1. YAZARLAR

  2. Ali Kaçar

  3. AKP’nin İsrail’e Sert Davranması Samimi Değildir!

AKP’nin İsrail’e Sert Davranması Samimi Değildir!

Haziran 2004A+A-

Genç Birikim Dergisi Adına

Türkiye'de bütün siyasi partiler, ülkeye egemen olan 'resmi ideoloji' tarafından belirlenen çerçevede kurulmak ve faaliyet göstermek zorundadırlar. Bu nedenle, bugüne kadar Türkiye'de değişik zamanlarda ve değişik ideolojilerle kurulan bütün partiler, söylemleri ve faaliyetleri itibariyle biribirlerine benzemektedirler. Aralarında tabela ismi gibi şekli nüanslar dışında hiçbir farklılıkları olmayan bu partilerin her biri bir 'devlet partisi' gibi faaliyet göstermektedir. Şimdiye kadar kapatılmış ya da halen faaliyette bulunan hiçbir parti –rengi, ismi ve ideolojisi ne olursa olsun- egemen iradenin belirlediği çerçevenin dışına çıkmamıştır/çıkamamıştır. Türkiye'de faaliyette olan her parti ''devlet partisi'' CHP'nin değişik birer versiyonu gibidir ve 'resmi ideoloji'yi ve onun bânisini takdis ve tazim etmede birbirleriyle rekabet halinde olmanın dışında faaliyet alanları yok denecek kadar sınırlıdır. Bu takdis ve tazim işi, her partiye en temel ve öncelikli görev olarak dayatılmaktadır, öyle ki kurucunun ölüm ve doğum yıl dönümlerinde ve ulusal bayramlarda mutlaka her parti, bu takdis ve tazim görevlerini yerine getirmek zorundadır. Bu görev, bihakkın yerine getirildikten sonra sıra, ikincil konuma itilen –aslında siyasi partilerin en temel görevi- halka karşı görevlerin yerine getirilmesine gelir.

'Resmi İdeoloji' ülkeye egemen olduğu ilk günden itibaren ülke için ulaşılması gereken hedefi, Batılılaşmayı belirlemiştir. Bu nedenle İkinci Dünya Savaşı'na kadar Almanya, sonra İngiltere, İkinci Dünya Savaşı'ndan itibaren ise ABD 'resmi ideoloji'nin kıblegahı haline gelmiştir. Batı'yı ve Batılı değerleri ülke için kıblegah edinen bu sistem, ülkede faaliyet gösterecek her partinin de –hatta herkesin- yönünü Batıya çevirmesini olmazsa olmaz bir şart olarak dayatmıştır. Bu şarta uymama bahanesi ile bugüne kadar bir çok partinin faaliyet göstermesine izin verilmemiştir ya da kapatılması yoluna gidilmiştir. Sözgelimi her parti, anayasanın başlangıç ilkelerini savunan Atatürkçü, laik, demokrat ve batılı değerlere bağlı olduğunu söylemek ve tüzüğüne koymak zorundadır. Aksine davranan bir partinin ya da herhangi bir kurumun yaşaması ya da faaliyet göstermesi mümkün değildir. Geçmişte, darbeler bunun için yapılmış, muhtıralar bunun için verilmiştir. Kısacası egemen 'resmi ideoloji'nin emir komutası dışına çıkan, çizgiyi aşan hiçbir kurum ve kuruluş, 'resmi ideoloji'nin hışmından kurtul(a)mamıştır.

İşte AKP de bu çerçevede kurulmuş ve en az kapatılan ya da halen faaliyette bulunan diğer partiler –buna CHP de dahil- kadar  laik, Atatürkçü ve Batıcı bir parti hüviyetinde olmaya dikkat etmek mecburiyetini hissetmiştir. AKP'nin tüzüğü, söylemi ve faaliyetleri böyle olmasına ve AKP'li yöneticilerin geçmişe ilişkin redd-i miras bir tavır takınmalarına rağmen, yine de takiyye yapmakla suçlanmaktadırlar. Öyle ki, R. Tayip Erdoğan ülkenin egemen güçlerine kendilerini kabul ettirmek için "Milli Görüş gömleğini çıkardık." ya da "Biz İslamcı bir parti değiliz." gibi, siyasi kariyerini borçlu olduğu geçmişini bile bir çırpıda  inkar edebilmiştir. Buna rağmen, resepsiyonlarda, görev devir-teslim törenlerinde ve ulusal bayramlarda Cumhurbaşkanı başta olmak üzere bir çok sivil ve askeri bürokrat AKP'ye ve tabanına dönük anayasa, yasa ve teamüllerle bağdaşmayan azarlayıcı ve tehditkar tavırlar takındıkları herkesçe bilinmektedir. Bu azarlayıcı ve tehditkar tavırlar kısa bir süre içerisinde AKP'yi de diğer partiler gibi bir 'devlet partisi' haline getirmiş, kamuoyu ve kendilerini iktidara taşıyan kitlelerin beklentilerine rağmen, 'devlet politikası'nın gereklerini yerine getirmek zorunda bırakılmışlardır. AKP dış politikanın yürütülmesinde de üzerindeki baskıya göre tavır takınmak zorunda bırakılmıştır. Dolayısıyla, AKP'nin Siyonist terör devleti İsrail'le devam eden ilişkilerini bu çerçevede değerlendirmek gerekmektedir. Kaldı ki, Siyonist terör devleti İsrail ile ilişkiler 'devlet politikası' zemininde başlamış ve halen de devam etmektedir. Bu ilişkiler, iktidarların değişmesiyle değişmeyecek tarzda güçlü ilişkilerdir. İlişkilerin zaman zaman zikzak çizmesi, hatta bazen bu ilişkilerin kopacak noktaya gelmesi görüntüsü de bu gerçeği değiştirmez.

İsrail'le İlişkiler Her Dönemde Zikzak Çizerek Devam Etmiştir!

Siyonist terör devleti İsrail, kuruluşundan (14 Mayıs 1948) çok kısa bir süre sonra (28 Mart 1949), CHP'nin iktidarda olduğu bir dönemde, Türkiye tarafından resmen tanınmıştır. Ve 28 Ağustos 1958 tarihinde ise Adnan Menderes döneminde Siyonist devlet İsrail ile Türkiye arasında ilk gizli anlaşma imzalanmıştır. Temmuz 1964'te Başbakan İsmet İnönü'nün Fransa'da MOSSAD Başkanı Meir Amit'le görüşmesinden sonra, 1958'deki gizli anlaşmanın sürekliliğinin sağlanması ve MOSSAD'ın İstanbul'da ofis kurması kararlaştırılmıştır. 1965'de Başbakan Suat Hayri Ürgüplü döneminde, Siyonist İsrail'le ilişkilerin devamında sıkıntılar meydana gelmiş ama ilişkiler bütünüyle kopmamıştır. Bu sıkıntılar Süleyman Demirel'in başbakan olduğu, 1967'de başlayan Arap-Siyonist İsrail savaşı süresince daha da artarak devam etmiştir. Hatta bu dönemde, Araplara yardım götüren Sovyet uçaklarına hava sahası açılmış, ABD'nin Siyonist İsrail'e lojistik destek sağlamak amacıyla Türkiye'deki üslerini kullanma isteğine izin verilmeyerek açıkça Araplardan yana bir tavır alınmıştı. Araplardan yana tavır alma 12 Eylül darbesi döneminde zirveye çıkmıştı. Siyonist terör devleti ile ilişkiler diplomatik ilişkilerin en alt seviyesi olan 'sekreterlik/ikinci katiplik' düzeyine indirilmişti. Ama, hiçbir zaman İsrail'le ilişkilerin bütünüyle kesilmesi düşünülmemiştir. Çünkü, Türkiye-İsrail arasındaki ilişkiler, başından beri ABD gözetiminde devam etmekteydi. ABD için –o dönemlerde- önemli olan Sovyetler Birliği'nin, petrol bölgesi Ortadoğu'ya ve sıcak denizlere inmesini engelleyen 'yeşil kuşak' projesinin devam etmesiydi. Bu projenin devamı için ise, işbirlikçi Arap devletlerinin kontrol altında tutulması gerekmekteydi. Bu kontrolde Türkiye'nin küçümsenmeyecek bir rolü vardı. Türkiye'nin İsrail ile ilişkilerinin alenileşmesi, Türkiye'nin bu rolünü sıkıntıya sokabilirdi. Bu nedenle Türkiye-Siyonist devlet İsrail ilişkileri kontrollü olarak devam etmekteydi. Aslında, ilişkilerin zikzak çizmesi bile ABD'nin lehine idi.

Diğer yandan Türkiye'nin Araplardan yana tavır takınması Türkiye'nin de işine gelmekteydi. Çünkü, Türkiye'nin takındığı bu tavırlar, Araplar tarafından karşılıksız bırakılmıyordu. OPEC ülkelerinin petrol ambargosu uyguladığı 1974'lü yıllardan itibaren Türkiye petrol açısından fazla sıkıntı çekmemişti. Özellikle de, 12 Eylül darbesiyle birlikte Araplar Türkiye'ye çok cömert davrandı. Nitekim 1980 yılında Irak'tan 5, İran'dan 3.4, Libya'dan 2, Suudi Arabistan'dan ise 1 milyon ton petrol Türkiye'ye, vadeli  borç olarak verilmişti.

1982'lerden itibaren İsrail'le ilişkiler, Siyonist terör devleti İsrail'in kışkırttığı, hatta eğittiği ASALA ve PKK'nın Türkiye'ye saldırılarını birlikte engelleme adına ve ABD'nin baskısı ile tırmanışa geçti. Özellikle 1991'de Madrid Konferansı ve 1992 Oslo süreciyle başlayıp 13 Eylül 1993'de Beyaz Saray'da Filistin-İsrail arasında sözde barış anlaşmasının imzalanması, Türkiye'nin Siyonist devletle olan ilişkilerini alenileştirerek bilinen noktaya gelmesini sağlamıştır. Çünkü, 28 Şubat darbe sürecinde İsrail'le ilişkiler, parlamento ve Refahyol hükümeti by-pass edilerek dönemin cuntacı generalleri tarafından yürütülmüştür. TC yasalarına göre Milli Savunma Bakanlığı aracılığıyla yürütülmesi ve imzalanması gereken bu anlaşmalar, yetkisiz bir general tarafından, TC'yi temsilen imzalanmıştır. 1996 yılı itibariyle ve özellikle de 28 Şubat postmodern darbe sürecinde İsrail-Türkiye arasındaki ilişkiler karşılıklı menfaatlere dayanmaktan öte, Siyonist İsrail'i Türkiye'nin içişlerine müdahale, iç ve dış politikaları üzerinde etki eder hale getirmiştir. 1996 Haziran'ında HABİTAT zirvesine katılmak üzere Türkiye'ye gelen Siyonist İsrail Cumhurbaşkanı Weizmann'a İsrailli bir gazetecinin uçakta sorduğu: "Türkiye'nin gelecekteki başbakanının, İslami partinin lideri Necmettin Erbakan olmasını nasıl karşılayacaksınız?" şeklindeki bir soruya Weizmann'ın cevabı şu oldu: "Türkiye'ye daveti kabul etmemin bir sebebi de bu konuları soruşturmak. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'i çok iyi tanıyorum ve onun elindeki bütün gücü kullanarak böyle bir gelişmeyi önleyeceğine inanıyorum. Ordunun da bir kenarda bekleyeceğini sanmıyorum." Süleyman Demirel'in de, ordunun da bir kenarda beklemediği çok kısa bir süre sonra görüldü. Ülkenin Siyonist terör devleti İsrail'in güdümüne girmesinin tek nedeni cuntacı generallerdir.

AKP de, İsrail'le İlişkileri Devam Ettirmektedir!

AKP'yi kuran kadro Milli Görüş geleneğinden gelen kadrodur. Recep Tayyib Erdoğan, Bülent Arınç, Abdullah Gül, Abdullatif Şener ve daha bir çok kimse geçmişleri Milli Görüş olan ve Erbakan'ın tezgahından yetişmiş isimlerdir. Bu isimlerin bir çoğu Refahyol iktidarında etkili ve yetkili olan isimlerdi. Erbakan başta olmak üzere Milli Görüşün bütün kadroları, Refahyol iktidarından önce, Siyonist İsrail'in Filistin işgaline ve Filistin topraklarında devlet kurmasına karşı çıkmakta idiler. Nitekim, Refahyol iktidara gelmeden önce Refah Partisi Meclis Grup Başkanvekili Abdullatif Şener, İsrail'in Güney Lübnan'a yönelik saldırılarının "devlet terörü" olduğunu belirterek: "İsrail masum insanları katlederken, bu antlaşmanın bir parçası olarak İsrail uçaklarının Türkiye'de eğitim uçuşu yapmaya devam etmeleri, Türkiye açısından sakınılması gereken bir noktadır. Türkiye'nin İsrail terörüne karşı sessiz kalmasını doğru bulmuyorum. Türkiye'yi İsrail'in yedek gücü görüntüsüne sokmaya hiçbir hükümetin hakkı olmadığı bilinmelidir. Türkiye, böylesine uydu, edilgen politikalarla dış itibar kazanamaz" derken, Abdullah Gül ise, 2 Haziran 1996 tarihinde el-Hayat gazetesinde yer alan söyleşisinde Refah Partisi'nin iktidara gelmesiyle birlikte bu anlaşmaya son verileceğini kaydediyordu: "Bu anlaşmanın benzerleri bazı Arap ülkeleri ile yapılmış olsa da İsrail ile gerçekleştirilen bu anlaşmayı kesinlikle iptal edeceğiz." demekteydi. Milli Görüşçü partilerde görev almış herkesin Siyonist İsrail'e yönelik takındıkları tavır bu nakledilenlerden farklı değildi. Ancak, ne yazık ki, Refah Partisi daha sonra iktidara geldiğinde, bu isimler Siyonist İsrail'i dışlama cesaretini gösterememişlerdir. Milli Görüş hareketinde etkili olan bu isimlerin bir çoğu AKP'de de etkilidirler ve ne yazık ki, AKP tek başına iktidar olmasına rağmen bugün de İsrail'le ilişkileri kesmeye cesaret gösterememektedirler.

Erdoğan; İsrail'le İlişkilerde Bir Problem Yok!

AKP döneminde Türkiye ile Siyonist terör devleti İsrail arasındaki ilişkilerde, iddia edilenlerin aksine sıkıntı anlamında herhangi bir değişiklik meydana gelmemiştir. Hatta, söylenenlerin aksine, iki ülke arasındaki ilişkileri geliştirici anlamda yeni bir takım gelişmeler meydana gelmiştir. Çünkü, Manavgat suyunun satışı ile ilgili çerçeve anlaşması, GAP'daki sulama projeleri, enerji alanlarına ilişkin bazı yatırımlar ile diğer bir takım anlaşmalar AKP döneminde gerçekleşmiştir. Üstelik, iki ülke ilişkilerinin devamı ile ilgili olarak bugüne kadar ne AKP'lilerden, ne de Siyonist İsrail'den herhangi bir serzeniş gündeme gelmemiştir. Tam tersine iki ülke arasındaki ilişkilerin sıkıntısız devam ettiğine dair her iki ülkenin yetkilileri tarafından zaman zaman memnuniyet ifadeleri dile getirilmiştir. AKP'li milletvekili ve TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı Mehmet Dülger: "İsrail'le olan ilişkilerde soğuma diye bir şey söz konusu değildir. İsrail'le 60'a yakın anlaşmamız var. Bunun 37 tanesi ticari anlaşma, bunlar işliyor. Gerisi askeri anlaşmalardır. Askeri ilişkilerimiz de işliyor." derken, yakın zaman önce Türkiye'ye gelen Siyonist Başbakan Yardımcısı Olmert de "Biz Erdoğan'ın İsrail ile ilişkilerinin geneline baktığımızda, mevcut durumdan memnunuz" demek suretiyle bu gerçeği teyid etmiştir. Ayrıca, İsrail'in İstanbul Başkonsolosu Amira Arnon ise yaptığı açıklamada; "Türkiye ile ilişkilerde AKP iktidara geldikten sonra hiçbir olumsuz değişiklik hissetmedim. Durum sadece iyi değil, daha iyi diyebilirim" demek suretiyle Türkiye-İsrail ilişkilerinin memnuniyet verici boyutta seyrettiğini belirtmiştir. Eli kanlı Siyonist katiller, Şeyh Ahmet Yasin ve ardından da Abdulaziz Rantisi'nin şehadetine kadar Filistin'de, Refah mülteci kampındaki katliamın benzeri onlarca katliam gerçekleştirmişlerdi. Bu katliamlardan dolayı Siyonist katillere yönelik olarak Tayyib Erdoğan'dan da, AKP'li diğer yetkililerden de ses çıkmamıştı! Ancak her ne hikmetse Tayyib Erdoğan başta olmak üzere Abdullah Gül, Bülent Arınç, 22 Mart'ta Şeyh Ahmed Yasin'in, 17 Nisan'da Dr. Abdülaziz Rantisi'nin şehid edilmesi ve 20 Mayıs 2004 tarihinde de Refah mülteci kampında işlenen katliamdan sonra yaptıkları açıklamalarda, İsrail'in, Filistin'de 'devlet terörü' suçunu işlediğini belirtmişlerdir. Bu açıklamalar, elbette önemlidir; çünkü, bu tür açıklamaları bir başka ülke yöneticisinden duymak, bugüne kadar mümkün olmamıştır. Ancak, neden, daha önceki katliamlarda ve suikastlarda bu tür bir tavır gündeme gelmemişti de, şimdi gündeme gelmişti? Ya da halen Filistin'de -aynı tür olmasa da- katliamlar devam ettiği halde niçin bu söylemler devam etmemektedir? Ayrıca, AKP ve yöneticileri, eğer bu söylediklerinden samimi iseler, neden bu derece ağır bir eleştiriden sonra, bu eleştirinin bir gereği olarak ciddi bir adım atmamışlardır? Tam tersine, bu eleştiriler yapıldığı dönemde de, yapıldıktan sonra da Siyonist İsrail'le yeni anlaşmalar yapılmaya devam edilmiştir. Bu ortamda AKP'li dört milletvekili, -üstelik dördü de Erdoğan'a en yakın isimler- niçin Siyonist İsrail'i ziyaret etme ihtiyacını duymuşlardır?

Tayyib Erdoğan'a ABD gezisi sırasında bir gazetecinin; "İsrail ile ilişkileri görüştünüz mü" sorusu üzerine Erdoğan, "Hayır. Bizim orada bir problemimiz yok. İlişkilerimiz devam ediyor" yanıtını vermişti. Başka bir soruya ise, "İsrail'e yönelik bir eleştirim yok. Benim eleştirim yönetime yönelikti. Bizim İsrail ile ilişkilerimiz ekonomik, siyasi, ticari, -askeri alandaki stratejik ilişkileri eklemek gerek- alanlarda devam ediyor. Bundan sonra da devam edecek. Ama şu anda yönetimin özellikle, dünyadaki Musevilere yönelik olumsuz tavırları olduğunu görüyorum ve bu yanlış politikalar, antisemitizmi dünyada güçlendiriyor" değerlendirmesi Tayyib Erdoğan'ın İsrail'e dönük 'devlet terörü' sözünden ne kadar samimi olduğunu göstermektedir. Ayrıca, Erdoğan'ın Şaron yönetimine yönelik eleştirisi yalnızca Filistin halkına yaptığı kıyımlardan dolayı değil, aynı zamanda bu politikaların "anti-semitizmin dünyada güçlenmesine" neden olmasından dolayıdır. Anti-semitizmin dünyada güçlenmesinden Erdoğan'a ne? Erdoğan ABD'de bulunduğu bir sırada kimlerle ve ne görüşmüştür ki, bu anlamda, adeta, günah çıkarmaya çalışmıştır? Erdoğan 'devlet terörü' sözünü, Filistin'deki insanlık dışı kıyımdan dolayı mı, yoksa, bu tür olaylar dünyada anti-semitizm'i güçlendiriyor diye mi söylemişti? Erdoğan'a bakılırsa, bu sözünü, anti-semitizm güçlenmesin diye söylemiştir.

Görülüyor ki, Tayyib Erdoğan İsrail'e dönük 'devlet terörü' sözünü iç ve dış politik kaygılar nedeniyle söylemiştir. Çünkü; Erdoğan Siyonist terör devleti İsrail'e dönük bu eleştirisiyle kendi tabanına mesaj vermek istemiştir. Daha önceki katliamlarda sessiz kalan Erdoğan'ın, bu defa sert çıkmasının amacı tabanını yatıştırmaktır. Ayrıca Kuzey Irak'taki MOSSAD'ın faaliyetleri ve Siyonistlerin GAP yöresinde toprak alımlarıyla ilgili ayyuka çıkan gerçekler dolayısıyla Türk kamuoyunu yatıştırmak istemiştir. Oysa, bu açıklamaların yapıldığı zamanlarda da ve halen de Kuzey Irak'ta İsrail'in faaliyetleri devam etmektedir. Erdoğan'ın bu çıkışının ikinci amacı ise, İKÖ Genel sekreterlik seçimlerinde Türkiye adayının seçilmesini sağlamak için Müslüman ülke yöneticilerine ve halklarına mesaj verip sempati kazanmaktı. Tayyib Erdoğan bu çıkışıyla bir anda Arap halkları nezdinde kahraman olarak görülmeye başlandı. Üçüncü amacı ise, yine İKÖ toplantısında Kıbrıs'ı destekleyici tarzda bir kararın çıkmasını sağlamaktı. Nitekim, Tayyib Erdoğan İsrail'e sert tavır takınması ile bu üç konuda da istediğini elde etmeyi başardı.

Erdoğan, İsrail'e yaptığı çıkışta samimi değildi. Eğer Erdoğan samimi olsa idi:

1- Siyonist devlet İsrail'e yaptığı bu çıkıştan sonra, bu çıkışın bir anlam ifade etmesi için  ciddi bir adım atması gerekirdi. Bu adımlardan biri, en azından İsrail'deki büyük elçisini bir süreliğine Türkiye'ye çağırıp tutabilirdi. Türkiye, Siyonist İsrail'de bulunan diplomatlarını çağırdı. Çağrılan diplomatlarla ilgili olarak Yeni Şafak 'Şaron'a Elçi tokadı' diye başlık da atmıştı. Oysa gerçek hiç de Yeni Şafak'taki başlık gibi değildi. Çünkü, diplomatların çağrılma nedeni İsrail'e bir tepki amacı taşımadığı, rutin bir iç çalışma olduğu, bu çalışma tamamlandıktan hemen sonra da İsrail'e döndükleri Türkiye Dışişleri Bakanlığı yetkililerince açıklanmıştı. Erdoğan elçisini çağırmadığı gibi bir yaptırım uygulayarak Filistin'de işlenen bu vahşi kıyımları protesto edememiştir.

2- Başbakan Erdoğan, Siyonist katil Şaron'a ve Şaron'un yardımcısı Olmert'e randevu vermemesi bir tavır ise, peki bu tavrın, başbakan yardımcısı ve diğer bakanlar için de geçerli olması gerekmez miydi? Erdoğan, Olmert'le görüşmüyor ama Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül üstelik jest olsun, misafire verilen değer anlaşılsın diye, Olmert'i kendi evinde ağırlıyor. Yoksa, Erdoğan'ın Türkiye'nin Başbakanı olarak takındığı tavır, 'danışıklı dövüş' şeklinde bir tavır mıydı ki, Abdullah Gül ya da diğer yetkililer Başbakan'ın aksine bir tavır alabiliyor? Sadece bu bile, Erdoğan'ın ve ekibinin, Siyonist İsrail'e çıkışlarında samimi olmadıklarını göstermektedir. Ayrıca, Olmert'in ziyaretinde Türkiye-İsrail ilişkilerinde olumlu gelişmeler de kaydediliyor. Nitekim, Türkiye-İsrail karma ekonomik komisyonu toplantısının ardından mutabakat zaptı imzalanıyor. Sulama konularında işbirliğinin devam etmesi karar altına alınırken, GAP'taki İsrail projelerinin yaşama geçirilmesi konusunda da Olmert'e söz veriliyor. Yıl sonuna kadar iki ülke arasındaki ticaret hacminin 2 milyar dolara ulaşması hedefleniyor. Tarım ve Köy İşleri Bakanı  Sami Güçlü ise yaptığı görüşmede, İsrail'le ticari ilişkilerin geliştiğini, ilk altı ayda İsrail'den ithalatın %25, ihracatın ise %21 oranında arttığını söylüyor ve Tekel, Petkim, Türk Telekom ve Türk Hava Yolları'nın gelecek dönemdeki özelleştirmelerine İsrail firmalarını davet ediyor. Acaba, Erdoğan Olmert'le görüşmüş olsaydı, iki ülke arasındaki ilişkilerde farklı bir gelişme mi kaydedilecekti?

Kanaatimize göre, AKP döneminde de Türk-İsrail ilişkilerinde bir soğuma yoktur; tam tersine ilişkilerdeki ivme aynı hızla devam etmektedir. Bunun aksini söyleyenler ve iddia edenler ise gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü, Türkiye içeriden ve dışarıdan ABD, Siyonist İsrail ve onların işbirlikçileri tarafından kuşatılmıştır. Türkiye bu kuşatmadan, Erdoğan'ın pratikte hiçbir değeri olmayan hamasi nutuklarıyla kurtulamayacağı bilinmelidir. Bu gidişle gelecekte de, Türkiye ile Siyonist İsrail arasındaki ilişkilerde, Müslüman kitleleri rahatlatacak bir adımın atılması kolay görünmemektedir. Ancak, Filistinli ve Türkiyeli Müslümanları, hatta bütünüyle bölge halklarını rahatlatacak adımlar, Emperyalist işgalci ABD ve onun işbirlikçilerine karşı topyekün bir mücadelenin başlatılmasıyla atılabilir. Yoksa emperyalist ve Siyonist güç odaklarının himayesinde iktidara gelmiş ve onların kontrolünde siyaset yapan iktidarlar kanalıyla Müslüman kitleleri rahatlatacak adımların atılması mümkün değildir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR