1. YAZARLAR

  2. Bahadır Kurbanoğlu

  3. Adalet Eksenli Mücadele Fıkhi Çabaları Gerektirir

Bahadır Kurbanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Adalet Eksenli Mücadele Fıkhi Çabaları Gerektirir

Eylül 2007A+A-

Türkiye'de son altmış yıla damgasını vuran ve demokrasi, laiklik, çok partili sistem, seçimler, parlemento gibi kavramları siyasal ve toplumsal atmosfere entegre eden süreç, AK Partili yıllara da fazlasıyla anlam kattı. İlkesel bağlamda Batı'nın tarihi tecrübelerinin yansıması olan kavram ve kurumlar ise İslami hassasiyet sahibi kitleler tarafından kimi zaman bilinçsizce, kimi zamansa liberalleşme ve/veya modernleşme süreçlerinin kaçınılmazlığı içerisinde samimiyetle ama kalburüstü bir tarzda sahiplenildi.

Bu kavram/kurumları kökten reddeden yaklaşım sahipleri ise TC'nin kendi kimliğini koruma, entegrasyon ve asimilasyon süreçlerini hızlandırma ve ömrünü uzatma amaçlı demokrasi oyunlarından yola çıkarak, demokratik ya da sivil diyebileceğimiz araçların bizatihi kendilerini mahkum etme yolunu tercih etti. Bunu da sistem dışı olmak şeklinde nitelendirdi.

Savrulma, kimliksizleşme, referansları reddetme ya da tarihi/fıkhi referanslara saplanarak içe kapanmaları besleyen bu iki tutumun açmazlarına değinmek gerekiyor. Hele hele içinde yaşadığımız AK Partili süreçte buna dünden daha fazla ihtiyacımız var. Birinde gücün/iktidarın büyüsüne kapılma; vayhi referansları değersizi eştirme ve terketme; dinin bireysel alanda yaşanması gerektiğini iddia edip aslında liberal kavramları bireysel, toplumsal ve siyasal alanın akidevi telakkileri haline getirme ve dünyevileşmeyi körükleme söz konusu iken; diğerinde çağdaş tüm kurum/kavramları reddedip mücadele alanının pratik sınırlarını daraltmak; siyasi gelişmeleri okumak ve bunun üzerine fıkhetmekten çok, gelişmeler hangi seyri takip ederse etsin tek bir düzlemde açıklama çabaları belirleyici oluyor. Bir müddet sonra da müntesiplerinde bıkkınlık, gündeme küsme ve tembellik ve en sonunda gayr-ı adil ezber değerlendirmeler ışığında insanları ıslahtan uzak hikmetsiz bir üslup ve tutumun sahibi kılıyor. Bu fikri sabit tarzın sahipleri, açılımlar sağlamaya çalışanları da sistem içilik, demokratlık, sapmışlıkla itham ederek İslami bir mücadele yöntemi güttüklerini düşünmektedirler.

Şüphesiz vahiy ve nebevi sünnet ışığında ve her ikisinin de çağdaş gelişmelerle bağını kurarak fıkhetmeye, ictihad etmeye, ictihadlarımızı yöntemleştirme ve kurumlaştırmaya her zamankinden fazla ihtiyacımız var. Bu hem adil şahitler olmak bakımından önemli, hem de müslümanların günümüz Türkiye şartlarındaki bir mücadelenin ne idüğü, nasıllığı problemini çözmeleri açısından. Bu konu üzerinde sağlanacak netlik, vahdet ve örgütlenmeye giden yolları da kolaylaştırması bakımından olmazsa olmaz bir gereklilik olarak önümüzde duruyor.

Eleştiregeldiğimiz iki tavrın mevcut süreçteki tutumlarına göz atıp, somut olarak mücadele ve mücadelenin araçları konusunu irdelemeye geçebiliriz:

1) "Cumhurbaşkanı kim olursa olsun farketmez; ha Sezer ha Gül, ikisi de sistemin adamı!" tavrı.

2) "Eskiye dönük söylemleri terketmeliyiz; rasyonel tutum bunu gerektiriyor; ki zaten başörtüsü sorunu da çözülme aşamasında!" tavrı.

İlk tutum sahiplerinin zaman zaman dillendirdiği "keşke CHP iktidar olsa, o zaman savrulmalar azalır, bilinçlenme artar" şeklindeki tespitlerinin, insanların özgür düşünme ve davranmalarının önündeki engellerin kalkmasını, baskıcı, totaliter ortamların geriletilmesini arzulayan ve bunun da ancak kitlelerin hak üzere bilinçli tercihler yapabilmesiyle mümkün olabileceğini serdeden bir dinin özüyle örtüşmediğini belirtmek gerekiyor, Mü'min şahsiyet zulmü, bilinçlenmenin bir vasıtası olarak asla göremez. Üstelik bu tutum, tıpkı Hudeybiye'nin mesajın rahatlıkla yaygınlaştırılmasına vesile olduğu için sevinen sahabilerin tavrıyla da çelişir. Ayrıca baskı ortamlarının bilinçlenmeyi beraberinde getireceği öngörüsü de izaha muhtaçtır. Aksine tarihin şahitliği baskıların daha çok yozlaşmaya, çürümeye, iffetsizleşmeye ve değerlerin yitimine yol açtığı şeklindedir. Burada zihinlerin karışmasına sebebiyet veren şey, daha çok yaşamsal anlamda liberal/sınırsız özgürlüklere yapılan vurguların insanları sapkınlıklara sürüklediği gerçeğiyle; sosyal, kültürel, siyasi, ekonomik ve dini özgürlüklerin paradoksal bir biçimde baskı altına alındığı vakasının birbirine karıştırılmasıdır. Halbuki sözünü ettiğimiz hastalar, kitlelerin dünyevi sorunlar batağında çırpınmalarına, fıtratlarına uygun kararlar verebilmelerinin engellenmesine sebebiyet vermektedir. Özcesi, sözünü ettiğimiz alanlarda özgürlük ortamlarının genişletilmesini savunmak hem bir şahitlik görevidir, hem de bu görevi yerine getirirken bir takım araçların kullanımını da zorunlu kılar.

'İ'laf, 'eman' gibi müesseseleri dışlamayan ama aynı zamanda "teraziyi doğru tartmalarını", "kız çocuklarını diri diri toprağa gömmemelerini", yani bir nevi Allah'a kul olmanın zaruri şartlarını topluma ve erk sahiplerine yüksek sesle dillendiren tevhid ehlinin tavrı ve kullandıkları araçların mahiyeti, yazımızın devamında da değineceğimiz üzere bizlere yol gösterici açılımlar sağlamaktadır.

İkinci tutumun sahipleri ise İslam'a, görece hak ve özgürlük ortamlarını yeterli bulan ve tevhid eksenli bir bütünlükten ziyade, alt yapısı seküler dünyanın öncüllerine dayanan üst yapısal bir kültür öğesi muamelesi yaptıklarının farkında değillerdir. Oysa dünyayı kökten bir inkılaba uğratmaya, değiştirmeye aday bir dinin bırakın Türkiye gibi hak ve özgürlüklerin kanunlarla gasp edildiği bir ülkeyi, mesela İsveç gibi, Danimarka ya da Kanada gibi sosyal, kültürel ve ekonomik problemlerinin bir çoğunu halletmiş ülkelerde de kitlelere sunacağı pekçok mesajının olduğunu, dünyanın geçiciliği ama ahiretin kalıcılığı şiarının her türlü dünyevi beklentiyi aşarak Rabbe teslimiyetle mümkün olabileceğini de unutmuş görünüyorlar. Oysa başörtüsü yasağının yumuşaması ve/veya başörtüsünün serbestleşmesi sadece yıllardır işlenegelen bir insanlık suçunu ortadan kaldırır ama insanlık suçlarının bir değil binlerle icra olunduğu bu ülkede mesajın künhüne varmada en fazla ihtiyacı olanlar erk sahipleri ve onların yandaşlarıdır. Mezkur tutum, Adem(s)'den bu yana kesintisizce süregelen ve batılı tamamen ortadan kaldırmayı hedefleyen bir bakış açısıyla, egemenlerin lütfuna mazhar ve onların ilkelerine müdahaneyi içeren bir tarzın ne türden bir paradoks oluşturduğunu görmezden gelmekten başka bir şeyi çağrıştırmaz.

Aslında bunlara ek olarak üçüncü bir tutumun sahipleri de özellikle zikredilmesi gereken bir yapı arzetmektedirler. Bu değinimizde onlara yer vermeyişimizin sebebi ise, zikrettiğimiz ilk iki kesimin birbirlerini besleyen/birbirlerinden beslenen taraflarının olması ve bu kesimin ikinci tutum sahiplerine yakınlığıdır. Kısaca değinmek gerekirse AK Parti eleştirisi yapmakla birlikte yerli ve görece millici bir tutumdan hareketle 22 Temmuz seçimlerini "Halk ihtilali" olarak tanımlayan bu kesimin, Türkiye toplumunun özellikle sünni unsurlarına biçtikleri tarihi misyon, abartılı kelimesinin hafif kalacağı oranda, vahyin tanımladığı sosyal yasalara aykırılık içeren bir popülizme haizdir. Toplumlara hak etmedikleri değerler yükleyen ve onların ıslahının da önünü tıkayan tanımlamalar içeren bu yaklaşım biçiminde, Anadolu coğrafyasında yerleşik Türkiye toplumunun devamlılık içeren maddi-manevi bir bütünlük arzettiği ve her daim doğrular üzerinde ittifak ettiği, günümüzde de tıpkı Selçuklular ya da Osmanlı döneminde olduğu gibi "milli irade" kaynaklı adeta tarih üstü bir tutum takındığı savı işlenmektedir. Toplumun sabrına ve hikmetli tutum alışlarına atıfların yapıldığı bu söylem, aynı zamanda sokağı/meydanları "yığın" tanımlamasıyla mahkum ederek, halkın sessiz ama derinden bir yürüyüşü tercih ettiğini ve bunun bilinçli-tarihi bir iradi tutum olduğunu savunmaktadır.

Tevhidi Mücadeleyi Fıkhetmek

Aşağıda maddelendirdiğimiz ve birbirleriyle bağlantılı üç hususu tanımlayarak, Türkiye özelinde ve belki de İslam dünyasının pekçok bölgesinde metodolojik açıdan tartışılabilecek unsurları irdelemeye ve 'salih amelin çağdaş açılımlarını ortaya koymaya çalışalım:

1) İlahi referanslarımızı bulandırmaya ve buharlaştırmaya çalışanlar bir yana, genel itibariyle adaletli olma çabası güdenlerin ilk elde dikkat etmeleri gereken husus, sistem tahlillerini hangi minval üzere yaptıklarıdır? Bürokratik oligarşinin tarihî referanslarını ve kendi çıkarlarını koruma amacına matuf fiili durumundan yola çıkarak mı, yoksa kendini çağdaş anlamda refere ettiği demokrasi, parlemento, seçimler, hukuk devleti, insan hakları vb. bağlamlara dayanarak mı? Bu husus çok önemli. Zira sistemin haketmediği halde kendisini refere ettiği ve sapla samanın birbirine karıştığı çağdaş kavram/kurumlara bakış açımızı ilkesel ve konjonktürel bağlamda tespit edip tanımlamak önemlidir. İlkesel olarak doğru tanımlara, yani, "tevhidi mücadele...", "Kur'an'ı baz almak...", "alternatif metodlar..." gibi terkiplere yaslanan çözüm önerileri hak olan ölçülere atıf yapmakla birlikte "Peki ama nasıl?" sorusuna direkt bir cevap üretmekten yoksun kalabilmektedir. Hele aynı kesimlerin sivil araçların tümünü daha baştan ve kökten olumsuzlayan ve reddeden bir tutumu teorik olarak dillendirmeleri pratik anlamda gerçekçilikten uzaklaşmaya götürdüğü gibi, rasyonel değerlendirmeler (ictihad ve açılımlar) yapmanın da önünü tıkamaktadır.

2) Bağlı olarak, sistem değerlendirmelerinde genele şamil bir hataya düşülmektedir. TC demokrasi oyunu oynadığı için bir takım sivil-insani taleplerin meşruluğunu ortadan kaldırıcı bir şekilde -demokrasinin felsefi arka planından öte- kitlelere devlet örgütlenmesi karşısında nefes aldıran alanlara hücum etmek gibi bir hata. Nitekim tümüyle demokratikleşmek, sistem ya da bürokratik oligarşi açısından bir çözüm olsaydı bunu zaten kimseye sormadan yapardı. Oysa ikisini birbirine karıştırmamak gerekiyor. TC'nin tam tersine totaliter, ideolojik, baskıcı, dogmatik yönlerini görmek/gözlemlemek bir yana, mesela Saddam dönemi Irak rejimi ya da Mübarek'in Mısırı'yla TC'nin görece demokratik sistemi arasında ciddi farklar olduğunu da tahlil edebilmek gerekiyor! Tıpkı Filistin'deki İslami mücadeleyle Türkiye'deki ya da Suriye'deki arasında farkların olması gibi. Farklı ortamlar farklı ictihadları ve dolayısıyla bunların gerektirdiği farklı amelleri (tutum alışları) beraberinde getirir.

3) Araçların kullanımı ile araçlara mahkumiyeti birbirine karıştırmak. Dolayısıyla hikmetli çabaların önünü farkında olmadan tıkamak ve elde hiçbir mücadele aracı bırakmamak.

Sistem İçi Araçlarla Mücadele Entegrasyonu mu Beraberinde Getirir?

Konuyu örneklerle somutlaştırdığımızda, sivil araçlarla hak arama mücadelesine 'eylem yapmak', 'dergi/gazete çıkarmak', 'panel düzenlemek', 'dernek faaliyetleri' de giriyor. Sistemden bağımsız olmanın, kanunlara tabi olduktan sonra yeterli olmayacağını, araçların kullanımının bir süre sonra sisteme entegrasyonu beraberinde getireceği savını dillendirenlere göre; 'parti', 'parlemento' ile 'dernek', 'vakıf', 'izinli eylem' (izinsiz bile yapılsa sistem böyle olmasını uygun gördüğü için yapılabiliyor) ve 'dergi çıkarmak', 'kitap basmak' arasında ilkesel anlamda hiçbir fark yoktur.

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki bunlar arasında fark olmadığı doğrudur. Ama ilkesel olarak değil formel olarak. Dolayısıyla bırakın dernek faaliyeti yapmayı partili mücadeleye ilkesel olarak karşı çıkmak da çok anlamlı bir ictihad değildir. Bu bir zaman, zemin ve kitleleşme meselesidir ki FIS ya da Hamas örneğinde olduğu gibi kendini sisteme dayatarak ve kimliğinden ödün vermeyerek pekala seçimler de mücadelede bir araç olabilir. Buradan AK Parti ya da geçmişte RP'nin tutumu onaylanıyor gibi bir sonuç çıkmamalı. Sürecin kendini dayatması ve hazır olduğunu hissetmek bilinçli bir tutumdur. Dolayısıyla insanı/hareketi entegrasyona sevkeden şey demokratik ya da sivil araçların kullanımı değil, akidevi yozlaşma, şuursuzluk ve kimliksizlik halidir.

Yoksa dernek ya da vakıflar da demokratik araçtırlar ama bunlara anlam yükleyenler bizleriz. Bizim bilinçlilik halimiz bu kurumların yapısını da belirliyor.

Özcesi haklar ve özgürlüklerin ya da ceberrut uygulamaların sona erdirilmesinin bir takım araçlarla talep edilmesi, bilinçli kesimler açısından kesinlikle bir entegrasyon süreci değildir. Aksine sistemi tanımamak, onunla mücadele yollarını bilmemek ve tecrübe edinmekten kaçınmak tersinden entegrasyon sürecini besler. Bizlerin asıl sorunu bu araçları kullanmak değil, kullanmamak, kullanmayı bilmemektir. Keşke daha fazla derneğimiz, vakfımız, avukatımız, hukukçumuz, sorumlulukları paylaşmaya, hayatın içinde koşmaya, tecrübelenmeye, küçük de olsa damlaları sahiplenip biriktirmeye aday insanlarımız olsa.

Mezkur savı dillendiren çevrelerin Seyyid Kutub'un üzerinde önemle durduğu "Kur'an nesli"nin nerede yetişebileceğini kendilerine sorup cevaplandırabilmeleri önemlidir. Kendini liberal sapmalardan muhafaza etme adına, farkında olmadan, sistemle mücadele ve kitlelere yönelik adil şahitler olma çabalarının önünü tıkayan bu anlayışın, sahiplerince sorgulanması gerekir. Bu anlayış sahipleri çoğu zaman sistem içi tüm gelişmeleri bir potada eritme ve öyle görme kolaycılığına savrulabilmekte, AK Parti özelindeki gelişmelerin aslında İslami değerlere açılmış bir savaş niteliği taşıdığını göremeyip, üzerlerine düşen sorumluluğu gereğince yerine getirememe gibi bir zaafı da bünyelerinde taşıyabilmektedirler. Bu anlayışı eksikleri ve zaaflarını meşrulaştırma yolunda kullananlar da cabası. Oysa sisteme bulaşmamanın getirdiği nokta anın gerektirdiği sorumluluklardan kaçma olmamalı.

Tıpkı "başörtüsü mücadelesi fazla siyasileşmişti!" diyenler gibi. "Hani, nerede, ne zaman?" diye sorulacak olsa, iç keşfin öneminden, takvadan, dünyevileşmekten kaçmaktan bahsedilir ama gerçek şudur ki; 28 Şubattan bu yana bu ülkede hiçbir kesimin ciddi bir siyasal katılım oluşturarak, o çokça eleştirilen demokratik mücadele falan verdiği yok aslında. Keşke gerçekten ilkesel bir tutarlılıkla bu mücadele metoduna soyunulsa da mücadele etmenin, görünür olmanın, taraf olmanın tecrübi değeri kavranılabilse! Tecrübelenilse de bu, kitlelerde alışkanlık kesbetse, kimlik oluştursa! Keşke sadece geleneksel ve modern sapmalar içindeki cemaat yapıları ve halk kitlelerine yönelik değil, kendilerini sol, sosyalist, sağcı-muhafazakar, muhafazakar-demokrat, liberal-demokrat olarak tanımlayan görece muhalif çevrelere de gereğince yol gösterebilsek, şahitlik edebilsek! Aksine insanlar bizatihi mücadeleden ve sorumluluk üstlenmekten kaçmıyorlar; tecrübi süreçler yaşamadan sonuç almayı bekliyorlar, sonuç alamamaktan korktukları ya da buna inanmadıkları için de yola koyulmaktan imtina ediyorlar. Bunun meşrulaştırıcı öğeleri olarak da bir takım içtihadı umdeleri akideleştirerek öne sürüyorlar.

Fıkhederek bir zemine oturtulmuş, üzerinde anlaşılmış ortak bir mücadele formuna ihtiyaç olduğu bir gerçektir. Bu ise ancak o çokça eleştirilen araçların kullanılması/kuşanılmasıyla mümkün olabilir. Nitekim bu araçlarla hareket edenler bugün bu mücadeleyi en fazla üstlenmiş olanlardır. Cezai yaptırımlara maruz kalanların üzerinde yürüdükleri alanlara baktığımızda bu durum daha sarih bir şekilde görülür: Ya bir makale, ya bir konferans konuşması ya bir dergi yazısı ya da mağdur edilmişleri savunan bir vakfın-derneğin avukatı. Bütün bu yaptırımlar, söz konusu araçlarla icraatlar ortaya koyan, sesini duyurmaya çalışan, örnek olmaya çalışanlara yönelik. Bizler aksine ilkeli-muhalif duruşları şiar edinen dernek ve vakıflarımızın artmasını, özgürlüklerin genişlemesini, yasakların ve mağduriyetlerin azalmasını talep etmeliyiz. Binbir emekle oluşturulmuş bu kurumları yok saymak ya da gayr-ı meşru ilan etmek yerine sahip çıkmanın yollarını aramalıyız. Sorunun araçlarda ya da sistemlerin niteliklerinde değil, öncelikle bizlerin bakış açılarında olduğunu görmek durumundayız. Aslolan, bizleri her sistem içerisinde sorumluluk almaya iten ilkeleri hayata indirgeyebilmek ve sorumlulukları kuşanabilmektir.

Tevhidi Mücadelede Son Sözü "Milli İrade" mi Söyledi?

"Milli irade" kavramı günümüzde her kapıyı açan bir anahtar mesabesinde görülmeye başlandı. 22 Temmuz'da ve Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilip devletin zirvesine sancağı dikmesiyle de adeta son sözü söylemiş oldu! Bundan sonra artık neyin meşru olup olmadığını bu iradenin tutumuna, tercihlerine, değerlerine bakarak anlamamız gerektiği gibi bir tablo ortaya çıktı.

Özellikle İslami çevrelerde çokça dillendirilen ve bir değer ölçütü haline getirilen "milli irade"nin hemen her konuda hak üzere isabetli kararlar vereceği, her daim haklı olduğu ve bundan sonra onun temsilcilerinin çizeceği rotaya riayet edilmesi gerektiği gibi bir kader örgüsü oluşturulmaya çalışılıyor adeta. Liberal demokrat çevreler açısından meseleyi anlamlı kılan şey, bunun demokrasinin ilkeleri arasında yer alması. Dolayısıyla onlar açısından devletin geleneksel reflekslerinin minimize edilmesinin ve militer yapının geriletilmesinin olmazsa olmaz koşulu "halkın iradesi"ne teslimiyettir. Bu güç mücadelesinde halkın tercihlerinin kutsaliyet zırhına büründürülmesi de kaçınılmazdır. Her ne kadar karşıtlarca sıkça dile getirilen "Hitler" ve "Alman halkı" örneği ya da halkın isabetli kararlar vermede yetkin olmadığı propagandası onların bu savını geriletmede bir öncül olarak kullanılsa da, Genelkurmaydan YÖK'e, Anayasa Mahkemesi'nden Yargı'ya kadar faşizan uygulamalarda Hitler dönemini aratmayan bir temsil kabiliyetine sahip oldukları ve icraatları öncüllerini yalanladığı için, "milli irade'ye saygının altını kalın çizgilerle çizmek kolaylaşıyor. Üstelik Türkiye ölçeğinde "milli irade"nin alt yapısını İslami/kültürel unsurlar/tercihler oluşturduğu baskın gerçeğinden hareketle, bu mit İslami kesimleri de içine alan geniş bir yelpazeye etki ediyor.

Egemen yapının halkın tercihlerini hiçe saydığı, yaşam alanlarını daraltmaya çalıştığı, İslami değerlere savaş açtığı doğrudur. Ancak bu yapısal çelişkiler ve taraflardan birinin taleplerindeki haklılık, onu değerler skalasının en üst zirvesine taşıması için yeterli midir? Üstelik "milli irade"ye saygılı olduklarını ve bu sayede zirveye ulaştıklarını dillendiren iktidar odaklarının da onun en fazla müzdarip olduğu konularda değil de, kendi tercih ettikleri hususlarda ve kendilerinin dilediği kadar risk üstlenmeleri de paradoksun bir diğer yüzü olarak önümüzde duruyor. Onu bir paradoks olmaktan kurtaran şey ise, "milli irade"nin sözünü ettiğimiz mağduriyet alanlarına ilişkin sessiz kalması, yönetsel ilkelerin tümünde tercihi seçilmişlere bırakmasındadır. Bu elbetteki halkın beklentilerinin/taleplerinin olmadığı anlamına gelmez ama kültürel anlamda sahip olduğu akide, sorumluluklarını modern mehdilere tevdi eden bir anlayışı zorunlu kılıyor. Bunu halk açısından bir ölçüye kadar mazur gördüğümüzü varsayalım, peki bilinçli kesimlerin sanki kitlelere ulaştıracakları mesajları kalmamışcasına ya da her ne kadar inkar etseler de İslami geçmişe sahip ve yetkileri fazlalaşmış yönetsel erkin bundan sonra artık üzerine düşeni layıkıyla yerine getireceği öngörüsünden hareketle İslami kesimin taleplerinin anlamsızlaştığı, temsil makamındaki hükümetin her konuya gereğince el atacağı beklentisi ve verili alanların korunmasının ötesinde onları zora sokucu zamansız taleplerin Türkiye gerçeklerim zorlayacağı ve kendilerine mühlet verilmesi içtihadına ne demeli?

AK Parti'nin kurucu ideolojisinin vahyi referansları hayatın yegane ölçütü olarak görmediğini biliyoruz. O çokça dillendirdikleri "dinin bireysel alanda yaşanması gerektiği" savının da aslında kendilerini savunan kitleleri ıslah etmekten ziyade, seküler değerlere yanaştırdığını da. Hatta A. Gül'ün diline pelesenk olan sistemin tüm referanslarını özde sahiplendiklerini de. Bu söylem tarzı elbette bizim dışımızda kurgulanan ve hesabı sadece egemenlere ve AB uyum sürecindeki muhataplarına vermeye aday bir tarz. Ancak vahyi referansların buharlaşmasına, anlam yitimine ve hayatı dönüştürmede fonksiyon kaybına uğramasına sebebiyet veren böyle bir sürece direnebilme kararlılığını bizler göstermezsek kim gösterecek? Seküler dünyanın seküler kavramlarıyla hak arama ve kimlik oluşturma süreçleri bazı-fıtri olumlulukları dışında İslami olana uzaklıklarıyla da tahlile ve tecdide muhtaç değil midir? Önemle üzerinde durulan ekonomik kalkınmanın niteliğini, tüketimin sınırlarım, kitlelerin sorunlarının çözülmesinin ölçülerini Rabbimizin belirlediği gerçeği haykırılmadan "milli irade" gibi kavramlara yapılacak olan atıflar, ahireti değil sadece günü kurtarmaya matuftur! Üstelik hakiki özgürlüğün temeli olan Allah'a kulluğa çağırmadan gelecek özgürlüklerin yitimi de bir o kadar kolay olur! Hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, baskıların azaltılması, oligarşinin temel saiklerinin eleştirilmesi 'ilah'a, 'ibadet'e, 'tevhidi kavrama'ya, 'takva'ya 'tek hüküm sahibinin Allah olduğu'na yapılacak çağrılardan bağımsız görülebilir mi?

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR