Alçaklığın Evrensel Tarihini Okumak
“Sevgili cihatçılar! Sizi bu hale biz getirdik. Sonunda bize benzeyen mahkûmlar olacaksınız… Bizi öldüremezsiniz; biz zaten ölüyüz!” Philippe Muray
Sidikli Tanrıçaların Siyasal Nefreti
Modern dönem dünyası siyasi ihtirasların evrenselleştirildiği bir dünyadır. Siyasi nefretlerin tutarlılığına dair inancın herkese benimsetilmeye çalışıldığı bu dünyada, bireysel ihtiraslar sürekli güdülenirken, bu güdüler kolektif bir bilince dönüştürülerek ihtiras siyasetinin zeminine meşruluk kazandırılır. Siyasal ihtiras bu verili meşruluk zeminini sonuna kadar kullanarak metafizik-mistik bir dinsel tapınma havasını icbar etmektedir.
Aynı siyasal ihtiraslara iman eden seküler demokrat militanlar homojenleştirilmiş ateşli gruplara dönüştürülerek nefretin kitleleri/kütleleri var edilmektedir. Nefret kitlelerinin/kütlelerinin psikopatolojisini yansıtan “aynı nakaratları tekrarlama” merakının gösterdiği eğilim monolitik bir dilin yaygınlaştırılmasından kaynaklanır. Bu da bir disiplini getirir. İhtiraslardan köken alan psikotik disiplinin yaygınlaştırdığı hissetme tarzının tekleşmesi, aynı seküler tanrıya “iman” eden, gözünü kan bürümüş seküler hümanist bir “cemaatin” cezbe halini yansıtmaktadır.
Bu patolojik durum inançlarındaki kesinliği ve keskinliği küreselleştirmeye çalışan imansızların “imanını” oluşturur. Genel insanlık ideallerinden yola çıkan, söze başlayan bu çaba sonunda nokta hedef düşman tayinine yönelerek hümanist bir idealizm nefretini güçlendirmektedir.
Ulusal birlikler üzerine bina edilensiyasal ihtiraslar süreklilik kazanıyor. Bu sürekli nefret ideolojisi insanlık adına üretilmiş genel bir ötekileştirici/düşmanlaştırıcı nefret “dini”dir. Batı’da süre giden nefret çeşitleri on dokuzuncu yüzyıldan itibaren insan kalbinin derinliklerine kadar kök salan az sayıda nefret şeklinde yoğunlaştırılmıştır. Yoğunlaştırılmış bu faşist nefretin yöneldiği “nesne” genelde üçüncü dünya ve özelde ise bugün İslam dünyasıdır.
Siyasal ihtiraslar çok sayıda kalıcı ve güçlü ihtiraslarla kurduğu koalisyonlar sayesinde büyük güç temerküzleri sağlamıştır. Bu da onu git gide küstahlaştırmaktadır. Siyasi ihtirasların “evrensel”, “tutarlı”, “homojen”, “kalıcı” ve “üstün” hale gelmesinden, taşınmasından, yaygınlaşmasından Sartre’ın “ayı göstermek için bir altın talep eden ancak umduğunu bulamayınca bir meteliğe kıçını gösteren” diye tanımladığı pespaye “aydın” ile bu aydınların panayırı haline gelmiş ucuz ve provakatif ahlaksız gazeteler sorumludur.
Ulusçu ihtiraslar kitlelerce benimsendiğinde son derece katışıksız ihtiraslara dönüşürler. Önceleri “çıkar” temelli olarak üretilen ulusal ihtiraslar kendisini vecd halinde sürekli tekrarlayarak “onur” sorunu haline dönüştürülür. Artık “ulusal onur”, “ulusal çıkar”ın çok çok önüne geçmiştir. Ulusal onur da her an harekete geçirilecek “ulusal hassasiyet” adını alan bir tür sinir ucu halinde işlevselleştirilir. Bu artık gerçekten katışıksız bir ihtirastır. Bu hassas ihtiras egemenlerce en etkili savaş başlatma gerekçesinin kendisi olur.
Ulusal ihtiraslar Batı dediğimiz akıl tarafından ortaklaştırılarak bugün küresel hegemonik gücü var eden çok uluslu bir ihtiras imparatorluğuna dönüşmüştür. Bu Anglo-Amerikan Yahudi İmparatorluğu Batı Hıristiyanlığını da kendi hizmetine almış hegemonik bir düzendir. Batı, akıl ve ahlak dışı ruh haliyle on dokuzuncu yüzyılda başlayıp yirminci yüzyılda doruklarına tırmandırılan ve bugün küresel olarak kuşatıcı hale gelen hegemonyasını işte bu tanımlamaya çalıştığım hastalıklı ihtiras atlası üzerinde var etmiştir.
Ulusal ihtirasların bünyesinde barındırdığı faşist arzuları yücelterek tekleştirmek, dayatmak ve yaygınlaştırmak şiddetin mutlak surette artırılmasını getirmiştir. Şiddeti onursuzca ve zalimce sürekli olarak kullanmanın, ona sahip olmanın verdiği güven duygusu sıradan insanlarda bile mistik bir heyecan yaratır. Bu duygu kiliseye bağlı “dindar”larda bile az görülen dinsel bir tapınmanın metafizik geriliminden başka bir şey değildir. Bu durum ihtirasları derinleştirerek daha güçlü kılar. Bu ruh halinden olacak ki, Victor Hugo ülkesinden bahsederken “Tanrıça Fransa” demeyi uygun bulmaktadır.
“Tanrıça Fransa” dedirtecek ruh hali, saldırıya uğrayan üçüncü dünyalıların kanları pahasına ve onların omuzlarına basılarak yükseltilen askerî ve ekonomik gücün adeta bir gösteri, bir şölen ve bir temaşa halinde kendisini sunmasından cesaret almaktadır. Tanrıçalar son insanın kanını içinceye kadar savaşmayı, cebindeki son kuruşu çalıncaya kadar sömürüyü yaşam biçimi haline getirmiştir.
Siyasal ihtirasların siyasal nefretlere, nefretlerin ulusal onurlara dönüştürülmesi son bir şeye daha gereksinim duyar: “Düşünsel örgütlenme”. Düşünsel örgütlenmenin var ettiği ortak akıl hakikatin kendisi olarak kutsanır. Hakikatin, adaletin, barışın ve esenliğin… Düşünsel örgütlenme kendisini mekânsızlaştırarak küresel bir nefret ideolojisi haline gelir. Bunun için birçok araştırma enstitüsü, AR-GE kuruluşları, akademilerin ilgili tüm bölümleri zaten seferber edilmiştir.
Sonuçta bugün küresel siyasal ihtiras imparatorluğu kendi bilincine sıkı sıkıya bağlıdır. Daha önce görülmediği şekilde bütün geçmiş ihtirasları bünyesine katmış, tarihsel birikimini kan ve kin şeklinde damıtarak mistik bir bilinç yaratmayı da başarmıştır.
Tarihe Saldırı: Saldırganlığın Tarihi
Bugün yaşadığımız gerilim ve çatışma nasyonal sosyalist Heidegger’in“düşüncenin tekniğin nihilist hükümranlığı ile hesaplaşması” diye tanımladığı, Baudrillard’ın“modern ve teknik putperestliğimize karşı duran, göremediğimiz suretsiz bir Tanrı kadar büyük bir fikir olamaz” çünkü “zalime saygı duyduğumuz kadar kaderci olarak nitelediğimiz kültürlere saygılı olmalıyız” şeklinde özetlediği vasatta cereyan ediyor. Yine Baudrillard’a göre İslamcılık sadece Batı’nın çöküşünün bir işareti değil, aynı zamanda Batı’nın intihar aracıdır. Artık Batı ekonomik ve askerî olarak değil ama felsefi olarak tamamen çökmüştür.
Sorunu çıkışı olmayan labirentlere dönüştürerek dolaşıp durmak yada daha kötüsü entelektüel narsist bir oyuna dönüştürerek girift politikaların peşinde koşmak yerine sorunun pek de zevkli olmayan ancak zahmetli ve zorunlu tarihine yönelipJung’un “toplumsal bilinçaltı”dediği hafızayı canlandırarak gündeme getirmek gerekiyor.
İslam dünyası ağırlıklı olarak son iki yüzyıldır Batı’nın kültür ve kimliğimize dönük ağır saldırılarına maruz kalmaktadır. Bu baskı ve zorbalığın tarihi ise daha eskilere gider. Ancak bu aşamada şu kaydı düşmek gerekir: İslam on beş asırlık tarihi boyunca sadece Müslümanların değil, İslam’ın yayıldığı topraklarda yaşayan Hıristiyan, Yahudi, Marunî, Keldani, Kıpti, Yezidi, Hindu, Şintoist, Sih vb. tüm halkların ortak mirası olmuştur. İslam ahlak ve muamelat öğretileri bu kadim halkların doğal hukuku haline gelirken bir yandan da İspanya ve Sicilya İslam emirlikleri örneklerde olduğu gibi Batı’nın ta kalbinde bir değerler sistemi inşa etmeyi başarmıştır. Diğer taraftan kadim medeniyet havzaları olan Çin, Japon ve Hint medeniyet havzalarında da makes bulmuş ve yeni medeniyetler inşa etme başarısını göstermiştir. Bu durum İslam’ın fıtratla uyumlu vahyî çağrısı sayesinde gerçekleşmiştir.
Bu olumlu tarihsel akışın öncesinde Doğu on asra yakın bir süre Batı’nın egemenliği altında yaşamıştır. Bu dönem Büyük İskender’in [M.Ö. 356-323] Makedonya’dan yola çıkarak Orta Asya steplerine kadar uzanan, Mısır, İran ve Anadolu topraklarını içine alan büyük işgalleriyle başlamıştır. Ancak Miladi 7. yüzyılda İslam fetihleriyle bu hegemonya sona erebilmiştir. M.Ö. 3. asırda başlayıp M.S. 7. asırda son bulan bu Batılı hegemonya dönemi boyunca Doğu kültürlerine yönelik Batılılaştırma [Helenleştirme] hareketi olanca hızıyla devam etmiştir. Dinî ve felsefî asimilasyona askerî ve ekonomik tedbirlerle devamlılık sağlanmıştır.
Müslümanların Bizans hâkimiyetine son verip, Doğu’yu Jüstinyen’in kanunlarından kurtarana dek Doğu, Roma kanunlarına göre yönetilmiştir. Muhammed Ammara’nın güzel tarifiyle, Haçlı bayrakları altında Doğu’yu Müslümanlardan geri almak üzere sefere çıkan Batı’nın medeniyeti derebeylikleretabi kılınmış bir ordudan ibaretti. Büyük komutan Usame bin Munkız [1095-1188] o günkü bu Batılı güruhu ‘en büyük erdemleri kavga olan yaratıklar’ olarak tanıtmaktadır.
Bu Haçlı saldırıları Doğu toplumlarında çeşitli yıkımlar meydana getirse de kalıcı izler bırakamamıştır. Ancak 1492’de Endülüs şehri Gırnata’nın düşmesiyle Batı Avrupa’da İslam varlığı büyük bir yok oluş yaşamış ve Batı modern emperyalist bir kılıkla yeniden karşımıza çıkmıştır. Bundan üç asır sonra daha büyük bir felaket yaşanmış ve 1798’de Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesiyle İslam dünyası büyük bir yara almıştır. Arkasından asrın başında, 1916’da SiykesPicot, 1918’de Balfour Deklarasyonu ve 1924’te hilafetin ilgası ile İslam dünyasının zayıflamış siyasal ve sosyal dinamikleri tamamen yıkılmış, tehlikeleri coğrafyamızın tamamına yayılan modern bir savaş dönemine girilmiştir. Bu savaş sadece askerî bir saldırı olmakla kalmamış daha da kötüsü ekonomik, siyasi, ahlaki ve kültürel bir savaş olmuştur.
Düşünsel köklerini kadim Grek ve Roma siyasal düzenleri ile Helenistik gelenekten devşiren ‘Hıristiyan’ Batı, baskı ve kışkırtmaya dayalı bir kültür ve medeniyet anlayışına sahiptir. İnsanlıktan, erdemden ve değerlerden yoksun kültürünü zorbaca yöntemlerle Doğu insanına dayatan Batı’yla ilişkilerimiz daha çok bu meyanda gelişmiştir. [Bu yazıda kullanılan Doğu-Batı tanımlamalarıoryantalist bir çağrışıma sahip olmakla birlikteanlama kolaylığı sağlamak amacıyla tercih etmekten başka bir yol bulamadım.]
Napolyon [1769-1821] Mısır’a girerken azınlıklardan yirmi bin kişiyi silahlandıracağını ilan etmişti. Bu, Batı’nın Doğu İmparatorluğu inşasında kullanacağı güçtü. 1799’da Akka önlerine gelen Napolyon bütün dünya Yahudilerine ortaklık teklif etti. Batılı istilacılarla Yahudiler arasında başlayan bu flört gelişerek 1948’de Siyonist İsrail Devleti’nin kuruluşuyla taçlandırıldı. Bu tarihsel arka planı önümüze koyduğumuzda Anglo-Amerikan Yahudi medeniyeti tanımlamamızın gerekçesi daha iyi anlaşılır.
Napolyon’un azınlıkları kullanma isteğinin ulusçuluğun canlandırılmasında ne kadar işlevsel olduğunu da gözden kaçırmamak gerekir. Yine Ammara’nın incelikle tespit ettiği gibi, bu amaçla Napolyon Kıptileri, Suriyeli Hıristiyanları ve Yunan Ortodoks Kilisesine bağlı gençleri de Mısır’da örgütlemiştir. Bu çevrelerden oluşturulan büyük bir askerî birlik meydana getirmiştir. Bunların başına da komutan olarak Yakup Hanna’yı tayin etti. Napolyon’un sağ kolu sayılan Generel Kléber tarafından Yakup Hanna’ya Müslümanlara karşı dilediği gibi davranma konusunda da sınırsız bir yetki tevdi edildi.
Bu işgal ve zulüm devam ederken Ezher’de eğitim görmüş, Suriye’nin Afrin kasabasından Süleyman el-Halebi isimli Kürt genci, iki Filistinli arkadaşı ile birlikte Şeyh Şarkavi’den aldıkları fetva ve bir hançer temini sağlayacak maddi yardımla, canavar Fransız generali Jean Baptiste Kléber’i hançerleyerek öldürmüşlerdi. Yirmi dört yaşındaki bu direnişçi genç hemen oracıkta şehit edilmiş, kafası bedeninden koparılmış, bedeni kazığa geçirilerek çarmıhta asılmış sonra da yakılmıştır. Süleyman el-Halebi’nin kesilen başı Avrupa’ya götürülmüş ve bugün Paris’te Musée de l’Home’da sergilenmektedir. Kafatasının önünde bugün şu ibare yazılıdır: “Criminal”. Yani “suçlu” yani “terörist”.
Çağdaş dönem tarihçisi Abdurrahman el-Caberti’nin Acâi’bu’l -Asârfi’t-Terâcimive’l-Ahbâr isimli eserinde belirttiğine göre Fransa Mısır’ı 1801’de terk ederken yerine bir grup Batılılaşmış taraftar bıraktı. Bunlar Yakup Hanna’yı destekleyenlerdi. Mısır ve Afrika’nın Batılılaştırılması için heyecan duyan bir grup Garpzede.
Böylece 7. yüzyılda İslam orduları tarafından Roma hâkimiyetine son verildiği tarihten sonra Doğu’da bir İslam ülkesinde ilk defa Avrupa yasaları İslami hükümlerin yerini alıyordu. Fransızlar bu dönemde Marunî Lübnan’ı merkez olarak kullanarak Ortadoğu’da İslam beldelerimizde bir Batılılaştırma hareketi başlatmışlardı. Fransa Dışişleri Bakanlığının 1840 ila 1898 tarihleri arası arşivlerinin kayıtlarına bakılırsa “Barbar Müslümanların, Hıristiyan Avrupa medeniyeti önünde zorla boyun eğdirilmesi gerekir” düşüncesi bir politika olarak benimsenmiştir.
Mısır merkezli başlayan bu faşist işgal ve sömürü politikaları İngiliz ve İtalyan ortaklarla Sahra üstü ve altı Afrika’dan uzak Asya’ya kadar uzanmıştır. İslami kimliği yok ederek yerine Batılı bir model kurmak isteyen Fransa ve şürekâsı kendi dilini, kültürünü ve kanunlarını İslam dünyasına yerleştirmeye çalıştı. Beraberinde de coğrafyamızın kaynaklarını yağmalamaya yöneldi. Bu politikaların Cezayir’deki bilançosu 1,5 milyon insanın ölümüdür. Bu katliamlar karşısında büyük uyanış öncüsü Bin Badis “dinimiz İslam, dilimiz Arapça ve vatanımız Cezayir” şiarını bayraklaştırmıştı.
Fransızlara göre Kur’an’ın dili olan Arapçanın İslam’dan soyutlanması gerekiyordu ki, Fransız kültürü ve hukuk sistemi İslami geleneklerin ve hükümlerin yerine ikame edilebilsin. Müslümanlar için namaz, oruç gibi ibadetler yeterli olmalıydı ve Kur’an’ın anlaşılmadan okunması da gayet doğal sayılmalıydı. Çünkü Katolik Kilisesinin vaftiz ayinlerinde okunan metinler de kilise mensuplarının anlamadığı İbranice ve Latince metinlerdi.
Alçaklığın evrensel tarihi bu psikoloji ile yaratıldı. Bugün ise 300 katrilyon dolara yaklaşan dünya gelirlerinin paylaşımında %1’lik müreffeh mele mütref takımı gelirin %50’sine sahipken, %99’luk insan kitlesi gelirin geri kalan %50’si ile idare etmek zorundadır. O halde coğrafyamızın ve genelde vahyin muhatabı olan bütün insanlığın yüz yüze kaldığı durumu, koparılan gürültünün ne anlama geldiğini anlamak, Afrika’dan Hint kıtasına, Afganistan’dan Irak, Suriye ve Filistin’e, Türkistan’dan Tunus’a kadar devam eden saldırılar ve bunlar karşısında gösterilen direnişi doğru okuyabilmek için tarih, toplum ve siyaset değerlendirmesine her zamankinden daha çok muhtacız.
Beyaz Adam Yeryüzünün “Bitlilerine” Karşı
Malum olduğu üzere Charlie Hebdo isimli bir dergi yayınladığı karikatürlerle Müslümanların peygamberine hakaret etti. Bu pervasız yayınını ahlaksızca savunma işinden de geri durmadı. Bunun sonucunda da dergiye saldıran gençler 12 kişiyi öldürdü. Bu olay bütün dünyanın gündeminde bir patlama etkisi yarattı. Günlük ortalama 20-30 milyar dolar kamusal askerî harcamanın yapıldığı dünyada aynı günde 30 bin insan açlıktan öldü. Aynı gün Fransa’da öldürülen kişilerin 5 katı insan Suriye’de katledildi. Yüzlerce kişi Arakan mülteci kamplarında temiz içecek su bulamadı. Filistin’de ilaç ve elektrik yoktu ve Siyonist İsrail Filistinlilerin evlerini yıkıyordu. Türkistan’da sıkıyönetim uygulanıyor, aynı günde Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Balaka çeteleri Müslümanları esir alıyordu. Dünyada 700 milyon insan içecek temiz su bulamıyordu. Egemenler ise bunlara sağır ve kördü. Çünkü 12 Avrupa vatandaşı, beyaz ve erkek öldürülmüştü.
11 Eylül olayları sonrası oluşan konsepti hatırlamakta yarar var. Çünkü o konsept birçok açıdan yeni bir dünyaya girildiği tezi üzerinden var edilmişti. Tanımlar, kamplar, dünyalar yeniden belirlendi. Haçlı seferleri yeniden ilan edildi. Kıtalararası işgallere hız verildi. Charlie Hebdo olayı sonrası yapılan tartışmalar da benzer bir ruh halini yansıtmanın yanı sıra, 11 Eylül konseptini tekrar gözden geçirmek, yönetilen algı operasyonlarını daha iyi anlamamıza da imkân sağlamaktadır. Bu konsept bir tanımlamaya dayanır ve tüm meşruiyetini bu tanımlama üzerine kurar. Bu tanımlama “terörist” ve “terörizm” tanımlamasıdır.
Alain Badiou, felsefenin diğer disiplinler, kavramlar, güncel sorunlara yaklaşımını irdelediği Sonsuz Düşünce adlı eserinde “terörizm” sözcüğünün üç işlev yüklendiğini belirtir. İlk olarak “terörizm” bir özneyi belirler. Terörist edimin hedef aldığı özneyi! Teröriste karşı misillemede bulunacak özneyi! Bu özne “bizim toplumlarımız” yada “Batı” yada “demokrasiler”dir. 11 Eylül’de bunun bedeli “hepimizin” “Amerikalı” olmasıydı. Tıpkı şimdi “hepimiz” “Charlie” olunduğu gibi. İkinci olarak “terörizm” yüklemi belirler. Bu yüklem “İslamcılık”tır. Üçüncü olarak da sekansı belirler. Sekansın tamamı “terörizme karşı savaş” olarak kabul edilir. Bu uzun bir savaş olacak diye de yaygarasını yaparlar. Badiou’nun makalesinde klasik Avrupa solu Left Review yazınlarını hatırlatan üslubuyla İslamcı “terörist”lerle kapitalist Amerika’nın aynı rolü kapmaya çalışan, aynı kâğıda oynayan türdeşler olduğu yolundaki klasik sol kabullerini bir kenara bırakacak olursak metin son derece fonksiyonel ve oynanan oyunu bütün çıplaklığı ile gözler önüne seriyor.
O halde ilk sorumuz “terörizm” nedir? Fransız Devrimi sırasında Kamu Güvenliği Komitesinde yer alan Jakobenler kendilerini “terörist” olarak tanıtıyorlardı. Bununla iç ve dış tehditlere karşı siyasi ve hukuki iktidarı iç içe geçirerek süratle temyizi olmayan önlemler almayı, yani cumhuriyetçi inanca yönelecek tehditlerle başa çıkmak için ölüm ve idam dâhil her türlü cezalandırmayı yapabilecek bir mekanizma kurmayı hedefliyorlardı. Terörist olmak devrimci olmaktı. Fakat Nazi karşıtı direnişçiler de Almanya’da “terörist” ilan ediliyordu. Nazi karşıtı olmak terörist olmaktı. 1954-1962 yılları arasında Cezayir’de FLN yurtseverleri Fransa için “terörist”ti. İsrail için Filistinli savaşçılar “terörist”, Ruslar için Çeçen direnişçiler “terörist”. Nihayet 11 Eylül konseptinde Bush ve onun köleleştirilmiş milliyetçi kamuoyu açısından Amerikalıların mal ve canlarına kasteden herkes “terörist”. Şunu kesinlikle belirtmeliyiz ki; “terörist” semantik evrimi neticesinde geldiği noktada, günümüzde kesinlikle bir propaganda terimidir. Yansız değildir. Bütün siyasi durumları, nedenlerini ve sonuçlarını her türlü akılcı muhakemeden muaf kılar. Badiou ne kadar haklı? Kimin “teröristi”, kim “terörist”?
Terörizm karşısında kendisini savunan bir “biz” vardır. Bu biz bir anti-terör koalisyonundan oluşur. Batı’nın “İslamcı terörizm”e karşıtlığında dört asırlık emperyalist entelektüalizmden başka bir iz bulamazsınız diyor Badiou. Bu arada Batı’da “Batı” kelimesinin on yıllar boyunca yalnızca ırkçı aşırı sağ tarafından kullanıldığını da ekliyor.
Batı/Amerika “toplumlarımız” dediğinde, “terörizm”in “toplumlarımızı kalbinden vurmak” yada “istikrarsızlaştırmak” istediğini ilan ettiğinde de bunun son derece propagandif bir kullanım olduğu açıktır. Bu, savaş konseptinin sloganıdır. Afrika’da milyonlarca AIDS’linin ölümü, Ruanda’da yüz binlerce insanın hayatını kaybettiği soykırım felaketi, “Batı” toplumunu enterese etmezken neden 11 Eylül Batı için hayati bir sorun oluşturuyordu? Gezegenimizin en tuzu kuru insanlarından oluşan mutlu azınlığın refahını müstehcen bir edayla hatırlatan “toplumlarımız”, “demokrasimiz”, “özgürlük”, “insanlık” söylemleri “terörizm” tehlikesine karşı dolaşıma sokulan gösterişli ancak bir o kadar da sefil bir dilin varlığını haber vermektedir.
Demek ki savunulacak özne “biz” yani “toplumlarımız”, suçlu yüklem “İslamcılar” çifti üçüncü bir ada daha ihtiyaç duyar: “Terörizmin” hedefi “demokrasilerimiz”. Bu demokrasilerin merkezinde de 11 Eylül için Amerikan demokrasisi, Batı için Batılı demokrasilerdir. Konsensüs hazırdır: “Terörizm demokrasiye karşıdır!” Böylece “kusursuz demokrasiler” “terörizm” karşısında saldırıların intikamını almak için her koşulda haklıdırlar ve saldırıya geçmeleri engellenemez.
“Terörist” kelimesinden içi boş “terörizm” tanımlamasına geçildiğinde bu boşluğu istediğiniz gibi doldurabilirsiniz. Günümüzde “terörizm” denen varsayımsal dayanağın “İslamcı” yüklemini edinmekten başka varlık koşulu kalmamıştır, der Badiou. Bu Batı’nın öteden beri kullandığı, çok bilindik yaftasını cilalamaktan başka bir şey değildir.
“İslamcı terörizm” dendiğinde “İslamcı” yüklemi “terörizm” sözcüğüne görünür bir içerik kazandırmaktadır. Bu yapay bir tarihselleştirmeden başka bir şey değildir. İslam, Arap, Müslüman karşıtlığını Batı’da inşa etmek çok kolaydır. İster aşırı sağın yaptığı gibi kaba biçimde olsun, isterse feminist veya Siyonist entelektüel küçük burjuva etiği içerisinde olsun, bu karşıtlığı inşa etmek için binlerce yol vardır. Bu durumda Kabil bombalanırken feministler “Afgan kadınlarının özgürlüğü” adına sevinebilirler. Siyonistler her halükarda Müslümanların katledilmesinin İsrail’in işine geldiğini düşünebilir. Aşırı sağ ise Mağripli “teröristlerin” katledilmesinin olumluğunu haykırabilirler. Bütün bunlar inşa edilen “biz” bilincine göndermede bulunur. Böylece “İslamcı terörizm” söylemi hâkim kılınarak, bin bir türlü hevesi, envai çeşit ahlaksızlığı, hissizliği, peşine takmış intikamcı bir haçlı seferinin sancağı etrafında saflar sıklaştırılır.
“İslamcı terörizme karşı savaş” son kertede yaratılmak istenen paranoyanın sloganıdır. Eğer üç beş tane “kendini bilmez”, “fanatik” yada “çılgın” yada “deli” ise söz konusu olan, “savaş” son derece ciddi kaçmıyor mu? Burada “savaş” tersinden üretilmiş “terörizm” gibi içi boş bir kelimedir. O boşluk da istenildiği gibi doldurulacaktır.
Nasıl ki, “yerlilere uygulanan soykırım ve on milyonlarca siyahın kölelik amacıyla ülkeye getirilmesiyle ve bu süreğen barbarlık içinde kendisini var eden Amerika” kendisine yakışır karşılığın güçlü bir kendini beğenmişlik gösterisi olduğunu çok doğal olarak tüm dünyaya kabul ettiriyorsa bugün Fransa da aynısını yapmaktadır. Özü itibariyle belirsiz bir tanımlama ile üretilen ele avuca gelmez “terörizm”düşmanının teatral biçimde müsadere edilmesi gibi soyut bir savaş var karşımızda Badiou’ya göre.
Dünyada süper güç olduğunu dayatan tekebbür, zenginliklerin müstehcen bir biçimde tek elde toplanmasının öldürücü görüntüsüdür. Batı’nın orduları yeryüzünün tüm bitli halklarına karşı Aryenlerin koruyucu meleğidir. Bir ülkenin topraklarında altın, değerli taşlar veya petrol varsa o ülke büyük bir modern “lanet” altındadır. Güney Afrika’nın elmasları, Bolivya’nın kalayı, Kongo’nun yada Sierra Leone’nin değerli taşları, Ortadoğu yada Angola’nın petrolü vs. kana ve ateşe boğulan onca ülke kinik ve yırtıcı vahşi hesapların kozları haline gelirler. Batı’nın saklamak istediği tam da budur. Kinik azgınlığın beslediği vahşet ideolojisi!
Charlie Hebdo dergisinin Müslümanların peygamberlerine hakareti işte bu sömürücü vahşi kapitalist telakkinin ahlaksız bir kültürel saldırısıdır. Bunun peşinden gelen tepkiyi de bütün tarihsel bağlamı yok saymamızı isteyerek “İslamcı terörizm” diye adlandırmaktalar. Bu söyleme kulak kabartan yerli oryantalistler de İslam’da masum insanları öldürmek yoktur,bu düpedüz “terörizm”dir bildik nakaratını tekrarlama yolunu seçtiler. Bu, alçakça Batılı saldırıya verilen kimliksiz ve ahlaksız bir destektir.
Charlie Hebdo azgınlıkta gemi azıya almış görünüyor. Bunun arkasından tüm Avrupa’da Müslüman avı başlatılmaya çalışıldı. Zaten öncesinde PEGIDA hareketi ile bunun alt yapısı oluşturulmuştu. Vahşiler, sömürgeciler, doyumsuz kapitalistler kaynaklarımızı yağmaladıkları, insanlarımızı katlettikleri, coğrafyalarımızı kirlettikleri yetmezmiş gibi inançlarımıza da saldırarak bizleri aşağılamaya çalışıyorlar. Bunu asla kabul etmeyeceğiz.
Sonuç
Muhammed Ammara’nın “Küreselleşme ve Kimlik Problemi”nde özetlediği şekliyle, üzerinde yaşadığımız coğrafya toprak ve taşlardan ibaret değildir. Aksine mukaddes değerlerin yaşandığı ve yaşatıldığı, büyük kahramanlık tarihimizin coğrafyasıdır. Tarihimizin beşiği ve hatıralarımızın birikimidir. Bunun için coğrafyalarımızı özgürleştirmek için yerel ve küresel kuşatmaya karşı direneceğiz.
İnançlarımız sıradan bir ideoloji değil gerçeğin ta kendisidir. O inancımız her şeyi kuşatan bir ilim ve vahyin kendisidir. Bu sebeple inançlarımıza saldırı varlığımıza saldırıdır. Karşı duracağız.
Tepkilerimizi, eylemlerimizi belirleyen değerlerimiz asla göreceli değildir. Bilakis onlar inancımızın ayrılmaz parçasıdır. Bu sebeple tepkilerimizi anlamsızlaştıran, bulanıklaştıran, böylece inançlarımızı aşağılamaya çalışan her türlü enformatik manipülasyonu, liberal utanmazlıkları, özür dileyici kimliksizliği reddediyoruz.
Tarihî eserlerimiz, camilerimiz, mescitlerimiz, kütüphanelerimiz, çeşmelerimiz, çarşılarımız, köprülerimiz basit taş yığınlarından ibaret değildir. Hayat algımızın, varlık tasavvurumuzun ve kulluk bilincimizin ruh ve hayat bulduğu yapılarımızdır. Bunları da koruyacağız.
Nihayet emeğimizle, terimizle çalışarak ürettiğimiz mallar, sahip olduğumuz kaynaklarımız asla tüketim malzemesi değildir. Bunlar en başta Rabbimizin nimeti ve emaneti, sonra da yaşadığımız coğrafyayı tezyin ettiğimiz servetlerimizdir. Bedenlerimizi ve ruhlarımızı besleyen kaynaklardır. Bunların sömürülmesine de izin vermeyeceğiz.
Sonuç olarak Charlie Hebdo saldırganlığı ‘Alçaklığın Evrensel Tarihi’nde kara bir sayfadır o kadar. Bu kara sayfayı tarihsel bilinç ışıkları altında okumaksa ev ödevimiz. Gerisi teferruattır. O kadar!
---------------------
Daha Geniş Okuma İçin İlgilisine Kısa Literatür:
- Aydınların İhaneti, JulienBenda
- Küreselleşme ve Kimlik Problemi, Muhammed Ammara
- Yeni Oryantalistler, IanAlmond
- Sonsuz Düşünce, AlainBadiou
- Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, Prof. Dr. Ph. K. Hitti
- İslam’ın Batı Cephesi, Prof. Dr. Zeki Tez
- Siyasi Tarih, Oral Sander
- Sömürgecilik Üzerine Söylev, AiméCesaire
- Yeryüzünün Lanetlileri, FrantzFanon
- Sabir The Egyptian, Muthanna el Kurtass
- Zindanda Kardeşlerimiz Var!
- Charlie Hebdo Vakası ya da Sahibine Dönen Şiddet
- Sömürgecilerin Eşitliği, Irkçılık ve Kibrin Özgürlüğü, Karikatür ve Silahın Kardeşliği
- Alçaklığın Evrensel Tarihini Okumak
- Târih, Paris’te Pazar Günü Başlamış Değildir!
- 4. Yıldönümünde Libya Devriminin Maruz Kaldığı Saldırılar
- “İşkence Raporu”nun Ötesinde
- Rusya’daki Kriz Esed’in Düşüşüne Kapı Aralar mı?
- Kimlik ve Şahitlik
- Taşıyamayacağımız Yükü Yüklenmek ve Acı Neticeleri
- Prof. Dr. Muhammed Tahir Bin Âşûr ve Islah Düşüncesi
- (C)ezaevi Değinileri
- Tekrar Görüştüğümüzde Filistin Özgür Olmuş Olacak!
- Kitaplık
- Zulümlere İnat Direnişimizi Sevdim
- Asr…
- Mahmut Arslan’ın Ardından