1. YAZARLAR

  2. Gülsüm Peker Alpay

  3. Ahlakı, Toplumu ve Nesli İfsat Eylemi: KÜRTAJ

Gülsüm Peker Alpay

Yazarın Tüm Yazıları >

Ahlakı, Toplumu ve Nesli İfsat Eylemi: KÜRTAJ

Temmuz 2012A+A-

Türkiye’de yıllardır sorun olan fakat Müslümanların da gündeminden düş(ürül)müş kürtaj tartışmaları, Başbakan Erdoğan’ın “Her kürtaj bir Uludere’dir!” sözleriyle başladı ve kolay kolay biteceğe de benzemiyor. Uludere’de öldürülen 34 insanla ilgili toplumun ve özellikle bölge halkının beklentileri karşılanmamış olsa da bu benzetmeden Başbakan’ın orada bir cinayetin işlenmiş olduğunu kabul ettiğini de okuyabiliriz.

Sağlık Bakanı Akdağ’ın da “kürtajın bir cinayet olduğunu” dile getirmesi ve yasaklanması yönünde sinyallerin verilmesiyle birilikte toplumun laik-modernist bir kesimi çılgına dönmüş durumda. Kürtaja yönelik bir kısıtlamanın gündeme getirilmesini bile laik-hedonist yaşam biçimlerine müdahale olarak algılıyorlar. Oysa bu tepkileri örgütleyen sol-sosyalist, feminist, laik-Kemalist, liberal ve ulusalcı kesimlerin kürtaj karşıtı eylemlerde ve kullandıkları sloganlarda ahlak, vicdan, hukuk, merhamet gibi erdemlerden eser bulunmuyor. Varsa yoksa bireysel ve toplumsal hayata hâkim kılınmak istenen hedonizm/hazcı hayat tarzı. “Kadın, kendi bedeninin sahibidir, ister doğurur isterse aldırır!” anlayışı bu tepkilerle bütün toplum kesimlerine kabul ettirilmeye çalışılıyordu. “Kimseye hesap vermeden istediğim gibi yaşarım, -hâşâ- Allah’a hesap vermem!” söylemlerinin böylesine pervasızca meydanlarda yankılandığını görmek yaşadığımız toplum adına gerçekten ürkütücü.

Kürtaj meselesi üzerinden AK Parti’yi kadın düşmanı olarak suçlayan TKP-ÖDP-EMEP-BDP-Halkevleri gibi sol-sosyalist kesimlerle TÜSİAD gibi sermaye sınıfının aynı noktada buluşmaları çok dikkat çekici. Sol-sosyalist kesimlerin olduğu kadar liberal-kapitalist kesimlerin de muhafazakâr AK Parti Hükümetinin kürtaja sınırlama getirme teklifi karşısında sergiledikleri olabildiğince sert-keskin duruşun temellerinde ne var? Muhakkak ki bu sert-keskin muhalefetin temelinde aydınlanma-ilerleme bağlamı içerisindeki laik-dindışı hayat tarzını muhafaza ve müdafaa kaygısı yatmaktadır. Ancak enteresan olan “İslami hayat tarzı dayatılıyor!” feryatlarıyla laik hayat tarzının teşvikten ötede dayatılan bir resmi ideoloji olduğunu gizleme çabaları yatmaktadır. Hedonist-laik hayat tarzını savunma görüntüsü devlet ve resmi ideolojiyle paralel sınıflar tarafından ahlaki-İslami hayat tarzına karşı bir tahakküm etme fırsatı olarak sahaya sürülmektedir.

Nüfus Politikalarında Kürtaj ve Sezaryen

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kürtaja karşı çıkışını, sezaryen yöntemiyle gerçekleşen doğumu keyfilikten çıkartmaya dönük yaklaşımını ve katıldığı nikâh törenlerinden sonra evlenen çiftlere üç çocuk sözü verdirmesini sadece dinî hassasiyetine bağlamayıp, ülkenin yaşlanan nüfusunun önüne geçme politikası olarak da algılayabiliriz. Bir zamanlar övünülen genç ve dinamik nüfus bugün orta yaşları yaşıyor. Cumhuriyetin ilk dönemlerinden 60’lara kadar çok sıkı bir nüfus artış politikası izlendiği biliniyor. Hiçbir doğum kontrol yöntemine izin verilmediği, kürtajın yasak olduğu dönemlerde, uzun yıllar süren savaşlar sonucu kaybedilen nüfusun artırılmasına dönük bir siyaset güdülüyordu. Cumhuriyetin kuruluşundan yıllar sonra, 1965 yılında 557 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanun çıkarılıncaya kadar geçen dönemde gebeliğin sonlandırılmasına, her ne sebeple ve biçimle başvuruluyor olursa olsun, kesinlikle bunu yasaklayan pronatalist politikanın benimsendiğini görüyoruz.

Pronatalist politika, isteyerek çocuk düşürmenin, gebeliği önleyici ilaç ve araçların satılmasının, kullanılmasının ve bu konuda eğitim ve propaganda yapılmasının yasaklanması olarak uygulandığı süreçte altıdan fazla çocuğu bulunan annelere ikramiye ve madalya verilmesi ve çok çocuklu ailelerin yol vergisinden muaf tutulması gibi ödülleri de kapsayan yasalarla yürütülmüştü. 1926 yılında kadınların düşük yapması kesin olarak yasaklanmış, 1936 yılında cezalar daha da artırılmıştır. Gebeliği sonlandırma yasağının yanı sıra gebeliği önleyici tedbirler de bu dönemde yasaklanmıştır.


1960'lı yıllarda tüm dünyaya yayılan liberalleşmenin de etkisiyle hamileliği isteyerek sonlandırma dünyada yasallaşma sürecine girmişti. Bu süreçte Türkiye de bu yasaları ithal etmiştir. Çünkü doğumu teşvik ederek nüfusu artırmayı hedefleyen politikalar başarılı olmuş, 1955-1960 yılları arasında nüfus artışı o güne dek en yüksek seviyeye çıkmıştır. Bu durumun yol açtığı sosyal ve ekonomik sorunların neticesinde önlem alma çabaları da 1960'ta başlamıştır. Bu dönemden itibaren nüfusla ilgili antinatalist politikalar kabul edilmiştir.
Yasa ile ayrıca, doğum kontrol yöntemlerinin propaganda yasağı ve çok çocuk sahiplerine para ödülü, madalya uygulaması kaldırılmıştır. 1980'li yıllardan sonra kürtaj da düzenlenerek doğum kontrol politikaları desteklenmiş ve uygulanmaya başlamıştır. Özetle Türkiye’de bugüne dek nüfus politikaları dindar ya da değil iktidarların benzer kararları uyguladığı, planlamalar yaptığı, zaman zaman nüfus artışını teşvik ettiği, nüfus yoğunluğu problemleri karşısında da nüfus kontrolleri yaptığı bir alan olagelmiştir.

Nüfusta Durağan Döneme Girilmesinde Modern Hayatın Etkileri

Gününüzde evliliklerin artık daha ileri yaşlara ertelenmesi, kadının çalışma hayatında yer almasının annelik görevlerini zorlaştırıyor olması gibi nedenlerden ötürü tek çocuğu yeterli gören anlayış nedeniyle nüfus artış oranı düşmekte ve nüfus hızla yaşlanmakta. 80’li yıllardan kalma doğum kontrol propagandalarındaki biri kız, biri erkek olmak üzere iki çocuğu geçmeyen çekirdek aile anlayışının yansımasına şehir yaşamında karşılaşılan ekonomik ve sosyal zorlukların eklenmesiyle birlikte, boşanma oranlarının yükselmesi, nikâhsız birlikteliklerin gündeme gelmeye başlaması neticesinde genç nüfus oranı düşüş göstermekte.

Nüfus politikası ileride krize girebilir kaygısı siyaseten bazı girişimlere sebebiyet verebiliyor. Genç ve üretken bir nüfusa sahip olmak isteğinin arkasında hükümetler açısından iktisadi, siyasi beklentiler de bulunuyor olabilir. Bugün Avrupa’nın, muhtaç olduğu iş gücünü kendi toplumundan karşılayamadığını görüyoruz. Avrupa’nın, dışarıdan gelen işçilerle ekonomisini döndürdüğü bir vakıa. Aile anlayışı iflas ettiğinde yaşlanan toplumun bakacak kimsesi de olmadığından bakımevlerinde yaşlılarla ilgilenmek dahi yine yurtdışından gelmiş işgücü üzerinden karşılanıyor. Türkiye için durum henüz o kadar vahim görünmese de Hükümet nüfusun artışına dönük olarak tedbir almakta fayda görmüş olabilir.

Kürtajın Getirdikleri

Kürtaj 12 Eylül yönetimi tarafından en temelde bir doğum kontrol metodu olarak kullanılmaya başlanmış ve devlet tarafından teşvik edilmişti. Fakat ilerleyen yıllarda kürtaj bir doğum kontrol yöntemi olarak değil gayri meşru ilişkilerin sonuçlarından kurtulmak üzere devreye sokulmuş gayri insani bir yol olarak yaygınlaştırılır olmuştu. Modern zamanlarda çocuklar kürtaj ile doğmadan diri diri hayattan kazınıyor. Çoğunlukla “Benim bedenim, benim kararım!” diyerek cinselliği ahlaksız ve ölçüsüzce yaşamak isteyen kesimlerin sahip olmak istemedikleri bebeklerinden kurtulma yöntemi olarak kullanılıyor.

“Benim bedenim, benim kararım; ister doğururum, ister doğurmam! Namus bekçiliği yapmayın!” gibi sözlerle tezahür eden anlayışın en temelde gayri ahlaki, gayri insani yaklaşımları söz konusu. Hayâsız bir yaşam biçimi tercihlerinin herkes tarafından kabul edilmesini ve üstelik de saygı görmesini istiyorlar. “Sen öyle inanıyorsan doğur ama bana karışma!” ifadesi “Sen haram olduğunu düşünüyorsan öldürme ve katil olma ama ben öldürürken de sesini çıkarma!” demeye geliyor. “Günah işleme özgürlüğü”, “günahsızlığın dayatılamayacağı” gibi özgürlükle süslenmiş sözlerin kabul edilir bir tarafı yok. Sıradan bir hata/kusur veya kişinin sadece kendi hayatını bağlayan bir günah değil kürtaj.

İslam açısından baktığımızda anne karnındaki bebeğin yaşama hakkı olup olmadığına karar verme yetkisi ne anneye ne babaya ne de devlete aittir. Anne karnındaki bebek annenin içinde ama ondan farklı bir canlıdır artık. Anne için kendi bedenini düşünmekten ziyade emaneten yüklendiği bu canı, canı pahasına sahiplenmek, onu korumaktır asıl olan. Devlet 1980’li yıllarda kürtajı bir doğum kontrol yöntemi olarak gördüğü dönemlerde kürtaj nasıl cinayet idiyse, bugün cinsel özgürlük taraftarlarının doğal bir hak olarak görmeleriyle cinayet olmaktan çıkmıyor. Kürtajın askerî cunta ya da liberal-feminist kesimler tarafından teşvik ediliyor olması onun cinayet vasfını hafifletmiyor.

Özürlü olduğu tespit edilen ceninler için kürtaj yapılabilir anlayışının asıl kendisi sakat bir anlayıştır. Özür dediğimiz şey nedir? Çocuğun gözünün görmeyecek olması, kulağının duymayacak olması da özür kabul edilebilir mi? Ve bu sebeplerden ötürü yaşamı elinden alınabilir mi? Zihinsel engelli olduğu tespit edilen birçok bebeği aldırmamış anne babalardan duymuşuzdur, bebeğin doğduktan sonra son derece sağlıklı olduğunu. Rahimlerin içindekini tam mahiyeti ile ancak Rabbimiz bilebilir. Bilime, tıbba bu kadar kutsiyet atfetmek her şeyi doğru bir şekilde tespit edebilirmişiz gibi iman etmek son derece yanıltıcıdır. Eğer sağlıklı doğan bir bebek bir süre sonra hastalanırsa ya da ilerleyen yaşlarda bir kaza geçirir de özür sahibi olursa o zaman bu çocuğu öldürme hakkına da sahip mi olacak annesi olan kadın? Özür ve kürtaj arasında kurulan bu tür kıyaslar da göstermektedir ki kusursuz birey ve kusursuz toplum ütopyası ırkçı ideolojilerin bir aldatmacasıdır. Nazilerin hasta ve sakatlar için öngördüğünü bugün birilerinin bilimsel gerçekler veya kadının tercihi adına hayata geçirmeye çalışması arasında aslında pek fazla bir fark yok.

Rabbimizin bizlere bir nimet olarak verdiği evlatlarımız bizim için birer rahmettir. Aynı zamanda da birer imtihan aracıdır. Çocuğu veren de, vermeyen de, verdikten sonra dilediği zaman alan da odur. Zorluklar karşısında bizlere düşen sabretmek, dua etmek, hayırda tavsiyeleşmektir. Kimse zor olan bir imtihana talip olmaz. Benim imtihanım çok zor olsun ben dayanırım katlanırım diyerek, altından kalkamayacağımız zorlukları Rabbimizden istemeyiz. Ancak bizim irademiz dışında karşılaştığımız bir zorluk olursa da Allah kimseye kaldıracağından fazlasını yüklemez ayetine teslim olmak, boyun eğmek durumundayız.

Hiçbir suçu, günahı olmayan bir canlıyı telef etmek İslam ahlakına, vicdanına sığmaz. Tecavüze uğrayan kadının kürtaj olması da farklı değerlendirilemez. Bu bağlamda Hayrettin Karaman’ın da isabetle belirttiği üzere, “Karınlarında taşıdıkları çocukların hiçbir günahı ve suçu yoktur. Hiçbir şey olmamış gibi başlarından bir kaza geçmiş gibi telakki etmeliler. İslam açısından çocuğu aldırmak babası belli olmadığında caiz, olduğunda değil diye bir kaide yoktur.” (Zaman, 14 Ocak 1993)

Cenin Ne Zaman İnsan Sayılır?

Bilim adamları, biyologlar, embriyologlar, jinekologlar, genetik uzmanları, bize anne rahminde döllenme ile birlikte biyolojik bir bireyin, bir insanın oluştuğunu kesin, bilimsel verilere dayanarak söylüyorlar. Annenin hayatını/sağlığını tehdit eden meşru bir mazeret olmadıkça, bu masum, günahsız, savunmasız varlık tıpkı doğmuş, dünyaya gelmiş, yetişmiş bir insan gibi yaşama hakkına sahiptir.

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez konuyla ilgili yaptığı açıklamada gayet açık bir biçimde bebeğin yaşam hakkı konusunda şunları söylüyordu: “Bilimin, döllenmiş yumurta hücresinin, anneden bağımsız bir insan olduğunu, her ikisinin de iki ayrı genetik sisteme sahip olduğunu, her ikisinin de iki ayrı kalbi, iki ayrı kan dolaşımı sistemi olduğunu, anneye bağlılığın sadece beslenme, oksijen ve vücut gücüyle olduğunu söyledikleri müddetçe sadece Diyanet değil, sadece Müslüman din bilginleri değil; bütün ilahi dinler, bütün ahlâkî sistemler kürtajın bir insan yaşamına son vermek olduğunu, anne rahminde varlığını tamamlamış insanoğlunun yaşam hakkının da dokunulmaz olduğunu haykırmaya devam edecektir.” Ayrıca Görmez’in hayat hakkının devredilebilen, vazgeçilebilen, bir hak olmadığını ifade babından söylediği “Ne annesinin ne babasının onun üzerinde mülkiyet hakkı olmadığı gibi onun hayatı üzerinde vazgeçme, sonlandırma yetkisi de yoktur!” sözleri de kürtajın meşruiyetinin olamayacağına dair önemli bir vurguydu.

DİB’in bu açıklaması üzerine başta sol-Kemalist çevreler “Başbakan fetvayı da aldı, şeriat devletine adım adım gidiyoruz, Diyanet hükümetin fetvacısı mı?” gibi itirazlarla eleştirilerin dozunu artırarak tahammülsüzlüklerini sergilediler. Her zaman olduğu gibi bir konuyla ilgili bilim adamlarının, sanat dünyasının aydın-sanatçı, sol-Kemalist tandanslı kişilerin görüşleri önemli fakat Müslüman bir toplumun görüşü, Kur’an’daki hükümleri beyan eden bir âlimin görüşü önemli değil havası hâkim kılınmak isteniyor. Kürtaja itiraz eden ses nereden gelirse gelsin duymazdan gelmek, görmezden gelmek, olmazsa boğmaya çalışmak gibi vicdani sese karşı sıkı bir propaganda tertipleniyor.

Geçim sıkıntısı ile bakamayacağım çocuğu niye doğurayım yaklaşımı da rızık verici olarak sadece Allah’ı kabul etmemenin sonucu olsa gerek. Her şeyi belirleme/planlama, istediği anda, istediği sayıda çocuğa sahip olma veya reddetme hakkının olduğu düşüncesi açıkçası Allah’ın da bir planı olduğunu unutmaktan, kendini evrenin merkezine yerleştirmekten geliyor. Ayrıca kapitalist yaşam tarzının benimsetilmeye çalışıldığı toplumda, dünyaya gelecek çocuğun en iyi şekilde yemesi-içmesi, giyinmesi, eğlenmesi, eğitimi için lüks yaşam koşulları oluşturulmalı anlayışı çokça işlenerek bu şartları sağlayamayacak ailelerin çocuk sahibi olmak istemeleri sakıncalı bulunuyor. Sokakta, otobüste yanında birden fazla çocuğu görülen kadınlar hemen bir aşağılamanın, küçük görmenin mağduru olabiliyorlar. Onlara yakıştırılan konum okumamış, cahil, köylü kadın oluveriyor. Çocuğuna kaliteli (çok para kazanıp, çok para harcayacak) bir yaşam sunma standardına sahip olmayanlar bir tane bile çocuk sahibi olmaya layık görülmüyor.

Sorunun Çözümüne Doğru Yerden Bakmak

Türkiye’de evlilik dışı, nikâhsız ilişkilerin alabildiğine teşvik edildiği, özendirildiği bir vasatta kürtajı yasaklamaktan işe başlamak maalesef konuya tersten bakmaktır. Ahlaksızlığın yaygınlaştırıldığı, gayri meşru ilişkilerin normalleştirilmeye çalıştığı bir süreç bütün bir topluma dayatılıyor. Zinanın suç olmaktan çıktığı hatta teşvik edildiği bir toplumda kürtajı yasaklamak ne getirir? İstenmeyen hamileliğe giden yolu kapatmazsanız, bunu meşru görürseniz kürtajı yasaklamaya çalışmak beyhude bir çaba olarak kalır. Topluma dayatılan laiklik-modernleşme, İslamsız bir hayat projesi kürtaj gibi açık bir cinayeti ama aslında gayri meşru bir ilişki biçimini meşru ve makul bir hayat biçimine dönüştürdü. Zihinlere, duygulara, söylemlere ve nihayet toplumsal ilişkilere sirayet eden laik-modern hayat klişeleri en mahrem alanlara saldırmak üzere meydana ve medyaya çıktı. Televizyon dizileri ve magazin programları aracılığıyla bütün bir toplumun üzerine ahlaksızlık akıtılmakta. Evli insanların eşlerinden başka kişilerle evlilik hayatı yaşamasının adeta özendirilmesi ya da evliliğe gerek yok nikâhsız da mutlu olunabilir anlayışı ailenin ve toplumun köküne kibrit suyu döküyor.

Kürtajı Kimler Savunuyor ve Teşvik Ediyor?

Kürtajın bir kadın hakkı olduğunu savunanlar bu süreçte yine sahnedeydiler. İslam’la bir biçimde irtibatlı olduğu düşünülen her konuya sert bir tepki göstererek taban bulmaya çalışan sol-sosyalist kesimlerin kürtaj yasağı karşıtlığı üzerinden aslında Kemalizm’e ve liberalizme paralel bir kadın-aile ve ahlak dayatması dikkatlerden kaçmadı. Mesela KESK, TMOBB, Halkevleri, ÖDP, TKP, EMEP, EHP, SDP gibi sosyalist örgütlerin kadın kolları ve marjinal feminist-anarşist çevrelerin çağrısıyla Kadıköy’de yapılan eylemdeki konuşmalar, atılan sloganlar ve taşınan dövizler-pankartlar nasıl bir ahlaki-vicdani dibe vurmuşluğun sergilendiğini görmek açısından ibretlik bir manzaraydı.

Kürtaj değil, kürtajı yasaklamak bir cinayettir!” diye açıklama yapanlar, kürtaj hakkının kadınların kendi bedenleri ve doğurganlıkları üzerinde karar verme hakkının vazgeçilmez bir parçası olduğunu savunuyorlar. Kadının sağlık ve yaşam hakkının ihlal edilmemesi için kürtajın yasaklanmaması gerekiyormuş. Nasıl bir kadın modelini/hakkını savunuyorlar acaba? Cinselliklerini hiçbir hukuka, ahlaki değerlere bağlı kalmadan hem de bir canlının ölümünü göze alacak kadar kadının özgürlük mücadelesini yürütüyorlar. Peki, hemcinsleri olan başörtülü kadınlar okullarından atılırken, işlerinden çıkarılırken, polis copları, panzerleri ve köpekleriyle bütün hakları ellerinden alınırken neden yasakçılarla aynı safta duruyorlardı? Kadının özgürce başörtüsüyle okuma, çalışma, kamusal alanlarda bulunma haklarını savunurken bu güruhu neden faşizme karşı mücadelede hiç göremedik acaba? Demek ki özgürlük dedikleri şey İslam’la bağlantılı olduğunda onlarda acayip bir alerji yapıyor, Kemalist cunta ve sermaye sınıflarıyla işbirliği yapabiliyorlar. Sol-sosyalist ve feminist kafa yapısında başörtüsünü bir tercih, bir özgürlük olarak değil de kadının köleleştirilmesi ve bedeninin sömürülmesi olarak algılamaktalar.

Antik Yunan uygarlığında doktorların, Hipokrat yemininde kadınlara çocuk düşürmelerine yardımcı olmamak üzere yemin ettikleri ve kürtajdan kaçındıklarını biliyoruz. İlahi kaynaklı dinlerde bebek ölümlerinin ancak zalimler tarafından uygulanan nesli kırma politikası olarak uygulandığını görüyoruz. (Firavun’un İsrailoğullarından yeni doğan erkek çocukları öldürmesi gibi, Hindistan ve Çin’de kız çocuklarının doğmadan önce veya doğduktan sonra öldürülmesi gibi) Bugün ise kürtaj bir kadın hakkıdır diye sokaklara dökülen liberal, sol, sosyalist, Kemalist, Kürtçü çevrelere baktığımızda kadını, kadının özgürlüğü adı altında ahlaksız bir yaşam biçimine teşvik ettiklerini görmekteyiz. “Benim bedenim, benim kararım!” kampanyası çerçevesinde yapılan eylemliklerde sadece gayri İslami değil gayri ahlaki ve gayri insani bir ilişki biçimini savunuyorlar. “Kimsenin namusu değiliz!” sloganları eşliğinde tertiplenen gösteriler açıkça esfel-i safilin halidir. Bu anlayış öncelikle kadınları ama en temelde bütün bir toplumun namus, iffet, sadakat ve aile anlayışını tahrip etmeye dönük bir psikolojik harekâttır. Aydınlanma, ilerleme, hazcılık adına Allah’ı ve Allah’ın iradesini devre dışı bırakma cehaletidir.

Çocuğun Yaşama Hakkı Ne Olacak?

Özgür bir dünyadan yana olduğunu vurgulayan otoriter ve de totaliter yazarlar, bireylerin günah işleme özgürlüğünü öne çıkaran medya mensupları nedense hayatına son verilen ana rahmindeki canlının yaşama hakkına dair tek bir kelime etmiyorlar.

Hayrettin Karaman, “Fıkha göre çocuğun vücub (medeni haklardan istifade) ehliyeti ana rahmine düştüğü andan itibaren başlar.” diyor. Ana rahmindeki çocuğun yaşamını sonlandırmak ekini ve nesli yok etmekle tanımlanabilir. O çocuk öldürüldüğünde sadece onun dünyaya gelme hakkı değil, bütün bir yaşamı, evlenip çoluk çocuğa karışma hakkı, torun sahibi olma hakkı da elinden alınmış olacaktır. Bu durum aynı zamanda bir nesil katliamıdır.

Bedenimiz ve hayatımız bize mülkiyet olarak değil, emanet olarak verilmiştir. Anne karnında şekillenen bebeğin de sahibi bizler değiliz. Anne sağlığı tehlikede olduğu durumlar haricinde emanete güzel bir şekilde sahip çıkmalıyız.

Kürtajdan Başka Hangi Kişisel Tercihlere Saygılısınız?

En ahlaksız sloganlarla meydana veya ekrana çıkanların önemli bir bölümü, bedenlerin ve kararlarının kendilerine ait olduklarını söylerken bile ne kadar tutarsızlar. Müslüman kadınların başörtülü olduklarından dolayı yaşadıkları hak ihlallerine hiç karşı çıkmamış, tersine darbecilerle birlikte yasağı savunmuşlardı. Kişisel tercihler Allah’ın ayetlerine itaat sonucu olduğunda kabul edilemez, nefsin emirleri doğrultusunda olduğunda ancak kadın hakkı, insan hakkıdır öyle mi?

“Kürtaj kanunen yasaklansa bile kadınlar merdiven altında sağlıksız şartlarda ve kaçak yollarla, her şeye rağmen kürtaj olmaya devam edecekler. Hijyenik ortamlarda kürtaj olmak yerine yasal olmayan yollardan çocuklarından kurtulmaya çalışacaklar. Muhtemel kadın ölümlerini göze almak istemiyorsanız bebek ölümlerini engellemeye kalkmayın.” deniliyor. Bir bebek katline susun yoksa bebekle beraber annenin de ölümünü izlemek durumunda kalabilirsiniz. Bir ölüm, iki ölümden iyidir hesabına hepimizin aklı yatırılmak isteniyor.

Bir Adım İleri, İki adım Geri!

Gelinen son noktada, maalesef son derece marjinal bir kesimin kürtaj yasağına itirazı, ahlak dışı, insafsız, zalimce bir talebi gündemde tutması hükümete geri adım attırmıştır. Gelen tepkileri göğüsleyemeyen Hükümet kürtaj cinayetine yasaklama getirememiştir. Kürtajın doğum kontrol metodu olmadığını söylemekle yetinip, on haftaya kadar yapılan kürtajla ilgili herhangi yasaklama yoluna gidememiştir. Sadece kadın doğum uzmanlarının hastanelerde kürtaj yapabileceği, pratisyen hekimlerin kürtaj yetkisi olmayacağı ve klinik, muayenehane gibi merkezlerde de kürtajın yasal olmayacağı açıklandı. Böylece kürtaj sürecinin daha bilinçli bir şekilde uzmanlar gözetiminde ‘kaliteli’ bir şekilde devam edeceğinin işaretlerini vermiş oldu. Kürtaj öncesi anneye verilecek psikolojik destek de bebeğinden kurtulmaya çalışan kadına kürtaj sonrası yıkım yaşamaması için verilecek bir destek midir acaba?

Anne karnındaki ceninin, bebeğin kendisine ait hayat hakkı olduğunu belirten Diyanet İşleri Başkanı Görmez, “Ne annesinin ne de babasının onun üzerinde mülkiyet hakkı olmadığı gibi onun hayatı üzerinde vazgeçme, sonlandırma yetkisi de yoktur. Bu yüzden gebe olan anne; 'Beden benim değil mi, ben onu istediğim gibi kullanırım, bebek de yaparım, istersem onu da atarım!' deme hak ve yetkisine sahip değildir. Çünkü karnındaki bebeğin gerçek anlamda sahibi maliki değildir. Keyfi olarak terk edemez, öldüremez. Ona bakmak, korumak ve yaşatmakla görevli bir emanetçidir.” demesine rağmen atılan geri adım en hafif ifadeyle üzücüdür. Başbakan Erdoğan kürtaja ses çıkarmamanın intihar edene müdahale etmemekle eşdeğer olduğunu belirtmişti ama görünen o ki konforlu ortamlarda modern tıbbın son teknolojileri de kullanılarak çocuklar özgürce katledilmeye devam edecek.

Peki, Sağlık Bakanı, Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan ve diğer Hükümet mensupları iki buçuk aya ulaşmış bir bebek anne karnından sökülüp atılırken bunun vebaline ortak olacaklarının farkında değiller mi? Bu defter bu kadar tartışmadan sonra böyle kapatılabilir mi? Kürtajı veya zinayı teşvik eden bir toplum ve devletin çöküşünün çok boyutlu olacağı unutulmamalıdır. Ahlaki ve vicdani değerleri ayakta tutmak, insani ve İslami değerlere karşı yürütülen saldırılara karşı ilkeli ve cesur siyasetler üretmekten hiç kimse azade değildir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR