavramı sahiplenip içini boşaltması bizim demokrasiye sarılmamıza engel olmamalı... Zira, eşitlik, özgürlük, demokrasi gibi kavramlar eşanlamlı olmasalar da yakın içerikler taşıyan kavramlardır. Şu aşamada rejimin niteliği hakkında bir tartışma açmak ve gereğini yapmak gerekiyor. Ve devleti demokratikleştirmek için bir hareket başlatmalıyız. Aksi halde ülkeyi 1930 model kafalılar daha bir süre yönetmeye devam ederler.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR