Anne Frank ve Rachel Corrie Öyküleri
II. Dünya Savaşından 67 yıl sonra, Hollanda’daki Anne Frank House’dan (Anne Frank (Anneliese Marie Frank / 1929-1945), Yahudi Soykırımının simge isimlerindendir. Anne’nin Nazi işgali sırasında saklandığı Amsterdam’daki evi (Anne Frank House) müze haline getirilmiştir. (Ç.N.)) araştırmacı ve kameramanlarından oluşan bir ekip, Amerika’nın Wisconsin eyaletine bağlı Madison şehrindeki Capitol Gölü emekliler evinde yaşayan kayınbabam Fritz Loewenstein ile röportaj yapmaya gitti. Fritz, Anne Frank’ın günlüğündeki ‘gizli eklerde’ Peter van Damn diye bilinen dostu Peter van Pels’in hayatta kalan tek çocukluk arkadaşıydı.
Fritz’in sözlü ifadeleri iki saati aştı. Röportajı yapanlar arasında yer alan Hollanda’daki Anne Frank Evi Koleksiyonlar Bölümü Müdürü Teresian da Silva, Madison şehrine bizzat giderek özellikle ailesi 1930’larda Almanya’yı terk etmeden önce Fritz’e başta Peter van Pels ile ortak anıları hakkında olmak üzere yaşamının her yönüne ilişkin ayrıntılı sorular sordu. Fritz için bu sorular, muhtemelen 1930’larda Nazizm’in kara bulutları üzerlerine çökerken, küçük bir Yahudi okul çocuğu olmanın nasıl bir şey olduğuna ilişkin çok da iyi izler bırakmamış anıların tazelenmesi demekti.
Şüphesiz Anne Frank’ın hayatı ve ölümü, ölümünün üzerinden çok uzun yıllar geçse de milyonlarca kişinin zihnini meşgul etmeye devam etmektedir. Fritz’in Peter ile çocukluk arkadaşlığı “Anne Frank” konulu yeni belgesel çalışmada işlenecek ve yılsonunda Anne House’da gösterime girecek. Her yıl bir milyondan fazla kişi Amsterdam’daki Anne Frank House’u, onun ailesiyle yaşadığı ve ayrıca üç yıl boyunca Nazilerden kaçarak saklanan van Pels’in saklandığı bu mekânı ziyaret etmekte.
1920’ler ve 1930’larda Fritz’in babası Alman kasabası Osnabrueck’da doktordu. Almanya, ailesinin kuşaklar boyu evi olurken, Alman yurtseverleri olarak orada kültürlü ve dürüst şekilde yaşamaya muvaffak oldular. Loewenstein ailesi, nasyonal sosyalist tahakküme direnebilmeyi umduysa da zaman geçtikçe Fritz’in babası ve annesinin de fark ettiği gibi, kaçıp gitmekten başka çareleri kalmamıştı.
Fritz, kişisel Hitler karşıtı kampanyasını hatırlarken, babasının kliniğinin kapalı kapısının ardında gamalı haçları bir güzel nasıl sudan geçirdiğini düşündü. 1937 ilkbaharı Yahudiler için artık Almanya’yı terk etmenin iyice güçleştiği bir döneme tekabül eder. Loewenstein ailesinin, en azından bir bölümü şanslıydı. Bazıları kişisel eşyalarını alarak Amerika’ya göç etmeyi başardılar. Amerika o zamanlar Nazi rejiminin dehşetinden kaçanların ilk tercihi olmuştur. Son durakları ise New York şehrinde, kocam David Loewenstein’in yetiştiği Binghamton oldu.
Anne Frank House’dan gelen ekiple röportaj boyunca, David Anne Frank’ın kişiliğine dair oluşan tazim havası karşısında hayrete düştü. Dünyanın dört bir köşesinden her yaştan insan Anne’nin esaret günlerini anlatan muhteşem günlüğünü okurken, Anne’nin Hollanda’yı işgal eden Almanlardan kaçarak ailesiyle saklandığı yeri ziyaret ediyor. Anne Frank’ın günlüğünü on iki yaşımdayken, bu yaratıcı ve zarif çocuğun dünyasını özümseyerek okuduğumu hatırlıyorum. Anne ve ailesi yakalanıp toplama kamplarına gönderildiler ve -babaları Otto hariç- hep birlikte perişan oldular.
Anne, zulüm ve eziyet gören kurbanların umut ve azim sembolü olarak kaldı. Bazıları Anne’nin yaşam ve ölümünün Yahudilere özgü olduğu görüşünü taşısa da onun çağrısının evrensel olduğunu düşünüyorum. Anne Frank, hayatı ve ölümüyle insan iradesi ve arzusunu yaşama ve direnme azmiyle birleştirebilmiştir. Anne’yi en kâbus dolu insanlık durumlarında bile bir çocuk güreşçi olarak algılarız.
28 Ağustos 2012’de İsrailli hâkim Oded Gershon Amerikalı aktivist Rachel Corrie ile ilgili bir karar verdi. Beklendiği gibi, İsrail devleti ve ordusu Rachel’in katli konusunda kendini akladı. Bunu şahsen bekliyordum. Gazze’nin Refah kentinde yaşayan on binlerce Filistinlinin hayatını mahvetmeye ayarlı zırhlı Caterpillar buldozeriyle ezilerek öldürülmesinin -kanunsuz ve vicdansızca diye okuyun burayı- üstünden geçen dokuz yılda, Rachel, Amerika’nın eğitimli halkının geniş kesimi tarafından halen tanınmıyor. Hayatı, ölümünü hazırlayan koşullar nedeniyle ölümsüzleşen Anne Frank’ın tersine, Rachel adı, yaşamı ve ölümü Amerikan resmi tarihince karartılmakta. Tıpkı Filistin’de yaşananlara dair tüm haberlerin karartılması gibi. Rachel, Amerika’nın bilinçli politikalarıyla bilinmezliğe mahkûm edilmiştir.
Rachel’in ölümüne savunduğu ve onlar için ayağa kalktığı insanlar -ki, o insanların sesleri bastırılmaya çalışılıyor- uzun süredir verdikleri mücadelenin görülmesini bekliyorlar. Ki, tarihsel Filistin’in yerli halkı olarak akla izana sığmaz zorbalıklar karşısında bunu hak ediyorlar da. Bunlar tarihî Filistin topraklarında İsrail adlı bir Yahudi devleti kurmak için Siyonist ordular tarafından topraklarından zorla sürülen, tehdit edilen ve kitlesel olarak katledilen insanlardır.
İsrail, uluslararası hukuk ve evrensel İnsan Hakları Beyannamesinin ilkelerini kabul edip, Filistin’in yerli halkına karşı işlediği suçlardan dolayı özür dilemeyi ve tazminat ödemeyi kabul edene kadar bu yara kapanmayacak. İsrail, Ortadoğu’da ve tüm dünyada modern bir firavun devleti olarak görülmeye devam edecek. Her ne kadar Amerika, korumaya devam etse de İsrail’in gerçek yüzü gittikçe tüm dünya tarafından anlaşılıyor.
23 yaşında aktif, konuşkan ve muhalif bir üniversite öğrencisi olan Rachel, Uluslararası Dayanışma Hareketinin diğer mensuplarıyla birlikte Filistin halkının tarihî ve kültürel hayatından geriye ne kaldıysa acımasızca ve kasten silmeye azmetmiş İsrail’in yaptıklarına elinden geldiğince şahitlik etmek için Gazze’ye gitti. Amerika ve İsrail’in Ortadoğu siyasetinin ‘yanlış’ tarafında kaldığı için, onun adı ve hukuku resmi tarih kayıtlarından silindi. Modern siyasal tarihsel olayların resmi versiyonu tepeden inme hâkim anlatılarla çarpıtılırken, İsrail’in bölgesel tahakküm amaçlarına destek veren ve suç ortaklığı yapan Amerika’nın, nihayetinde İsrail’i yardımsever olarak gösterme yanılgısının devamlılığına mecburen omuz verdiği genel geçer medyanın güç koridorlarında, bir fısıltı, bir gölge gibi kaldı o.
Havaalanlarında ya da Meksika sınırında durdurulup sorgulanmayacak, saygın Hıristiyan menşeli bir aileden gelen bu beyaz Amerikalı kızı ulusumuzun yetkilileri şimdiye kadar Amerikan tarihinin çöp tenekesine atmayı başardı. Amerikan siyasetinin ‘yanlış’ tarafında kalarak her şeye rağmen adalet uğruna savaşan cesur beyaz bir kızın yaşamını ve ölümünü bu resmi Amerikan siyaseti bir kara delik gibi yokluğa itti. Şimdi İsrail’e kayıtsız şartsız destek vererek sivilleri katletmesine sessiz kalan ve insanlı veya hayalet uçaklarla denizaşırı cephelerde ‘şüpheli’ avına çıkan Amerikan siyaseti nezdinde en nihayetinde sesleri duyulsun, davaları yeniden gündeme gelsin ve artık görülsünler talebinde bulunan Filistinlilerin, Arapların ve diğer Müslümanların bir yeri olacak mı?
Kolonyal ve emperyal ellerde zulüm gören ve yakarışlarda bulunan insanların ıstıraplarını geçen yüzyıldan bu yana kayda geçiren kim bilir kaç Filistinli Rachel vardır?
İşgal, etnik temizlik, mülksüzleştirme, parçalanma ve Filistin’in toptan satışı olguları modern İsrail’in taktik ve amaçlarına uygun olarak yeniden düzenlendi ve tanımlandı. Apaçık olarak ırkçı çerçeve ve onun varoluş sebebi metodolojiler, gerekli sosyal ve siyasal ön koşulları oluştururken, Amerika ve İsrail söylemlerinde barış görüşmelerinin yeniden başlaması için Filistinlilere devletin Yahudi ekseriyete sahip olduğunun -kayıtsız şartsız- kabulünü dayatıyordu.
Daha anlaşılır bir deyişle, küstah bir şekilde Filistin tarafına, Yahudi yerleşim yerlerinin tartışılmazlığı ve Filistin kimliğinin reddedilmesi ön koşulları dayatılarak “barış masası”na oturması çağrısında bulunuluyordu.
Yerinden sürülme, etnik temizlik, bütün protestoları susturmak, toprakların ve kaynakların yasadışı kamulaştırılması gibi uygulamalar dâhil olmak üzere Siyonistler Filistinlilerin manevi ve tarihsel tüm haklarını reddettiler. Filistinlilerin elinde kalan yerli topraklardaki arazilerin birleşimi veya birleşmiş ulusal politikalar bundan böyle asla mümkün değildi ve bu tutum Yahudi devletinin yaşaması için ‘rasyonel’ ve ödün verilmez ön koşullar olarak sayıldı. Judea ve Samarie’daki İsrail’in yayılımı İsrail için ‘doğal büyüme’ kavramıyla açıklanırken, ırkçı ayrım duvarı Yahudi toplumunun ‘güvenlik ve esenliğini’ garanti eden bir gereklilik olarak sunuldu.
Yoğun olarak kuşatma altında tutulan Gazze dışında, İsrail’in sınırları yeniden çizildi ve Filistin’den arta kalan topraklar tümüyle çevrildi, gözetim altına alındı ve İsrail ve hamisi Amerika tarafından kontrol edildi.
Eğer yaşasaydı, bunun Gazze halkı için anlamını isabetle belgelemeye büyük olasılıkla devam ederdi, Rachel. İsrail’in geri çekilmesinin öncesi ve sonrasında, Hamas’ın 2006 yılı seçim zaferi ve Gazze’nin tam ablukaya alınması, Dökme Kurşun Operasyonundan ve Arap Baharının Filistinliler için bölgede yarattığı yankılardan sonra, pek az kurum ve kişi İsrail’in bu siyasetlerinin bir buçuk milyon Gazzeli üzerindeki anlamını sistematik biçimde açıklayabildi.
Rachel, Filistin’in yıkımının nasıl planlandığını ve Gazze şeridinde hayata geçirildiğini kendi gözleriyle gördü. Günümüz dünyasında az görülen, çıplak gözlerle, keskin bir algı ve vicdan ile Rachel, güncesinde ve İsrail’in rutin işlemlerinin kelimelere sığmayan sefaletini annesine yazdığı mektuplarında Gazze’de hayatın bu koşullardan nasıl etkilendiğini, kontrol noktalarını, yerleşim yerleri ve güzergahları, sokağa çıkma yasakları ve kapatmaları kaleme aldı.
Hiç kimse askerlerden, silahlardan, bombalardan ve tanklardan kaçamazdı. Çocukların ve yetişkinlerin yaşamında acı çektirmeye ve kalıcı psikolojik hasarlar vermeye ayarlanmış, dikkatle oluşturulmuş stratejilerin yol açtığı sadist ve uluorta muamelelerden ve sonuçlarından kimse kaçamazdı. Günlerce süren keyfî aşağılamalardan da kimse kaçamazdı. Su ve elektrik kesintileri; gıda, ilaç ve inşaat malzemesi ve yol tamirlerinde kullanılan malzeme sıkıntısı; kişinin öteden beri hissettiği sanal mahpusluğu… Bunların tümü aktivistlerin bilincine ve alternatif batı medyasının sayfalarına girmezden öncesinin Gazze’sini anlatıyordu.
Rachel’in ölümü ikinci intifada sırasındaki yoğun şiddet dönemi ile Amerika’da Bush yönetiminin Irak savaşına başlamasının hemen öncesinde gerçekleşti. Daha fazla toprak hırsızlığını haklı göstermek ve doğal kaynakları yağmalamak için bundan daha iyi bir zamanlama ve bahane olamazdı. Amerika’nın ‘terörle savaş’ mottosu Bağdat üzerinde başlatılan ‘şok ve dehşet’ kampanyası ile zirve yapmak üzereydi. Zamanın İsrail Başbakanı Ariel Şaron, hükümetinin siyasetini, öncelikle muhafazakâr ve yeni-muhafazakâr siyasetçiler ve dev şirketler tarafından petrol ve doğalgazla doymuş bölgedeki Amerikan hegemonyasını genişletmek ve yerleştirmek için uydurduğu Amerika’nın ‘terör’ ve ‘teröristlerle’ psikopatça takıntısıyla başarıyla ilişkilendirdi.
Büyük bir çaba göstermeye gerek duymaksızın, Filistinlileri ‘medeniyetler çatışması’nın ‘öteki’ ucu olarak nitelediler. Tıpkı el-Kaide’nin azılı mensuplarına yaptıkları gibi, Filistinlileri, Batı ve ‘özgürlükleri’ alanında verilen savaşın bir karşıt güçleri olarak betimlediler. İsrail’e ve Yahudilere karşı savaş yürütürken, diğer kolonileştirilmiş halklar gibi kendi topraklarında yaşama ve hükmetme ile kaderini tayin (self-determination) hakkına sahip oldukları olgusunun altını çiziyorlardı. Denebilir ki, Filistin davası haklı bir talep ve ilham verici bir halk direniş hareketi olarak ezilen ve sömürülen zayıf David’in (Davud) gaddar ve vahşi Goliath’a (Calut) karşı özgürlüğünü elde etme mücadelesiydi ve bu haklı bağımsızlık talebini dile getirme cüretini gösteren kişiye karşı şiddetli ve acımasız saldırılara davetiye çıkarılıyordu.
İkinci intifadanın şiddetli ortamında İsrail’in “terörist kâfirlere” karşı kendini savunma hakkını kullanmakta olduğu, Şaron’un haçlı seferinin zorunlu olduğu ve Amerika’nın şeytan ile mücadelesinde hayati bileşen olduğu yönünde ırkçılığın alası, saptırıcı iddialar serdediliyordu. Amerikan raporlarında o da eğer mevcutsa Filistin tarafına yer vermek adına pek az gayret gösteriliyordu. Anlaşılan, sorgulanamaz kanunun bir bölümü İsrail’in hayatta kalmak için mücadele verdiğini buyurmaktaydı.
Baskıcı, yoksullaştıran ve egemenlikleri altındaki insanları katleden suçlu diğer rejimler gibi, Rachel, Gazze’de -tarifi imkânsız topraklarda- tanıklık ettiklerinden derinden rahatsızlık duydu. Öldürüldüğü gün, çıldırmadan yaşayabilmek için her geçen gün yeni yollar bulmaya çalışan yoksul ve savunmasız mültecilere reva görülen aşağılık muamele ve el bombaları gibi üzerlerine yağan suçlardan birini protesto etmek için İsrail buldozeri ile Filistinli ailenin evi arasında dimdik durmuştu. İsrail mahkemelerine göre Rachel’in ölümü ‘pişmanlık uyandıran bir kazaydı’. Rachel kendini savaş alanının ortasında tehlikeye atmıştı. Suçlanacak biri var ise o kendisiydi. Kurban kendi ölümünün sorumlusuydu. Devletsiz, yoksul ve sersefil kalmış mülteciler de kendi durumlarından sorumlu oldukları gibi, kötü muamele, hapis ve insanlık dışı muamelelerin en baş suçlularıydılar.
Rachel, bir adet günlük, mektuplar ve çevresindeki insanların cesaretlerinin aynası olan cesaret ve sebatı miras bıraktı. Buldozer yaklaştığında hareket etmeyi reddetti ve belli bir noktadan sonra alan daraldı ve kaçacak durumu kalmadı. Ölümü de yaşamı gibi, o Rafah’a gelmeden çok önceleri ‘kapalı askerî bölge’ yaratılarak yıkım alanı ilan edilen yerde, evlerin yıkımını engellemek için çok zayıf olduğunu bilen genç bir kadının öfkesinin yansımasıydı.
Başka bir dönemde Rachel’in günlüğü, büyük bir macera yaşayan ve inancı uğrunda kavga veren genç bir kadının başyapıt klasikleri arasına girerdi. Bir başka zamanda ise Rachel’in öyküsü dünya çapında okul çocukları tarafından okunur ve tek başına vücudunu siper ettiği, zırhlı buldozere karşı koyduğu, “Bu durdurulmalı!” dediği yeri milyonlarca kişi ziyaret ederdi.
Günümüzde, resmi tarihin yaprakları arasında o bir meçhul şehit. Onun cesareti hoş karşılanmadı ve kınandı, onun adı lekelendi ve iftiraya maruz kaldı. Ben, Anne Frank’ın -yaşasaydı- Rachel’e hayran olacağına inanıyorum.
Tüm halkın insanlığını kaybetme ve topraklarının acımasızca işgal edilmesi tehlikesini taşıdığı o savaşın ve terörün bağrında, Rachel, evrensel adalet çağrısına kulak veriyordu.
Şiddeti sessiz ve kayıtsız bir dünyaya şiddetin acımasızlığını doğrulamış oldu Rachel. Kurbanlarına reva gördüğü (ezici) güçle ve onlara tanrı tarafından çizilen yazgı ile uluslar geçmişlerinin intikamını alma kararlığı ile öldürmeye kuşanıyorlar.
Aynı şekilde, inanıyorum ki, kendi güncesi ile ölümsüzleşirken, onun ölümü bir devletin kan ve toprak ile tanımlanan edimlerini ahlakı olarak haklılaştırmakta kullanılabilir belki ama yeri gelmişken söyleyeyim, onun popülaritesi büyük olasılıkla iğrenç bulacağı işte bu ideoloji sayesinde, kendi aldığı ibret verici dersler ve yaşadığı dehşetin aksine, umut verici şekilde artmaktadır.
İnanıyorum ki, Anne Frank, “Rachel buldozerin önünden çekilmeli miydi?” sorusuna yanıt verirken, “Rachel’in çekilmesi gerektiğini düşünmüyorum. Tersine, hepimiz onun yanında orada dikilmeliydik!” diyen Rachel’in annesi Cindy’e katılırdı.
Ahram Weekly
6-12 Eylül 2012
Çev: Eyüp Togan
- Hayatı ve Ölümü Doğru Anlamlandırmak
- İslami Değerlere Yöneltilen Saldırılara Bütüncül Bir Perspektifle Karşı Koymalıyız!
- Vahyî Siyaset ile Reel Siyaset Arasında İslamcılık Tartışmaları
- Sağlıklı Tepkiler ve Boş Tepkisellikler
- ABD'ye de Çirkince Saldırılarına da Hayır, Ama Ucuz Şark Kurnazlıklarına da
- Suriyeli Muhacirlere Ensar Olmalıyız!
- “Suriye Halkına Yardım Etmek Zorundayız!”
- Sol, Emperyalizm ve Suriye Devrimi
- “Sol, Suriye Halkının Yanında Durmalı!”
- Anne Frank ve Rachel Corrie Öyküleri
- Kemalist Paradigmada Kadın
- Hac Suresi Ayetleri Işığında Kulluk, Hac ve Kurban
- Akif’in “Kur’an Meali” Üzerine
- Çantamdaki Ejderha
- Yeryüzünün Acısı
- Ayağa Kalk Vicdani Dünya