Allah’ı Denklem Dışı Bırakmak ve Deizm
Yüce Allah yarattıktan sonra kenara çekilen olan bitene seyirci kalan, etkisiz bir ilah değildir. O’nun yaratması ve yönetmesi süreklidir, dinamiktir.
“Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O’ndan ister (O’na muhtaçtır). O her an yaratma halindedir.” (Rahman, 29)
“O, dilediği her şeyi yapan tek zattır.” (Buruc, 85/16)
İlk insandan itibaren nübüvvet kurumunun inşa edilmesi Allah’ın yaratıp kenara çekilmediğini, insanı başıboş bırakmadığını göstermektedir. Rabbimiz tarih boyunca, nebilerle-resullerle hem uyarmış hem de müjdelemiştir.
Deistlerin iddia ettiği gibi, Âlemlerin Rabbi insanı yaratıp kenara çekilmemiştir; birtakım haklar ve sorumluluklar yüklemiştir. Nebilerin-resullerin varlığı deizmin tüm iddialarını çürütmektedir.
Rabbimiz yeryüzünde yapılan haksızlıklara karşı da hiçbir zaman kayıtsız kalmamıştır ve çeşitli şekillerde müdahale etmiştir. İnsana özgür irade alanında tanınan hakları, deizm yanlış yorumlamaktadır. Oysa Rabbimiz cezalandırılması gerekenin cezasını erteler, yani imhal eder ama ihmal etmez. Ancak Rabbimizin müdahale şekilleri çok çeşitlidir.
İlahi müdahale bazen bir zalimin başka bir zalimin eliyle cezalandırılması şeklindedir. Bazen görünmez ordularladır. Bazen Fil Sûresi’nde anlatıldığı gibi, doğrudan göklerde ve yerde bulunan, somut-soyut orduların, zerrelerin-kürrelerin, virüslerin harekete geçirilmesi şeklindedir. Bazen de ahirete, ‘Hesap Günü’ne ertelemek şeklindedir.
Aşağıdaki ayet zulme ve haksızlığa karşı Rabbimizin müdahale şekillerinden birini şöyle beyan etmektedir:
“Sen, zalimlerin yaptıklarından Allah’ı habersiz sanmayasın. Ne var ki O, onları, sadece gözlerin yuvalarından fırlayıp bir noktada donakaldığı bir güne ertelemektedir.” (İbrahim, 14/42)
1. Gökler ve Yer Allah’ın Ordularıyla Doludur
“Evet, göklerin ve yerin bütün orduları Allah’a aittir.Zaten Allah mutlak izzet, her hükmünde tam isabet sahibidir.” (Fetih, 48/7)
Bazen tabiat yasalarını harekete geçirmek şeklindedir. Çünkü göklerde ve yerde ne varsa Allah’ın iradesine tabidir. Rabbimiz insanı yarattığı günden beri, onun zulüm ve haksızlıklarına karşı seyirci kalmamıştır. Çünkü O, yaratıp kanara çekilen, tatile çıkan, olan bitene seyirci kalan “deist bir ilah” değildir.
Yüce Allah’ın haksızlıklara, zulümlere karşı müdahale ettiğine ilişkin Kur’an’da çok sayıda örnek vardır. Örneğin Fil Sûresi’nde beyan edildiği gibi, “büyük fil” ve “küçük kuş” Allah’ın iradesini gerçekleştirmek için harekete geçirilmiştir.
Öte yandan göklerin ve yerin ordularının zulme, haksızlığa karşı harekete geçirilebileceği hakikati, zulme karşı mücadele sorumluluğumuzu ortadan kaldırmaz.
Eğer yeryüzünde zalimlere karşı mücadele edecek bir topluluk yoksa haksızlığın ilelebet payidar olacağı anlamına gelmez. Böyle bir durumda Yüce Allah depremle, kasırgayla, sel felaketiyle zalimlerin ellerini kurutabilir, iktidarlarını sallayabilir.
Buruc Sûresi’ni bir de gözle okumak gerekir. Kendilerini savunmaktan aciz olan müminleri ateş çukurlarına doldurup yakan zalimlere karşı, Yüce Allah seyirci kalmamıştır. Onları göklerin ve yerin ordularıyla cezalandırmıştır. Firavun ve Semud’un ordularını yok etmiştir. Yüce Allah onları hiç hesaba katmadıkları yerlerden çepeçevre kuşatıp yok etmiştir:
“Allah ise onları hiç hesaba katmadıkları yerden çepeçevre kuşatandır.” (Buruc, 85/20)
2. Emrullah, İznullah, Sünnetullah
Tabiat ve insan yaşamında meydana gelen olayların bağlı olduğu yasaları Allah yaratmıştır. Buna Kur’an ‘Emrullah’ demektedir. Örneğin su ve ateş, fonksiyonlarını yerine getirmekle Allah’ın emrini ifa etmektedirler.
Hayat Allah’ın emriyle devam etmektedir. İzniyle de sona erecektir. Varlık sahnesine çıkmak Rabbimizin ilk emriyle gerçekleşir. Varlık sahnesinden, imtihan edildikten sonra ayrılmak da O’nun izniyle gerçekleşir. O’nun izni olmaksızın hiçbir şey gerçekleşme hakkına haiz değildir.
Yeryüzünde hiçbir yaprak düşmez ki o, Allah’ın kontrolü altında olmasın.1 Varlık âleminde her şeyin belli yasalarla gerçekleşiyor olması, ilahi iradeden bağımsız olduğu anlamına gelmez. Hakikatin görünen yüzü bizi aldatmamalıdır. Bakın bu gerçeği Yüce Allah nasıl beyan ediyor:
“Allah’ın izni olmadıkça, (insanın) başına hiçbir musibet gelmez ve her kim Allah’a inanıp güvenirse, O, onun (akleden) kalbine rehberlik eder. Zira Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Teğabün, 64/11)
Yasayı koyan Allah, onu askıya alma hakkına da sahiptir. Örneğin uzun süre aç kalmak insanın güç yetiremeyeceği bir husustur. Üç yüz yıl uyumak ve açlıktan ölmemek Allah’ın kendi koyduğu yasayı ikincil bir emirle askıya almasıdır. Yani ‘İznullah’tır.
‘Sünnetullah’ Yüce Allah’ın toplumsal dinamikleri ayakta tutan yasalarıdır. Bu yasalar torpil yapmaz. Her toplum için geçerlidir. Hudeybiye Ashabı gibi velisi ve yardımcısı Allah olan, sefere çıkmış bir toplumla barış anlaşması yapmayan kâfirlerin yenilmesi kaçınılmazdır.2
“Allah’ın sünneti geçmişten Bugüne hep böyledir ve sen Allah’ın sünnetinde bir değişme bulamazsın.” (Fetih, 48/23)
Bir mümin ya da onun içinde bulunduğu ümmet başarılı olmak istiyorsa, Allah’ın tabiat-kâinat yasalarını dikkate almak zorundadır. “Ben müminim nasıl olsa Allah beni destekler!” rahatlığında hareket etmek doğru değildir. Bu rahatlığın aşırı ucu Yahudileşmek, ırkçılıkla dini kirletmektir. Çünkü Allah’ın tarafı, kendisine karşı sorumluluk bilinciyle hareket eden müminlerden yanadır. İman ve salih amel ise doğuştan elde edilmiş bir paye olmayıp bilinçli bir tavırdır, şuurlu bir eylemdir.
Tedbirsiz tevekkülü akaid kitaplarımız hikmetsiz bir usul olarak değerlendirmektedir. Siyerde de tedbir-tevekkül ilişkisi konusunda örnek hikâyeler, hikmetli diyaloglar vardır. Resulullah (s) bir bedevinin kendisine, “Eşeğimi bağlayayım da mı tevekkül edeyim, yoksa bağlamadan mı tevekkül edeyim?” sorusuna, “Bağla da tevekkül et.”3 şeklinde cevap vermiştir.
Kâinatta, tabiatta ve toplumda gerçekleşen hiçbir şey Allah’tan bağımsız değildir. Bu nedenle biz hangi tedbiri alırsak alalım, Allah yokmuş gibi davranma hakkımız yoktur. Çünkü Allah tevekkül edenleri, kendisine dayanıp güvenenleri sever.4
Tevekkül etmek, “her işimize Allah’ı karıştırmak” imanımızın bir gereğidir.5 Rabbimiz her şeyin yaratıcısı ve yöneticisidir. Bu nedenle elimizdeki imkânları değerlendirdikten vegereken tedbirleri aldıktan sonra Rabbimize dua etmek, O’ndan yardım dilemek imanımızın gereğidir.
Olayları hikmetle yorumlarken, eğer tedbir-tevekkül ilişkisini doğru kuramazsak, Allah muhafaza, önce düşüncelerimiz sonra da amellerimiz sekülerleşir, deist bir ulûhiyet anlayışının çukuruna yuvarlanırız. Bu konuda kötü örnek; Yaşar Nuri Öztürk’tür. Yola çıkarken dinden, imandan, kitaptan söz eden bu adam, ömrünün son noktasını deizmle koymuştur.
Tedbir-tevekkül ilişkisi konusunda Kur’an’da çok sayıda güzel örnek vardır. Bunlardan biri de Yakup Peygamber’in (as), oğullarına, Mısır’a girerken farklı kapılardan girmeleri gerektiğini ifade etmesidir.6
Yine Yusuf (as) tabiat yasalarını dikkate alma konusunda çok güzel bir örnektir. Ekonomiyi ve üretimi ‘yedi artı yedi’ şeklinde planlamış ve başarılı olmuştur.
Peygamber Muhammed (s) Medine’ye hicret ederken, müşriklerin kendisini takip edeceklerini bildiği için, kuzeye, Medine’nin tam ters istikametine hareket etmiştir.
3. Allah’ın, Rahmetiyle ve Gazabıyla Müdahalesi
a) Allah’ın Hayata Rahmetiyle Müdahalesi
Rahman ve Rahim olan, kendisine rahmeti ilke edinen Rabbimizin nebiler göndermesi, O’nun rahmetiyle hayata müdahil olmasıdır.
Vahyin yol gösterdiği şekilde davranan, tevhid ve adalet ekseninde toplumu inşa edenler, Allah’ın rahmetinden yararlanmış olurlar.
Öte yandan hakikati inkâr edip gerçekleri görmezden gelen, üstelik bunu zorbaca toplumuna dayatan firavunlar ise Allah’ın rahmetini değil gazabını tercih edenlerdir.
b) Allah’ın Hayata Gazabıyla Müdahalesi
Zulümleri sebebiyle geçmiş toplumların helak edilmeleri, Allah’ın hiçbir şeyi ihmal etmediğini gösteren örneklerdir.
Tüm topluma kendi günahını dayatan Lut, Ad ve Semud kavimlerinin helak edilmesi, Allah’ın gazabıyla müdahalesine Kur’an’daki çok sayıdaki örneklerdendir.
Salih’in (as) Semud kavmi, imtihan edildikleri deveyi öldürdükleri için helak edilmişlerdir. Onların depremle, gök gürlemesi, korkunç bir sesle ve yıldırımlarla helak edilmeleri,7 Allah’ın gazabıyla hayata müdahalesine örnektir.
“Derken elçiyi dinlemediler onu işkenceyle boğazladılar. Sonunda Rableri, bu günahları yüzünden burunlarını sürte sürte onları yerle bir etti.” (Şems, 91/14)
İnsan, yeryüzünün halifesidir. Ve yeryüzündeki her şey ona emanettir. Bir ihtiyaca karşılık olmaksızın, zevk için, kaprislerini gidermek için, Allah’ın emanet ettiği nimetleri israf etmek haramdır.
Bu ölçü vahşi hayvanlar için de ehlileştirilmiş hayvanlar için de geçerlidir. Kendi emeğimizle elde etmediğimiz, tüm insanlığa ya da kamuya ait bir mala zarar vermek, Allah’ın öfkesini celp edecektir.
Semud kavminde de öyle olmuş, su içme hakkını yok sayarak deveyi sebepsiz yere öldürenler cezalandırılmışlardır. Bu bağlamda Avusturalya’da, tüm insanlığa, kamuya ait develeri sebepsiz yere öldürenlere, Allah’ın “sel felaketi”yle cevap vermesi şaşılacak bir sonuç değildir.
4. Deprem Allah’ın Bir Cezası mıdır?
“Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır. Öyle ki elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip şımarmayasınız. Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.” (Hadid, 22-23)
Tabiat olayları her zaman tek bir algıyla yorumlanamaz. Sebepleri gibi sonuçları da farklıdır. Sebepleri ve onların kanunlarını yaratan doğrudan doğruya Yüce Allah’tır.
Rabbimizin iki tür ayeti vardır: Kitaptaki ayetler vekâinattaki ayetler. Birincisine “sözlü ayetler”, ikincisine “görüntülü ayetler” diyebiliriz.
“Zamanı geldiğinde insana mesajlarımızı [evrenin] uçsuz bucaksız ufuklarında ve kendi öz benliklerinde [bulduklarıyla] tam olarak anlatacağız ki bu [vahy]in tartışılmaz bir gerçek olduğu, apaçık ortaya çıksın. Rabbinin her şeye tanık olduğu[nu bilmeleri onlara] hâlâ yetmez mi?” (Fussilet, 41/53)
Allah’ın sonsuz kudretine şahitlik eden ayetler sadece sözlü vahyin kelamullah olarak bize inzal olan işaretleri değildir. O’nun Kur’an’daki ayetler yanında, tabiatın ufuklarındaki ve insanın özündeki ayetler de aynı hakikate işaret ederler.
Bu usulle değerlendirdiğimizde bizim olağanüstü hallerde felaket, afet olarak isimlendirdiğimiz bütün tabiat olayları Allah’ın işaretleridir. Bu bağlamda deprem de kasırgalar da Allah’ın ayetleridir.
İster Kur’an’ın sözlü işaretleri olsun isterse sözsüz vahyin işaretleri olsun, hakikatin temelde iki amacı vardır: Nezir ve büşra, yani uyarı ve müjde.
Tabiat olayları, her şeyden önce Allah’ın rahmetinin tecellileridir. Yağmur, kar, buharlaşma, bulutların oluşumu, bütün bunlar yeryüzündeki mükemmel tasarımın, dengeli hayatın devamı için elzemdir. Fakat Allah’ın rahmeti ve müjdesine şahitlik eden tabiat olayları, bazen O’nun gazabına da elçilik edebilmektedir.
Normal koşullarda deprem üreten fay hatları Allah’ın rahmetinin bir tecellisi olarak yeryüzünde sürekli olarak hareket etmekte, toprağın havalanmasını, sıcak-soğuk suların kendiliğinden, zahmetsiz olarak ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Ancak bazen aynı fay hatları yeryüzünde insan eliyle yapılan uygarlıkların heba olmasına, yıkılmasına yol açabilmektedir. Sonucundan bakarsak, depremin bir yıkıma yol açması, fay hatlarının suçu değildir. Fay hatları, onları tasarlayan ve rahmetine elçilik görevi veren Allah’ın ayetleri, O’nun kullarıdır.
Her an fay hatlarında meydana gelen depremler çoğunlukla Allah’ın rahmetinin şahitleridir. Çünkü yıkım ve felakete yol açmayan depremler, fay hatları üzerinde bulunan yer altındaki minerallerin, madenlerin yukarı çıkmasına veya yer üstüne işaretler taşımasına hizmet etmektedir.
5. Bakteriler ve Virüsler Allah’ın Bir Cezası mıdır?
Bakteriler Allah’ın bir rahmeti mi azabı mıdır? Virüsler Allah’ın rahmeti miazabı mıdır? Örneğin Çin’de ortaya çıkan koronavirüs Çin devletine Doğu Türkistan’daki zulümleri sebebiyle Allah’ın bir cezası mıdır?
“Evet, öyledir!” demek yerine, daha hikmetli bir düşünceyle konuyu yorumlamak gerekir. Evet, Allah’ın müdahil olmadığı hayatın hiçbir alanı yoktur. Öyleyse bu müdahale, Allah’ın rahmetine mi yoksa gazabına mı elçilik etmektedir?
Suçsuz, günahsız, melek gibi bir çocuğun ölmesini, “helak” diye nitelendirmek, en hafif ifadesiyle hikmetten nasipsiz olmaktır.Virüsle ölen çocukları babalarının yaptıklarından sorumlu tutup “lanetli” ilan etmek, bizim iman tasavvurumuza uygun değildir. İman ettiğimiz Allah hiç kimseye güç yetiremeyeceğini yüklemez. Herkesi kendi yaptıklarından sorumlu tutar.
Ancak kâinatta ve insan toplumunda ortaya çıkan her şeyde bir işaret vardır. Bu işaret ya Allah’ın rahmetine ya da azabına elçilik eder. Yoldaki her işaret ya bir uyarı ya da bir müjde taşır.
İnsana faydalı olan bakteriler de onun ölümüne yol açan virüsler de Allah’ın kâinata, insan yaşamına müdahale elçileridir. Bu müdahale bazen rahmetinin elçisi olurken, bazen de gazabına elçilik yapmaktadır. Çok sayıda insanın ölümüne yol açan virüslerin bir nezir, yani uyarı mesajı verdiği kesindir.
Ergenlik dönemine girmemiş olan çocukların ölümü, ölüm şekli ne olursa olsun, “helak” olarak isimlendirilemez. Ancak bir insan zalim ve kâfir olarak öldüyse, onun ölümünü “helak” olarak yorumlayabiliriz. Öte yandan her ölüm geride kalanlar için ibret alınması gereken uyarılar taşır.
“Bu işe Allah’ı karıştırmayalım!” yaklaşımı doğru değildir. Çünkü Allah’tan bağımsız hiçbir alan yoktur. Deistlerin iddia ettiği gibi,makro ya da mikro ölçekte, Allah’tan bağımsız hayatta hiçbir alan yoktur.
Tüm göklerin ve yerin sahibi, yönetimi Allah’ın elindedir ve bu yönetim ona ağır gelmez:
“…O’nun sonsuz kudret ve otoritesi gökleri ve yeri kaplamıştır; üstelik onları görüp gözetmek O’na güç gelmez. Zira yüce ve azametli olan yalnızca O’dur.” (Bakara, 2/255)
a) Ayetullah Probiyotikler
Bilim adamlarına göre, bağırsaklarımızda flora oluşmamış olsaydı yaşam mümkün olmazdı.
Vücudumuzda yaklaşık yüz trilyona yakın bakteri bulunmaktadır. Yoğun olarak bağırsaklarda yaşayan mikroorganizmalardan probiyotik bakterilerin vücuda birçok faydasının olduğu bilimsel araştırmalarda ortaya konulmuştur.Bu bakterilerin toplam ağırlıklarının bir buçuk kilo olduğu sanılmaktadır.
Normal doğuma göre, sezaryen ile doğan ve anne sütü ile beslenemeyen bebeklerde ise bağırsak florasının sağlıklı gelişmesi daha yavaş olmaktadır. İki yaş civarında flora tamamlanmakta ve özelliklerini hayat boyu sürdürebilmektedirler. Bu özellikler aynı parmak izi gibi kişiden kişiye bireysel farklılıklar da göstermektedir.
Probiyotikler mukozal bütünlük sağlayarak zararlı bakterilerin dokulara geçmesine engel olmakta, vücudu enfeksiyonlara karşı korumakta, bağışıklık sisteminin gelişimi ve devamlılığına yardımcı olmaktadır.
Son elli yılda, gıda teknolojisindeki değişimlerden endüstriyel gıda üretimi ile insanoğlu daha önce tanışık olmadığı birçok kimyasal madde ile tanışmak zorunda kalmıştır. Ayrıca hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçlar ve özellikle de gelişigüzel antibiyotik kullanımı ile bağırsak florası birçok zararlı etkene maruz kalmıştır.
Yeni gıda teknolojileri nedeni ile doğal gıdalardan uzaklaşılmış ve probiyotik fakiri ürünlerle beslenme şekli gün geçtikçe artmıştır. Ayrıca hızlı ve çok sayıda, raf ömrü uzun gıda üretimi teknikleri nedeni ile gıdalardaki yararlı bakteriler ortadan kalkmakta ve yararlı bakterilerden mahrum kalınmaktadır.
Bağırsak florasındaki bakteri çeşitliliği sosyokültürel yaşam, coğrafi bölge ve beslenme şekli gibi etkenlere bağlı olarak değişkenlik göstermektedir. Habis ve endüstriyel paket gıdaların faydalı bakterilerin azalmasına ve birtakım hastalıklara yol açtığı laboratuvar çalışmalarında ortaya konulmuştur. Bu nedenle beslenmemizde, Allah’ın bir emri olan tayyib, yani temiz ve sağlıklı gıdaları tercih etmemiz önem arz etmektedir.
Pırasa, soğan, sarımsak, lahana, yer elması, bezelye, nohut, kuru fasulye, mercimek, barbunya, elma, muz, şeftali, karpuz, tam buğday, arpa, çavdar, kuru incir, hurma, kuruyemişler ve tabi ki anne sütü prebiyotik açısından oldukça zengindir. Yoğurt, ayran, kefir, tereyağı, dondurma, peynir, turşu, boza, tarhana, şalgam gibi besinler probiyotiklerden oldukça zengindir.
Bağırsaklarımızdaki güvenlik görevlileri, bekçiler, askerler olan probiyotikler geleneksel tencere yemekleriyle bayram ederken, birçok koruyucu ve katkı maddesi içeren fast-food tarzı gıdalarla zehirlenmektedir.
b) Ayetullah Virüsler
Yeryüzünde pek az varlık virüsler kadar itici ve ürkütücü olsa gerek. Virüs, Latince “zehirli sülük” anlamına gelen bir sözcükten türetilmiştir.
Proteinle kaplı DNA ya da RNA içeren gevşek ve minik moleküllerden oluşan, canlılar dünyasıyla cansızlar arasında mekik dokuyan virüslerin anatomik yapıları da bir o kadar çetrefillidir.
Virüslerde, bakterilerin tersine, hücre zarı yoktur; hücreleri tam anlamıyla hücre de değildirler. Ancak çoğalmak amacıyla canlı hücreleri kuşatıp genellikle çoğunu yok ettiklerinde, canlıymış izlenimini verirler. Bu özelliklerinden ötürü de gerçekte biyotik hiçbir yönleri olmayan Ebola, HIV, çiçek ve grip gibi virüsler, “korkunç katiller” olarak algılanırlar.
Bugüne dek virüsler genellikle zararlı varlıklar olarak ele alınmış olsalar da giderek yararları da gün yüzüne çıkmaktadır.
Ölümcül olan virüslere karşı tedbir almak, tevekkül tasavvurumuzun bir gereğidir. Peki, virüslerle gerçekleşen ölümleri bir mümin olarak hikmetle nasıl yorumlamalıyız?
Her şeyden önce, virüslere karşı mücadele yürütürken mütevazı olmalıyız. Her insanın ölümlü olduğunu unutmamalıyız. Bu mücadeleyi bir “savaş” olarak nitelendirirken, haddimizi aşan ifadeler kullanmamalıyız. Seküler söylemleri tercih eden bilim adamları, bazen bu mücadeleyi sanki virüse karşı değil de Yaratıcıya karşı kazanılmış zafer gibi takdim etmektedir.
“Her canlı ölümü tadacaktır.”8 ilahi hükmü, insanın da onun ölümüne yol açan virüslerin de ölümlü olduğu hakikatini dile getirmektedir.
Eğer virüsler, bütün tedbirlere rağmen bir müminin ya da masum bir çocuğun ölümüne yol açıyorsa, bunu “helak” olarak nitelendirmek yanlıştır. En doğrusu, böyle bir sonucu, “ecel” olarak nitelendirmektir.
Zalim bir insanın ölümü, ister topal bir sinek, bir virüs, doğal afet, deprem gibi felaketlerle olsun, isterse ani bir kalp kriziyle yatağında, uykusunda gerçekleşsin, bu olayın değerlendirme kriteri “helak” şeklinde olacaktır.
6. Felaketlerin Faturasını Allah’a Çıkarmak Ahlaksızlıktır
“(O halde anlayacakları şekilde söyle): Başına gelen her iyilik Allah’tandır; başına gelen her kötülük de kendindendir. Biz seni bütün insanlığa elçi olarak gönderdik ve buna (birinin şahit olması gerekirse) en büyük şahit olan Allah yeter.” (Nisa, 4/79)
Kötülüğü Allah’a nispet etmek, felaketlerin, helaklerin faturasını Allah’a çıkarmak ahlaki bir tavır değildir.
Doğal olayları, felaketleri acele ederek yüzeysel değerlendirmek, peşin fikirli olmak bizi hikmetten yoksun bırakacak, yanlış kararlar almamıza yol açacaktır. Bizim şer bildiğimiz hayır, hayır bildiğimiz şey ise şer olabilir:
“Sizin için sevimsiz bir şey olduğu halde, savaş size farz kılındı. Hem sizin hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı, sizin hoşlandığınız bir şey de sizin için şerli olabilir. Allah (hakkınızda hayırlı olanı) bilir ama siz bilemeyebilirsiniz.” (Bakara, 2/216)
7. Her Ölüm Helak midir?
Unutulmamalıdır ki zulüm işlerken, nankörlük yaparken ölüme yakalanan herkes helak olmuş sayılacaktır. Sonsuz saadete aday olarak yaratılan insanın kendisine sunulan imkânlardan yararlanmaması, onları helak etmesi anlamına gelir.
Her ölüm helak değildir.Helak, imansız ölmektir. İmanlı ölmekse kahramanlıktır ve her imanlı ölüm şehadettir.
Yatağında öldüğü halde Resulullah’a, Rabbimiz “şehit” sıfatını9 layık görmüştür. Hayatını imanına şahit kılan her mümin nasıl ölürse ölsün, vahyin şahidi olduğu için “şehit” hükmündedir. Ve şehitler ölmez, Allah’ın ikramı olarak cennetlerde ağırlanmaktadırlar.
Bize düşen, dilimizden Kur’an’ı, kalbimizden imanı çıkarmadan şehrin caddelerinde ve sokaklarında vakarlı yürümektir. Bize düşen vahyin şahidi, adaletin gerçekleşmesi için çaba sarfetmektir. İnsana gücünün üstünde sorumluluk yüklemeyen Rabbimiz, tağutlara karşı cihadımızda bizi zaferle değil seferle sorumlu tutmuştur.
Başımıza gelen felaketleri hikmetle yorumlamalıyız. Eğer bu felaketlerin meydana gelmesinde ahlaki sorumluluklarımız varsa, bunun faturasını Allah’a çıkarmak, en hafif ifadesiyle ahlaksızlıktır:
“Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınızın sonucudur; üstelik O, birçoğunu da affetmektedir.” (Şura, 42/30)
Başımıza gelen her felaket kendi ellerimizle yaptıklarımızın sonucudur. Öyleyse felaketlerin faturasını, el-Muksit, er-Rahman, er-Rahim olan Allah’a çıkarmak ahlaki bir tavır değildir. Öte yandan kâinatta gerçekleşen olayları Allah’tan bağımsız ve O’ndan izinsizmiş gibi görmek de bizi bir başka yanlışa, deizmin, sekülerizmin tuzaklarına düşürecektir.
Kâinattaki her şey ya Allah’ın emri ya da O’nun izniyle gerçekleşir. Öte yandan felakette ölen herkes suçlu değildir. Biz haddimizi bilmeli; itidalli, adaletli, dengeli olmalıyız.
Öte yandan başımıza gelen musibetler, felaketler bizim ellerimizle yaptıklarımız sonucunda değil de doğal afetler kapsamında ise böyle bir durumda el-Mü’min olan Allah’ın güvencesi altında olduğumuzu unutmamalıyız. Bu durumda ölsek de gam değildir. Çünkü hesabını veremeyeceğimiz bir durum söz konusu değildir. Üstelik ölüm şeklimiz günahlarımızın kefareti olacaktır. Bir tür “manevi sigorta”nın güvencesi altında olduğumuz için, Allah’ın izniyle sonsuz hayatta sonsuz mutlulukların kapısı bize açılacaktır.
8. Deizmin Dilimizdeki Fitnelerine Karşı Cihadımız
“De ki: Benim namazım, tüm istek ve arzum, bütün ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin rabbi olan Allah içindir! Ulûhiyetinde O’nun ortağı yoktur: Ben işte bu tevhid ile emrolundum ve ben varlığını kayıtsız şartsız Allah’a teslim edenlerin öncüsüyüm!” (En’am, 6/162-163)
Yukarıdaki ayetler hayata, ibadetlerimize ve tüm etkinliklerimize yükleyeceğimiz anlama ilişkin işaretler taşımaktadır. Buna göre, alan sınırlaması yapmaksızın, tüm hayatımızın Allah’ın rızasına uygun olması gerekmektedir.
Bir mümin olarak yaptığımız her işte Allah’ın rızasını aramak zorundayız. Çünkü Rabbimizin hayatımızda ilgilenmediği hiçbir alan yoktur. Allah’ı her işimize karıştırmak zorundayız. Çünkü Allah’ı her işine karıştırmayan bir kimse mümin olamaz.
Allah’ın sadece yaratan ama yarattıklarına karışmayan, onları kafalarına takılmaları için serbest bir bırakan bir ilah olmadığı Kur’ani bir hakikattir. Deizm bağlamında dile getirilen yeni moda yaklaşımlar, “Allah’ı gereğince takdir edememek”tir.10
İman ettiğimiz Allah, yaratıp kenara çekilen, etliye sütlüye karışmayan pasif bir ilah değildir. Ayet-el Kürsi’de beyan edildiği gibi Rabbimiz uyumayan, uyuklamayan, yorulmayan, sürekli olarak aktif olan bir ilahtır. Âlemlerin Rabbi, Yahudi ve Hristiyanların iddia ettiği gibi altı gün yaratıp yedinci gün tatile çıkan bir ilah da değildir. O her an yaratmaktadır, yaratmaya devam etmektedir.
“Göklerde ve yerde bulunan her varlık O’na muhtaçtır; her an O, (hayata ve varlığa dair) her işe müdahildir.” (Rahman, 55/29)
Sözlerimizden Sorumluyuz
“İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında onu gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kehf, 18/18)
Allah her işimize karıştığı gibi dilimize de karışır. Sözcükleri kafamıza göre, sorumsuzca kullanamayız. Çünkü hayatın her alanıyla ilgili ölçüler koyan Rabbimiz, nasıl konuşacağımızın ve nasıl konuşmayacağımızın sınırlarını da Kur’an’da beyan etmiştir. Göz, kulak ve gönül gibi dil de sorumludur.11
Dinimiz, dilimizi nasıl kullanacağımızın temel ölçülerini koymuştur. Peki, dilimizden dökülecek kelimelerin ölçüsü nedir? Bir başka ifadeyle nasıl konuşmalı, nasıl konuşmamalıyız?
Nasıl Konuşmalıyız?
Birincisi; dilimizden dökülecek sözcükler “kavlün sedîd” olmalıdır. Yani yalandan arınmış, doğru sözler olmalıdır. Doğru söz haşyetimizin şahididir.Bu konuda sorumluluk bilinciyle hareket etmemiz, bizim Allah’a karşı haşyetimizin, saygılı olduğumuzun da göstergesidir.
“Siz ey iman edenler! Allah’a karşı sorumlu davranın ve sözü yerinde ve dosdoğru (kavlün sedîd) söyleyin.” (Ahzab, 33/70)
Doğru söz takvamızın, Allah’a karşı sorumluluk şuuru taşıdığımızın şahidi olarak öz benliğimizden dışımıza yansımaktadır:
“Artık onlar saygılı olsunlar ki eğer kendileri, arkalarında korunmaya muhtaç çocuklar bıraksalardı, onlar için endişelenirlerdi. Allah’a karşı sorumluluk bilincini kuşansınlar da dosdoğru konuşsunlar.” (Nisa, 4/9)
İkincisi; kerim söz söylemeliyiz. Yani içinde iltifatlar, gönle hoş gelen, “kavlün kerim” sözler söylemeliyiz.
“Zira senin Rabbin, başkasına değil yalnızca kendisine kulluk etmenizi emreder. Bir de ana babaya iyilik etmeyi… Eğer onlardan biri ya da ikisi senin yanındayken yaşlanırsa, sakın onlara ‘Öf!’ bile deme ve onları azarlama! Aksine onlara gönül okşayıcı şeyler söyle!” (İsra, 17/23)
Üçüncüsü; kavlün meysûr, yani yatıştırıcı, teskin edici sözler söylemeliyiz. Kavlün meysûr, işi yokuşa sürmeyen, kolaylaştıran, çözüm üreten sözdür.
“Ve eğer sen (kendin) de Rabbinin katından ihtiyaç duyduğun bir lütfu/bir rahmeti arama çabası içinde olduğun için [ihtiyaç sahiplerine] ilgisiz kalmak zorunda isen, o zaman, hiç değilse, onlara yumuşak/yatıştırıcı bir söz söyle.” (İsrâ, 17/28)
Dördüncüsü; kavlüm ma’ruf, tatlı söz söylemeliyiz. Yani insanlara garip karşılanan, onları inciten bir söz söylemek yerine, örfe uygun, gönle hoş gelen sözler söylemeliyiz.
“Gönül yapan hoş bir söz ve rahmet dileme, arkasından incitmenin geldiği bir yardımdan daha hayırlıdır. Ve Allah kendi kendine yetendir, cezalandırmadan önce fırsat tanıyandır.” (Bakara, 2/263)
Beşincisi; kavlü leyyin, yumuşak söz söylemeliyiz. Muhataplarımızın kalbini kırmak için değil, kalplerini kazanmak için sözlerimizi iyi seçmeliyiz. Muhatabımız firavun bile olsa, bu ölçüye dikkat etmeliyiz:
“Ama onunla yumuşak bir dille konuşun ki o zaman belki aklını başına toplar yahut [böylece, en azından kendisine] gözdağı verilmiş olur.” (Taha, 20/44)
Altıncısı; kavlün beliğ, yani kalplere tesir eden, hikmetli sözler söylemeliyiz:
“Ama bunlar, Allah’ın kalplerindekini bildiği kişilerdir. Şu hâlde onları kendi hâllerine bırak; onlara öğüt ver ve onlarla konuş; bu, içlerinde iz bırakan beliğ bir konuşma olsun.” (Nisa, 4/63)
Nasıl Konuşmamalıyız?
Dilimizi yanlış alanlarda kullanmamalıyız. Örneğin gıybet etmek dilimizi yanlış bir alanda kullanmaktır. Hayâsız sözler söylemek, sövmek, kavga dövüş çıkarmak dilimizi yanlış alanlarda kullanmaktır. Gereksiz soru sormak, yalan yere yemin etmek de dilimizi yanlış bir alanda kullanmaktır.
Her tavır ve davranışımız gibi konuşmalarımız da Allah’a karşı sorumluluk bilincimizin tezahürlerindendir. Bu nedenle aklımıza estiği gibi davranmamalı, dilimize her geleni dışa vurmamalıyız.
Birincisi; sövgüyle konuşmamalıyız. İslam’ın en hassas olduğu putperestlik konusunda bile, sövgüye izin verilmemiştir. Çünkü sövgü sövgüyü doğurur.
“Allah’tan başkalarına yalvarıp yakaranlara sövmeyin ki onlar da cehaletin verdiği nefretle Allah’a sövmesinler. Zira biz her topluma kendi yaptıklarını güzel gösterdik. Sonuçta onlar Rablerine dönecekler. İşte o zaman yaptıkları kendilerine bir bir haber verilecektir.” (En’am, 6/108)
İkincisi; bağırarak konuşmamalıyız. Sesimizi doğal halinden çıkararak kaba ve haşin bir şekilde konuşmak mesajımıza gölge düşürecektir.
“Davranışlarında ölçülü ve dengeli ol, sesini yükseltme. Unutma ki seslerin en çirkini eşeğin anırmasıdır.” (Lokman, 31/19)
Üçüncüsü cedele yol açacak sözlerden uzak durmalıyız. İnsanoğlu çok tartışmacıdır, tartışmayı sever. Ancak hakikate bir hizmeti olmayacağı için sonu gelmeyen demagojilerden uzak durmalıyız.
“İşte biz bu Kur’an'da insanlar[ın yararlanması] için çeşitli açılardan türlü türlü dersler ortaya koyduk. Bununla birlikte, insan her şeyden çok tartışmaya düşkündür.” (Kehf, 18/54)
Dördüncüsü lehve’l-hadis, yani boş söz konuşmamalıyız. Cenneti kazanmak için bulunduğumuz bu dünyada, bize değer kazandırmayan boş işler yapacak kadar zamanımız ve imkânımız yoktur. Bu nedenle boş işlere dalanlarla dalmamalı ve boş sözlerden kaçınmalıyız.
“Ama insanlar arasında öyleleri var ki bilgisi olmayanları Allah yolundan saptırmak ve onu gülünç duruma düşürmek için [yol gösterici mesajlar üzerinde] kelime oyunu yapmaya kalkışırlar. Böylelerini alçaltıcı bir azap bekliyor.” (Lokman, 31/6)
“Onlar boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler.” (Kasas, 28/55)
“Mü'minler, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (Mü’min, 40/3)
Beşincisi; dedikodu yapmamalıyız.
“Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (Hucurat, 12)
Altıncısı; hümeze ve lümezeden uzak durmalıyız.
“Gizli-açık, arkadan-önden sürekli iftira atıp kara çalan, çekiştirip ayıp kusur arayan herkese yazıklar olsun!” (Hümeze, 104/1)
Allah’ın ayetleri ve müminler hakkında dedikodu yapan, ileri geri konuşan kimselerin meclisini terk etmek imanımızın gereğidir:
“Ayetlerimiz hakkında münasebetsiz sözlere dalanları, alaylı tartışmalar yapanları gördüğün vakit başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir, uzaklaş. Şayet şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra (kalk), o zalimler grubu ile beraber oturma.” (En’am, 6/68)
Dilde Deizm ve Zikrullah
“Gönle gelmeyen dile gelmez.” Ve “Dil gönlün aynasıdır.” derler. Sekülerleşme, yani dünyevileşme dilde başlar. Dilimiz gönlümüzün, yüreğimizin ve imanımızın şahididir. Bu nedenle şeytanın dilimize kurduğu tuzaklara karşı uyanık olmak zorundayız.
Dilimiz imanımıza şahitlik etmelidir. Çünkü Rabbimiz bizden sözlü ve uygulamalı şahitlik istiyor. İslam’a girişimizin kodlarını taşıyan kelime-i şehadet de bir şahitlik değil midir?
Yüce Allah’ın hayata müdahil olduğunda kuşku yoktur. Yarattığı günden bu yana bize yol göstermiştir. Yaratıp kenara çekilmez. Hidayet eder, doğruyu eğriyi bize vahyin hikmetleriyle öğretir. Vahyin hikmetleri bizim dilimize de yansımalıdır.
Gücün sözüne değil, sözün gücüne iman eden bir mümin olarak, evden ayrılırken geride kalanlara, “Allah’a ısmarladık, Allah'a emanet olun.” dememiz gerekir. “Haydi, ben kaçtım, hadi öptüm, bay bay!” gibi ifadeler seküler alan açar, hatırlanması gerekeni unutturur.
Herhangi bir şeye şaşırdığımızda “Sübhânallah”, sevindiğimizde “Elhamdülillah” demeliyiz. Yoksa “vaaavvv, olleeeyyy” gibi en idüğü belirsiz ifadelerle, dilimizi deizmin tuzaklarına karşı koruyamayız.
Güzel bir kıyafet giydiği için, güzel bir tıraş olduğu için kardeşlerimize, “kuul olmuşsun” demek yerine, “Maşallah, Sübhanallah, Allah sağlık sıhhat versin.” demek yakışır.
Bir şeye kızdığımızda “Hasbünallah ve ni’mel-vekîl”12 demek lazımdır. Yoksa dilimizden sövgüler, küfürler dökülmesine engel olamayız.
Kaybettiğimizde “La havle vela kuvvete illa billah” dememiz gerekir. Yoksa “Hay aksi, bu da nereden çıktı, öldüm, bittim, mahvoldum!” demek zorunda kalırız.
Başımıza bir musibet geldiğinde, “Allah'ın dediği olur.” dememiz gerekir. Felaketler, musibetler karşısında, birbirimizi teselli etmek için, “Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” diyerek karamsarlığı değil, umudu yaymamız gerekir.
Bir yakınımız öldüğünde, “Yaşam savaşını kaybetti, onu kaybettik, öldü gitti!” demek bizi deizmin tuzaklarına düşürür. Ahirete, sonsuz hayata iman eden müminler olarak, “İnnâlillâhi ve innâileyhirâciûn / Biz Allah'tan geldik, dönüşümüz de O'na doğrudur.” dememiz ya da “Allah rahmet etsin, sonsuz yolculuğuna çıktı.” dememiz gerekir. Çünkü bizim kitabımızda ölmek, toza toprağa karışmak değil, sonsuz yolculuğa çıkmaktır. Bizim sadık yârimiz kara toprak değil, ezeli ve ebedi olan, âlemlerin rabbi Allah’tır.
Deizmin tuzaklarına düşmemek için, bize en küçük bir iyilik yapana bile teşekkür etmeli, “Allah razı olsun, Allah ne muradın varsa versin!” diyerek dua etmeliyiz.
Bir işle uğraşanlara, sadece “Kolay gelsin!” demek yerine, “Allah kolaylık versin!” demek sözümüzün imanımıza şahitlik etmesine yardımcı olacaktır.
Sınava girecek olanlara, basitçe “başarılar” demek yerine, “Allah zihin açıklığı versin!” diye dua etmek daha doğrudur.
Geleceğe dair planlar yaparken, fütursuzca “O iş kesin şöyle olacak, o işi şöyle yapacağım!” demek yerine, “İnşallah,13 Allah izin verirse, Allah kısmet ederse” demek gerekir. Çünkü zamanı yaratan, inşa eden, ihya eden Allah’tır.
Her fırsatı ganimet bilen, her olayı hakikati tebliğde bir vesile olarak değerlendirmesi gereken müminler olarak kötü bir şeyden bahsedenlere, “Kapa şu şom ağzını!” demek yerine, “Allah muhafaza, Allah korusun, Allah esirgesin!” demek yakışır.
Bu konuda örneğimiz, önderimiz, Resulullah’ın (s) hapşıran ve onun yanında bulunan kimselere tavsiyesi şöyle olmuştur: “Hapşıran ‘Elhamdülillah’ desin, bunu duyan müminler de ‘Yerhamukallah / Allah merhamet eylesin.’ desinler.” Peygamberimiz (s) bu diyaloğu müminlerin birbirleri üzerindeki hakları arasında saymıştır.14
Sözün Özü
Allah’ı hayatımızdan çıkarmaya çalışan deistlere yem olmamalıyız. Sözlerimizden “Allah” kelimesinin çıkarılması, bir zaman sonra hayatımızdan da bereketin kaybolmasına yol açar. Bu durum, hayata Müslümanca değil, seküler bir mantıkla bakmaya yol açar.
“Allah sonumuzu hayretsin!”
“Kendinize iyi bakın.” değil; Allah’a emanet olun!
Dipnotlar:
1- “Zira gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır; onu başkası değil, yalnızca O bilir. O, karada ve denizde olan-biten her şeyi bilir; hiçbir yaprak düşmez ki O bunu bilmesin; yerin derinliklerinde bir tek tohum, yaş-kuru hiçbir şey yoktur ki O’nun apaçık yasasına dâhil olmasın.” (En’am, 6/59)
2- “Eğer inkârda direnenler size karşı savaşırlarsa, arkalarını dönüp kaçacaklar, ardından da ne samimi bir dost ne de sağlam bir destekçi bulacaklardır.” (Fetih, 48/22)
3- Tirmizî, Sünen, Kıyamet, 60.
4- Âl-i İmran, 3/159.
5- “Bana Allah yeter. O'ndan başka ilah yoktur. Ben O'na tevekkül ettim ve büyük arşın rabbi O'dur.” (Tevbe, 9/129) “O, benim Rabbimdir, O'ndan başka ilah yoktur. Ben O'na tevekkül ettim ve son dönüş O'nadır.” (Ra'd, 13/30)
6- Yusuf, 12/67.
7- Semûd kavmi, Salih (as) ve ona tabi olan küçük bir grup hariç helâk edilmiştir. Onlar üç şekilde helak edilmiştir: a)Racfe depremiyle. (A‘râf, 7/78) b)Sayha, yani korkunç bir ses, gök gürlemesi ile. (Hûd, 11/67; Hicr, 15/83; Kamer, 54/31) c)Sâika, yani yıldırımla. (Fussilet, 41/17; Zâriyât, 51/44)
8- “Allah'ın diledikleri hariç olmak üzere, göklerde ve yerde kim varsa hepsi düşüp ölmüş olacak.” (Zümer, 39/68)
9- Bakara, 2/143.
10- Fevzi Zülaloğlu, “Allah’ı Gereğince Takdir Etmek”, Haksöz Dergisi, Nisan 2000, Sayı: 109.
11- “Kulak, göz ve gönül, bunların hepsi sorumludur.” (İsra, 17/36)
12- “Birtakım insanlar onlara, ‘İnsanlar size karşı asker toplamışlar, onlardan korkun.’ dediler de bu, onların imanlarını artırdı ve ‘Hasbünallâh ve ni’me’l-vekîl / Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ diye cevap verdiler.” (Âl-i İmran, 3/173)
13- “Ve hiç bir şey için, ‘Ben bu işi yarın kesinlikle yaparım!’ deme! Ancak inşallah (Allah isterse yapabilirim) de. Ve bunu unuttuğun zaman hemen Rabbini hatırla ve de ki: Umarım ki Rabbim beni bundan daha yakın (ve derinlikli) bir bilgi ve bilinç düzeyine eriştirir!” (Kehf, 18/23-24)
14- “Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selamı almak, hastayı ziyaret etmek, cenazeye iştirak etmek, davete icabet etmek, aksırana ‘yerhamukellah’ demek.” (Buhârî, Sahih, Cenâiz, 2; Müslim, Sahih, Selâm, 4; İbnu Mâce, Cenâiz, 1.
- Haksöz’ün Uzun Yolculuğu ve Şahitlik Çizgisi
- Yeni Anayasa Tartışması ve İnandırıcılık Sorunu
- Tebliğ ve Davet Çabası İhlas ve Tevazu İle Bereketlenir
- İblisin Ayak İzleri: “Liberalizm” -I-
- Maske Düştü Yüz Göründü
- Doğu Türkistanlılar Yakınlarının Akıbetini Soruyor
- Rahmet Gazaba Galip Geldi
- Allah’ı Denklem Dışı Bırakmak ve Deizm
- Kur’an’ın Anlaşılma Değil, Yaşanma Sorunu Vardır
- Allah Bu Misali Niçin Verdi?
- İnsanlığın ‘Mikroplarla’ İmtihanı
- Modern İslami Psikolojinin Babası Dr. Malik Bedri’nin Mirası
- Fanon ve Öteki
- Kırık Ayna Metaforu Bağlamında Acıyı Kayıt Altına Almak
- Tarihî Dizilerin Anımsattığı Açmazlar Işığında Tarih ve Sinema - 2
- İttika