1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Artık Bush’un da Bir Vietnam’ı Var!

Artık Bush’un da Bir Vietnam’ı Var!

Ocak 2004A+A-

Ortadoğu'da "işgal altındaki topraklar" ifadesi kullanıldığında yakın zamanlara dek tek bir coğrafya, Filistin kast edilirdi. 2003 Nisan'ından itibaren artık bu ifade yetersiz kalır oldu, çünkü Irak da artık işgal altındaydı.

Irak'ın işgalinin aslında on yıldan uzun bir sürecin sonunda tamamlandığı söylenebilir. ABD'nin BM'yi devreye sokarak 1991'de Irak ordusunu Kuveyt'ten çıkartma adına başlattığı Körfez Savaşı'nın sonunda, Irak'ta iktidarda bulunan Baas yönetimi, koltuğunu korumakla birlikte hakimiyet alanının bir kısmını yitirmişti. Savaşın hemen ardından Irak yönetiminin ve ordusunun Güney'de Şiilerin, Kuzey'de ise Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerle irtibatı kesilmişti. Bilahare yeni bir İran tehlikesi yaşamak istemeyen ABD, Saddam'ın ordusunun Güney'de başlayan isyanı ezmesine göz yummuş fakat Kuzey'de çizilen bir hatla Kürdistan Irak ordusuna yasak bölge haline getirilmişti. BM adına bölgede konuşlanan ABD ve İngiliz güçleri, Kürtleri Irak ordusundan korumak gerekçesiyle bu bölgede sürekli askeri kuvvet bulundurdular ve zaman zaman Irak mevzi ve uçaklarına saldırılar düzenlediler. Sonuç itibariyle Irak'ın kuzeyi 1991'den bu yana resmen olmasa da işgale uğramıştı. 1. Körfez Savaşı'nın ardından Irak'ın yaşadığı fiili bölünme hali bugüne dek kesintisiz biçimde sürmüştür.

Niçin Irak?

11 Eylül ile birlikte Bush yönetiminin geliştirdiği "önleyici saldırı" teorisinin Afganistan'dan sonra Irak'ı hedef almasının nedenini anlamak zor değil. Irak yönetimi ABD açısından uzun yıllardır sorunlu bir profil çiziyordu. Bush yönetimi, seleflerinin aksine ambargo ve yaptırımlar politikasıyla ya da kısa süreli operasyonlarla Irak'ı hizaya getirme çabasını sürdürmek yerine sorunu kökten çözmeye yöneldi. Irak, komşuları için tehdit oluşturan, kitle imha silahları edinme çabası içinde, halkını diktatörlük altında ezen "terörist" bir devletti. Dolayısıyla devrilmeliydi!

Elbette Irak'ın saldırıya uğraması için bu sayılanların hiçbiri hukuki gerekçe teşkil etmezdi fakat "Yeni Amerikan Yüzyılı"nı hukuki gerekçeler ya da uluslararası kurallar değil, ABD'nin ihtiyaçları ve amaçları belirleyecekti! Irak ise hem Amerikan dayatmalarına kafa tutan tavrı, hem İsrail için tehdit oluşturması, ayrıca stratejik önemi ve petrol kaynakları yüzünden Iraklılara bırakılamayacak kadar önemliydi. Üstelik de çok zayıf, yani tam ABD'nin dişine göre bir hedefti. Bush yönetimi, Afganistan'dan sonra ikinci adımda da kendisine yine kolay bir hedef seçerek yayılmacı yürüyüşünü istikrarlı bir tarzda devam ettirme kararlılığındaydı.

ABD, savaş hazırlığını içeride fazlaca bir zorlukla karşılaşmaksızın sürdürürken, dünyadan büyük tepki aldı. Dünya tarihinde ilk kez bir savaş daha başlamadan evvel yeryüzünün dört bir yanında yoğun, kitlesel ve sürekli protestolarla karşılanmıştı. Aynı süreçte ABD'nin talep ve dayatmaları uluslararası kuruluşlar ve pek çok ülkenin reddiyle karşılaştı. Ne var ki, sahip olduğu dev askeri ve mali güce güvenen ABD, mevcut ve muhtemel tehditlere aldırış etmeksizin yanına kattığı birkaç ülke ordusu ile birlikte Irak'ı işgal etti.

On yıldan fazla bir zamandır askeri ve ekonomik ambargo altında kuşatılmış Irak'ın üstün Amerikan askeri gücü karşısında pek bir varlık gösterememesi şaşırtıcı olmadı. Saddam yönetimi çöktü. Amerikalılar ve diğer işgal orduları üç hafta kadar süren çatışmaların ardından Irak'ın tümünü kontrolleri altına aldılar.

İşgalle birlikte bir numaralı savaş gerekçesi olarak sunulan Saddam yönetiminin Irak'ta kitle imha silahları stokladığına dair iddiaların gerçekliği tartışılmaya başlandı. Zaman geçiyor fakat iddiaları ispat cihetinde herhangi bir delil, iz ortaya konulamıyordu. Aslında savaş karşıtlarının ısrarla vurguladıkları bir gerçek açığa çıkmış, Bush-Blair ikilisinin kendi halklarına ve dünya kamuoyuna yalan söyledikleri anlaşılmıştı.  Buna rağmen işi pişkinliğe vuran ikili "yanılmışız ama değdi, bakın işte Irak'ta despotizm bitti, halk özgürleşti" masalına sarıldılar. Gerçekte ise ortada bir yanılma durumu yoktu, düpedüz yalan ve kandırma mevcuttu.

Savaş Irak'a Ne Getirdi?

Asıl yalan ise giderek daha net anlaşılmaya başlandı: Özgürlüğe kavuştuğu söylenen Irak halkı işgal terörünün pençesi altında giderek daha fazla ezilmeye başlamıştı. Amerikalıların Ortadoğu'ya yönelik kapsamlı değişim projesinde model ülke rolü biçilen Irak'ta tam bir kaos havası hakimdi. Peki değişen ne olmuştu?

Saddam diktası gitmiş, bunun yerine işgalcilerin emri altında çalışmak üzere, atama yoluyla kukla bir yönetim oluşturulmuştu. Sömürge valisi Paul Bremer ise her konuda son sözü söyleyen kişi. İşgalciler demokrasi getirdikleri iddiasındaydılar ama seçimlerden söz edilmesinden bile rahatsızlık duyuyorlar. Sözde Irak'a özgürlük getirmişlerdi ama özgürlük ancak işgalcilerle uyum içinde olanlar için geçerli. Bu süreçte işgale karşı çıkan yayın organlarının kapatılması; el-Arabiyye, el-Cezire gibi kanalların faaliyetlerinin engellenmesi, hatta çalışanlarının öldürülmesi, ABD'nin Irak'a nasıl bir özgürlük getirdiğini açığa çıkarmakta.

Saddam'ın baskısından özgürlüğe kavuşturulmuş Iraklıların ne zaman sokağa çıkıp protesto eylemi gerçekleştirseler işgal güçlerince katledilmeleri ise şüphesiz Amerikan demokrasisinin en "can alıcı" noktasını oluşturuyor. İran'da geçen yıl gerçekleştirilen öğrenci eylemlerine, daha yakında ise Suriye'nin Kamışlı kentinde başlayan olaylara dair Amerikan yönetiminin İran ve Suriye'yi halklarına baskı yapmakla suçladığına ve sert biçimde uyardığına tüm dünya şahitlik etti. Irak'ta ise aynı ABD, sistematik katliama dönüşmüş görünen bir tutum içinde.

Irak'ta işgal yönetiminin hummalı bir faaliyet alanı da ihaleler. Genellikle Amerikan şirketleri olmak üzere, işgal gücü içinde yer alan ya da bu güçlerle iyi ilişkilere sahip ülkelerden birtakım şirketler Irak'ta mukaveleler imzalıyor, ihaleler alıyorlar. Bu ihaleleri kim, hangi yetkiyle dağıtmakta, paylaştırmakta? Savaşın bitmesinin hemen ardından yağmacı grupların kamu binalarından koltuk, masa vb. malzeme çalmaları karşısında neredeyse tüm Irak halkına yağmacı sıfatını yapıştırmaya meyilli işgalciler, asıl yağmacıların kendileri olduğunu bu şekilde haykırmaktalar. ABD ordusunun açtığı mevzilerden ilerleyen Amerikan şirketlerinin Irak'ta giriştiği bu yağma faaliyeti şüphesiz işgal suçunu pekiştiren bir tutum olmuştur.

Peki, yaklaşık olarak birinci yılını tamamlayan işgal sonrası Irak'ın bugünkü manzarasına bakıldığında ne görünüyor?

Irak'ta Nasıl Bir Gelecek?

Öncelikle, Irak'ta etnik ve mezhebi bölünmüşlüğün işgalle birlikte daha dikkat çekici boyutlara ulaştığını söylemek mümkün. Irak'ın tarihsel bir sorunu olan taifeciliğin işgalle birlikte kurumsallaşma eğilimi gösterdiği ve en kötüsü de farklı etnik ve mezhebi kesimler arasında işgale ve işgal güçlerine yaklaşım temelinde bir ayrışma ve karşıtlığın geliştiği görülüyor. Kaba bir tasnifle işgale karşı direnen Sünniler; aktif direniş içinde olmamakla beraber işgale pasif muhalefet içindeki Şiiler ve işgalcilerle uyum içindeki Kürtler şeklinde bir ayrışma söz konusu.

İşgalle birlikte kendilerini en fazla zarara uğramış konumda hisseden Sünnilerin ABD'nin tesis etmeye çalıştığı düzene karşı muhalefetlerini sürdürecekleri kesin. Bununla birlikte Sünnilerin yoğun olduğu bölgelerde direnişin yoğunlaşmasını sadece eski imtiyazların kaybedilmesinden duyulan hoşnutsuzluğa bağlamak yanlış olur. Artık dünya çapında etkili bir faktör olduğu tartışma götürmeyen Selefilik akımı ve el-Kaide ağının da Sünni bölgelerdeki direnişte etkili bir rol oynadığı görülebiliyor.

Bu noktada en ciddi sorun ise işgale karşı direnişin gelişimine paralel olarak, bir yandan da direnişi yürüten kadrolar ve ortaya konulan bir kısım eylemler hakkında şüpheli, güvensiz bir atmosferin giderek büyümesi. Failler açısından ne ölçüde bir ayrıma tekabül ettiğini bilmiyoruz ama ortada çok net ayrıştırılması gereken iki farklı direniş çizgisi görülmekte. Birinde doğrudan işgal güçleri hedef alınmaktayken; diğerinde ise işgalcilerle işbirliği içinde olduğu düşünülen/varsayılan çok geniş bir hedef kümesi çizilmekte. Bunun sonucunda ise sadece polisler, işgalcilerin tercümanları ve benzeri yardımcı unsurlarla sınırlı kalmayan bir cephe açılmakta ve BM'den, yabancı yardım (yada misyoner) kuruluşu temsilcilerine, Şiilerden Kürtlere kadar çok cepheli ve kazanılması imkansız bir savaş yürütülmekte.  

Şiiler arasında ise her ne kadar şimdilik işgale karşı direniş Mukteda es-Sadr'ın taraftarları ile sınırlı gözükse de, uzun dönemde Şiilerin ABD ile olumlu bir ilişki içinde olmaları beklenmemeli. Irak'ın geleceğinde hakim rol oynayacakları ümidiyle fazla bir gerginlik oluşturmayıp işgal güçlerinin Irak'tan çekilmelerini bekleyen Şiilerin ABD ile ilişkileri pamuk ipliğine bağlı. Yönetimin devrinin gündeme gelmesiyle birlikte beklentilerinin karşılanmaması ve etkisizleştirilme operasyonuna maruz kalmaları durumunda Şiilerin aktif bir muhalefete yönelmeleri muhtemeldir.

Şiilerin hem Irak'ta çoğunluğu teşkil etmeleri hem de merce-i taklitlik kurumunun sağladığı merkezilik avantajı nedeniyle işgale karşı kitlesel eylemler, gösteriler, boykot ve benzeri pasif direniş unsurlarını etkili biçimde devreye sokmaları durumunda işgalciler bugünkünden de zor durumda kalabilirler. Böylesi bir durumda işgal güçlerinin teröristlerle yada isyancılarla mücadele etme söyleminin daha da anlamsızlaşması ve başta işgale destek veren ülkelerin kendi hakları arasında olmak üzere dünya kamuoyunun tepkisinin yoğunlaşması muhtemeldir.

Irak'ın gerek bugünü, gerekse de geleceğine dönük olarak en ciddi olumsuzluk kaynağını ise Kürtlerin işgalcilerle yakın irtibat ve işbirliği içinde olmaları teşkil etmekte. Bugün için olumsuzluk, çünkü işgale hem güç, hem de meşruiyet sunuyor. Yarınlar için büyük bir tehlike, çünkü iç savaşa zemin oluşturabilecek şekilde bir güvensizlik, öfke ve düşmanlık tohumu barındırmakta. Irak Kürtlerinin on yılların ezilmişliği ve Baas ırkçılığının doğurduğu nefretle işgalcileri kurtarıcı belleyen bir yaklaşım içine girmelerini anlamak zor olmasa gerek ama sonuçta emperyalist güçlerle işbirliğinin siyasi bir yanlış olmasından da öte tarihsel olarak affedilemeyecek bir suç olduğu tartışılmaz bir gerçek.

Bu noktada Kuzey Irak'ın denetimini ellerinde bulunduran Barzani ve Talabani önderliğindeki KDP ve KYB'nin Kürt halkını temsil etme iddiası öncelikle Kürt halkı açısından reddedilmeyi gerektiren bir durum. Bu iki partiye mensup yaklaşık 35 bin silahlı milisin işgal güçlerine aktif destek vermeleri, işgalcilerle birlikte operasyonlara katılmaları ancak ihanet kavramıyla açıklanabilir bir olumsuzluk. Bu tutum Irak halkları arasında güvensizlik ve nefret duvarları örmekte. Başta Kürdistan bölgesinde yerleşik İslami gruplar olmak üzere işgale karşı çıkan örgütlere yönelik katliamlarda bu iki işbirlikçi partinin oynadıkları aktif rol, emperyalistlerin attığı birkaç kemik için Ümmet kimliğini yaralamak anlamı taşımaktadır. İlkesel açıdan mahkum edilmeyi gerektiren bu tutum ayrıca stratejik olarak da yanlıştır. Nitekim Irak Kürtlerinin yaklaşık son elli yıllık tarihine bakıldığında işbirlikçi önderliğin yabancı güçlere dayanarak attığı her adımın arkasının halk için bir felaket getirdiği görülecektir.

Uzun Soluklu Bir Direniş Sadece Irak'ın Değil, Dünyanın Kaderini Değiştirebilir!

İşgalin arka planı ve hazırlık süreci göz önünde bulundurulduğunda Amerikan ordusunun kısa süre içinde Irak'ı terk etmesi beklenmemeli. Askeri ve mali gücüne ilaveten iç kamuoyunun kolay yönlendirilebilme özelliği ABD'nin daha uzun bir süre Irak'ta askeri varlığını sürdürmesine imkan sağlayacaktır. Bununla birlikte Amerikalıların öncülüğünde gerçekleşen işgal ve yağma düzenine Irak halkının tepkisinin giderek arttığı görülüyor. İşgalin uzaması ile birlikte beklentiler, uzlaşmazlıklar, gerginlik ve çatışmaların da artması kaçınılmaz. İşgalcilerin vaadleri boş çıktıkça kızgınlık büyüyor ve çatışmalara yol açıyor. Çatışmalar ise yeni ve büyüyen başka çatışmaları tetikliyor.

ABD, uzun soluklu bir girişim olarak tasarladığı Büyük Ortadoğu Projesi'nin daha ilk aşamasında tık nefes kalmış halde. Proje'nin ilk meyvelerinin alınacağı düşünülen Irak'ta tam bir fiyasko ile karşılaşıldı. Amerikalılar büyük araştırma ve incelemelere dayanan ayrıntılı raporlar, güzel planlar hazırlamakta mahirler. Bununla birlikte perspektif sorunu bilgi edinme sorunundan farklı bir şeydir. Dolayısıyla sağlıklı bir perspektiften yaklaşılmadığında veriler yanlış değerlendirmelere ve yanılgılara kapı açar.

ABD, Irak'a karşı saldırı hazırlıklarına giriştiği andan itibaren dünya kamuoyundan büyük tepkilerle karşılaştı. Aynı şekilde Irak krizi Batı ittifakı içinde de bir gerilim unsuruna dönüştü ve zaten mevcut olan çatlağı derinleştirdi. Amerikan yönetiminin başına buyruk tutumu, başta güçlü Batılı ülkeler olmak üzere dünyanın geleceği üzerinde ya da bölgesel anlamda söz sahibi olma iddiasındaki pek çok ülke ile ABD'nin ilişkilerinde soğumaya yol açtı. Irak saldırısına destek verenlerin sayısı sınırlı kaldı.

Şimdi Irak'ta işgalci güçlerin giderek batağa saplandıkları görüntüsünün belirginleşmesi ile birlikte destekçi ülkelerin de pozisyon değiştirmeye doğru gittikleri görülüyor. İspanya'da seçimler arifesinde yaşanan kanlı olayların ardından sağ iktidarın mağlubiyete uğraması, ABD desteğinin ağır bedeli olarak yorumlanmakta. İşgal Irak'ta çıkmaza doğru gittikçe, "koalisyon" adı verilen destekçi unsurların ABD'ye mesafelerinin artacağı kesin görünüyor. Bu süreç nihai tahlilde ABD hegemonyasının dünya çapında sorgulanması neticesini getirebilir.

Irak macerasına hazırlanırken Amerikalılar kendilerinden çok emin görünmekteydiler. Ne var ki, Ortadoğu'nun bilhassa İslam'dan kaynaklanan kendine has dinamikleri bulunduğunu ve Japonya, Almanya, Güney Kore kıyaslamalarının bu coğrafyaya denk düşmediğini yavaş yavaş anlamaya başlamış olmalılar. Amerikalıların illa da aşina oldukları bir bölge ile karşılaştırmaları gerekiyorsa Irak'ın her geçen gün biraz daha Vietnam'ı andırmaya başladığını söyleyebiliriz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR