AB’nin veya TSK’nın Güdümündeki İnsan Hakları Raporları İnsanilikten Uzak!
Türkiye, Kopenhag Kriterleri'nden sonra yeniden gündeme gelen bir azınlık tartışmasının içerisinde buluverdi kendini. Günlerdir köşe yazarlarıyla birlikte yazılı ve görsel basından sivil toplum örgütlerine, sendikalardan odalara, hükümet üyelerinden emniyete kadar çeşitli sosyal ve siyasal tabakalardan 'vaveyla' çığlıkları işitiyoruz. İnsan Hakları Danışma Kurulu'nun hazırladığı rapor, ülkeye ihanet edilmiş edasıyla atılan 'ülke bölünemez' nutuklarına ve adeta kronikleşmiş 'Sevr paranoyası'nın canlanmasına neden olurken, raporun değinmediği ya da görmezden geldiği ihlallerin gündem olması ise mümkün olmadı. AB sürecinin de vermiş olduğu cesaretle, çözüm önerisi sunmak ya da tartışmak bir yana gündeme dahi getirilemeyecek konuları içermesi raporun önemli bir yanını oluştururken, üzerini örttüğü konular ise raporun dar bir ideolojik kafayla yazıldığını gösteriyordu. Sonuçta 'raporun görmedikleri' konusu göz ardı edilirken, savunanları 'bölücülük'le suçlanan 'azınlık'larla ilgili tespitler ise gazete manşetlerinden düşmedi.
Peki neydi fırtınalar kopartılmasına neden olan raporun içeriği? Ülkenin birkısım toprağı satılığa mı çıkarılmıştı? Hükümetin, kendisine bağlı olarak çalışan bir kurumun hazırladığı rapora böyle bir tepki koymasının anlaşılır yanı var mıydı?
2001 yılında Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı bünyesinde kurulan ve isminin başındaki "Başbakanlık" takısının da var-yok tartışmasına neden olan İnsan Hakları Danışma Kurulu (İHDK), hazırladığı raporla Türkiye'de yaşanan insan hakları ihlallerinin kökenine inmeye çalışmış ve süregelen sorunlara yönelik birtakım çözüm önerileri sunmuştu. Bürokrat, sivil toplum kuruluşu temsilcileri ve üniversite temsilcilerinden oluşan ve raporun yazarı Baskın Oran'ın Neşe Düzel'le yaptığı röportajda1 belirttiği gibi MİT ve jandarma temsilcilerinin de bulunduğu bu kurulun "Azınlıklar ve Kültürel Haklar Raporu"nda şu görüşlere yer verilmişti: "Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile ilgili yasalar, özgürlükçü, çoğulcu ve demokratik bir içerikte ve toplumun örgütlü kesimlerinin katılımıyla yeni baştan yazılmalı." "Eşit haklı vatandaşlık temelinde, farklı kimlik ve kültüre sahip kişilerin kendi kimliklerini koruma ve geliştirme hakları (yayın, kendini ifade, öğrenim gibi) güvenceye alınmalı. Tek kültürlü ulus-devlet modelinin insan haklarını göz ardı eden boyutu yerine, 'Türkiyelilik' üst kimliği altında çok kültürlü yeni bir toplum modeli oluşturulmalı."
Tartışmaların ana eksenini oluşturan bu ifadelerin yanı sıra azınlıkların varlığını kabul etmenin gerekliliğine, Lozan Anlaşması hükümlerinin yanlış uygulandığına, 'milletin bölünmez bütünlüğü'yle ilgili değiştirilemez maddenin çeşitli alt kimliklerin inkarını getirdiğine, 'devletin dili Türkçe'dir' ibaresinin 'resmi dili' şeklinde değiştirilmesi gerektiğine, insan hak ve özgürlüklerine yönelik evrensel normlar içeren uluslararası sözleşme ve temel belgelerin çekincesiz onaylanmasına ve hayata geçirilmesine, Türkiye'nin parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı iddiasının ve bir paranoya haline gelmiş 'Sevr sendromu'nun halen de yaşanıyor olmasının rahatsız ediciliğine, merkezi ve yerel yönetimlerin şeffaflaştırılarak yurttaşların katılım ve denetim imkanlarının esas alınmasına, Kemalist modelin 'muasır medeniyet' tezinin geride kaldığına, vatandaşlık anlayışının yeniden gözden geçirilip, çağdaş Avrupa'daki çok kimlikli, çok kültürlü, özgürlükçü ve çoğulcu bir toplumsal modelin alınması zorunluluğuna vs. dair birçok vurgu da yer aldı.
Azınlık Raporu'nun basında yer almasının ardından "bölücülük" edebiyatı yapanların yanı sıra Başbakanlığa bağlı bir kurumun, yıllanmış sorunları açıkça gündeme taşımasını ve tartışılmasına sebep olmasını büyük bir olumluluk olarak görenler de oldu. Fakat, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün yurtdışından Başbakanlık'taki insan hakları sorumlusu Vahit Bıçak'ı arayarak, raporun Başbakanlık'la ve hükümetle bir ilgisinin bulunmadığını açıklamasını istemesi ve daha sonra bizzat kendisinin gazetecilere yaptığı açıklamalar, hükümetin böyle bir raporu asla tasvip edemeyeceğini gösteriyordu. Gül, raporun Başbakanlığa ait olduğunu söylemekle beraber raporu ve yazarlarını ağır bir dille eleştirdi.
Tam da AB'den müzakereler başlatmasını beklerken ve Ak Parti hükümetinin, AB'yi çok kültürlü, çoğulcu, alt kimliklerin ifade edilebildiği bir üst yapı olarak tanımlama iddiasında iken, gerek bu tartışmada yer aldığı taraf gerekse de farklı fikirlerin beyan edilmesine yönelik ortaya çıkan tahammül(süzlüğ)ü hükümetin çelişkisini açık bir şekilde gözler önüne serdi. Oysa ki raporun 'resmi bir rapor' olmadığını ve hazırlanması için Başbakanlık tarafından herhangi bir sipariş verilmediğini söylemekle iktifa edilebilirdi. Eh, ne de olsa Türkiye'de düşünce özgürlüğü vardı ve herkes istediği konuda görüşlerini rahatça ifade edebilme olanağına sahipti! Şiddet içermeyen bir rapora, bazı tespitler uydurma olarak da görülse, 'yasakçı' bir tavırla tepki verilmesi sonucunda Ak Parti'nin karnesine zayıf bir not daha eklenmiş oldu. Dolayısıyla AB'ye uyum çerçevesinde insan hakları alanında yapılan düzenlemelerde hükümetin samimiyetine de halel düşmüş oldu. Çıkarılan yasalar makyajdan öte bir anlam ifade etmiyorsa, milliyetçi bir refleksle 'bölünme' fobisi aşılamayacaksa, asırlardır aynı coğrafyanın havasını soluyan farklı milliyetlerden insanların bir arada dinini, kültürünü yaşamasına, diliyle kendini ifade etmesine zemin hazırlamayacaksa AB'de olmak halklara ne kazandıracaktı? Yoksa AB için salt bir pazar olma gönüllülüğü müdür bütün koşuşturmalar? İnsan hakları, çok kültürlülük, çoğulculuk söylemlerine ne oldu da ulus-egemen milletin haricindeki halkların kimliklerinin tanınması ülkeyi böldü?
Hemen burada 'çok kültürlülük', 'çok kimliklilik' söyleminin Batı için bir vitrinlikten öte anlam taşımadığını ifade etmek gerekiyor. Batılı modern zihin, hiçbir zaman çok kültürlülüğü hazmedebilmiş değildir. Kendi yaşam tarzının kuşatamadığı yaşam biçimlerini, AİHM'in verdiği başörtüsü kararında görüldüğü gibi, insani bir hak olarak dahi görmemektedir. Özgürlük, Batılı kültürün kabul edildiği yere kadar vardır. Kulağa hoş gelen çok kültürlülük söylemi çerçevesinde bireysel anlamda alınan haz haricinde bir talep söz konusu olduğunda devreye asimilasyon mekanizması girmektedir. Batılı yaşam tarzının dışına çıkan bütün kültürler modernleşme programıyla asimile edilmektedir. Bu Batılı kimliğin/kültürün, birlikte yaşam için Avrupa'da 'üst kimlik' olarak kabul edilmesi zorunluluğu; Türkiye'de 'Türk üst kimliği'yle karşımıza çıkmaktadır.
Görülen o ki, AB süreci de, sistem ve kurumlarıyla ilgili tartışmaları, eleştirileri 'devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü'ne yönelik tehdit olarak görülmesini değiştir(e)meyecek. Baskı haricinde çözüm önerileri sürekli reddedilen toplumsal sorunlar var olmaya devam edecek. Bu azınlık tartışmasında sözün en fazla bağlandığı Kürtlere ilişkin bir asırdır süregelen inkarcı politikadan pek de taviz verilmeyecek. Nitekim hakim paranoya Türkiye'nin parçalanmak istendiği yönündedir. Tek millet, tek vatan, tek dil, tek bayrak dayatmacılığı kültürel farklılıkları inkar etme ve fıtri hakları görmezden gelme eğilimindedir. "Daha fazla 'eşitlik' ve daha fazla 'özgürlük' talepleri cumhuriyeti yıkmakla"2 eşdeğer tutulmaktadır. Ülkenin en üst organları Genelkurmay ile Cumhurbaşkanlığı'nın tartışmaya direkt dahil olarak söyledikleri gibi asıl üst kimlik 'Türk ulusu kimliği' olacaktır. Nitekim, "Atatürk, 'Ne Mutlu Türk'üm Diyene!' söylemiyle TC'yi, din ve etnik farklılıkları bütünleştiren bir üst kimlik temeli üzerine oturtmuştur."3 Çünkü "Türk kavramı tüm alt kimlikleri kapsar. Türk'ü herhangi bir etnik grup düzeyine indirmek, tarihi değiştirmek anlamına gelir."4 Bu minvalde ulusal histeri ve ırkçı çığırtkanlıklarla inşa edilen Türk ulus kimliği ve milli duyarlılık damarlara empoze edilerek, vücuttaki 'pis' kan 'asil'leştirilecektir. Birtakım gerçekler her şeye rağmen süpürülerek hasır altına gizlenecek, Tanzimat'tan beri var olagelen azınlıkların varlığı reddedilecektir. Ancak egemen ulus kimliğinin potasında eritilmek kaydıyla varoluş(!)una izin verilen halklarla devlet sahibi ulus arasındaki ilişki, "azınlık" üretmeye devam edecektir.
Burada "azınlık" derken raporda yapıldığı gibi sosyolojik bir tanımlamayla, kendini çoğunluktan farklı hisseden ve bu farklılığı kimliğinin temel direği sayan topluluklar kastediliyor. Yani bir anlamıyla dışarıda kalanlar. Yoksa hukuki anlamıyla örneğin Kürtlerin 'azınlık' olduğu asla iddia edilemez. Kürtlerin asırlara uzanan geçmişlerinin bugün de ülkenin temel gerçekliği olmalarıyla devam ettiği bir vakıa. Ancak Kürtler bu vakıaya rağmen 'öteki' kılınarak dışarıda bırakılmaktalar. Ülkenin hukuki anlamda azınlığıymış gibi muamele görmekteler ki, bu anlamıyla dahi ulus egemen kimliğin, tüm azınlıkları yutmak ve fıtri haklarını çiğnemek politikası söz konusudur. AB sürecinin dışardan zorlaması sonucu oluşan şu konjonktürde 'müsaade edilen' kültürel çalışmalar ise asla egemen ulus kimliği taşıyan vatandaşlarla, kendilerine 'öteki' statüsü biçilmiş halklar arasındaki eşitsizliği ortadan kaldıracak nitelikte değildir. Öyle ki, 'Türk' üst kimliği bir yana, Kürşat Bumin'in dediği gibi, 'Türkiyelilik' ya da 'Türkiyeli' derken dahi sadece coğrafi, yani nötr bir toprak parçasında yaşayanlar anlaşılmamakta ve bu ifadede belli bir ulus egemenliği havası sezilmektedir. Zira 'Türkiyelik' kavramı da bizzat 'Türk' sözcüğü üzerine kurulmuştur.5
İnsan Hakları Kurulu, İslami Kimliği Görmedi
İHDK'nın hazırladığı 'Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Raporu', 'Türkiye'de İnsan Hakları Raporu'nun bir eki, alt başlığı niteliğindeydi. Daha kapsamlı eleştiri ve öneriler 'İnsan Hakları Raporu'nda yer aldı. İnsan hakları ihlallerinin son aylarda arttığına dikkat çekilen raporda, parlamenter rejime 'başbakancı rejimi' benzetmesinde bulunuldu. İşkence uygulamasının yaygın olarak sürdüğü tespiti "işkenceye sıfır tolerans"ın uygulamaya nasıl yansıdığına dair zihinlere soru işareti düşürdü. Evet işkencede gözle görülür bir azalma vardı, ancak raporda İHD'ye dayanılarak verilen istatistiki bilgiler "sıfır tolerans"ın soğuk zeminlerde tam anlamıyla karşılık bulmadığı gerçeğini de gözler önüne serdi. Raporda genel hatlarıyla ve özetle şu tespitler öne çıktı:
* İşkence münferit değil, yaygın olarak sürüyor. Yargı mensupları ve Adli Tıp Kurumu konuya yeterli duyarlılığı göstermemektedirler. Cumhuriyet savcıları dava aşamasında sanıkları korumaktadırlar.
* Anayasa, din özgürlüğünü zedeleyici hükümler içermektedir. Dini inancı yaşam hakkı konusunda yasakçılık söz konusu.
* Seçimlerde yüzde 10'luk ulusal baraj, oy hakkının özünü zedelemektedir.
* Başörtüsü, imam-hatiplerle ilgili düzenleme, YÖK, hızlı tren kazası, TCK yasası ve zina konusu siyasal bunalımların ana halkalarını oluşturmaktadır. Bu hal, eksik temsil olgusundan kaynaklanmaktadır.
* Sendikal hak ihlalleri sürmektedir.
* İfade ve basın özgürlüğü konusundaki iyileştirmelere karşın, Yeni Basın Kanunu bir yandan dergileri kapatmaya devam etmektedir.
* Meclis, hükümeti denetleme görevini yerine getirmemektedir.
* Eğitimde fırsat ve olanak eşitsizliği temel sorun olmaya devam etmektedir. Kadınlar ekonomik, politik ve sosyal alanın dışında bırakılmaktadırlar.
Rapordaki din özgürlüğüyle ilgili vurgular direkt Aleviler gözetilerek yazılmış. Ancak devletin Diyanet eliyle dini ulusallaştırma müdahalelerine ya da 'din görevlileri'nin ifade özgürlüğüne ilişkin nedense hiçbir şey söylenmemiş. Yine 'Ruhban Okulu olmazsa ruhban yetişmez' noktasında gösterilen duyarlılık, garip bir şekilde halkın çocuklarının Kur'an kurslarına gönderilmesinin engellenmesi ve imam hatipler önüne konan barajların oluşturduğu fırsat eşitsizliğine yansımamış. AB İlerleme Raporu'nda da benzer ifadelerin yer aldığı hatırlanacak olduğunda din özgürlüğü alanındaki kısıtlamaların sadece Alevilerin ve Rumların yaşadığı sorunlara indirgendiği görülecektir. Basına ilk yansıdığında rapora övgüler düzen Nazlı Ilıcak da daha sonra farkına varmış olmalı ki şöyle yazacaktı: "Etnik kimlik deyince aslan kesileceksin, ama 'İslami kimlik' konusunun üzerini örteceksin. Demek bu kurula özgür kafalar değil, Batı'dan devşirme oryantalist bir zihin hakim."6 "Birkaç bin Rum vatandaşın ruhban ihtiyacını karşılamak için çırpınacaksınız, ama her fırsatta 'Diyanet'in bütçesi, her şeyi daralsın, imam hatipler azalsın, Kur'an kursları kapansın' diyeceksiniz."7
Yine kadınların hayata katılımlarıyla ilgili madde açık bir çelişkiyi ve çifte standardı üzerinde taşıyor. Bir yandan kadınların ekonomik, politik ve sosyal alanın dışında bırakıldığı söylenecek öte yandan okullarından, devlet kurumlarından atılan; hastanelere alınmayan hatta resmi nikahları kıyılmayan başörtülüler görmezden gelinecek. Bu ne yaman çelişki? Başörtüsünün insan hakları ihlali olarak değerlendirilmediği raporda AİHM'in Leyla Şahin hakkındaki kararına atıf yapılma ucuzculuğu dikkat çekerken, yasağın özgürlükleri sınırlamadığına dayanak olarak azgın bir İslam düşmanı olan Mine G. Kırıkkanat'ın bir yazısının gösterilmesi İHDK'nın insan hakları ölçütü olarak kullandığı malzemeler hakkında yeterli kanaat oluşturacak düzeydeydi doğrusu. Kurul'un hem mantıken hem de siyaseten seviyesizliğiyle izah edilebilecek bu dayanak, aslında sözde eşit ve adil bir tavır sergilemek adına Müslümanlara karşı çifte standartçılığı tercih eden Kurul'un başörtüsü sembolü üzerinden İslami kimliğe yönelik düşmanlığını da gözler önüne serdi.
Raporda, ÖSS'deki katsayı adaletsizliğinin, düşüncelerini ifadeden dolayı cezaevine giren gazeteci-yazarların esamesi dahi okunmuyor. Oysa ki, hızlı tren kazasıyla ilgili bir gazetecinin sorduğu soruya Başbakan'ın "Soru sorarken haddinizi bilin!" şeklindeki cevabı dahi basın özgürlüğü kapsamında eleştirilerek raporda kendine yer bulabildi. Öte yandan Vakit Gazetesi'ne generallerin talimatıyla verilen 1 trilyonluk tazminat cezası ise görmezden gelindi.
Yine raporda, halen kanayan bir yara olan cezaevlerine ilişkin bir vurgunun yer almaması da dikkat çekti. F tipi hücrelerde eriyen ve devam etmekte olan ölüm orucu dolayısıyla 117 kişinin ölümüne neden olan F tipi cezaevlerindeki tecritin kaldırılması yönünde bir çözüm önerisi sunulmamaktadır. Cezaevlerinde yaşanan sorunlar da mı insan hakları ihlallerine girmemektedir? Gerçi F tipleri ilk açıldığında AB'den gelen heyetin cezaevleriyle ilgili olarak olumlu izlenim edindiğini hatırlıyoruz. Bu anlamda AB'nin insan hakkı olarak tanımlamayıp da raporda yer alan herhangi bir şey yok. Tamamen AB güdümünde seyreden raporda; AB'nin özgürlük dediği özgürlük, demediği de demediktir.
Oldu-bittiye getirildiği, önyargılı olduğu, sorunun İHDK Başkanı İbrahim Kaboğlu ile Vahit Bıçak'ın arasındaki iktidar çekişmesinden kaynaklandığı, birçok sivil toplum kuruluşunun oylamaya katılamadığı, oylamaya katılanların sayısının az olduğu ve usulüne uygun oylanmadığı eleştirilerinin yanı sıra, hükümete yüklendiği kadar Türkiye'deki rejimin efendisi ve teminatı silahlı ve sivil bürokrasiye ucundan da olsa dokunmaması raporun ayrı bir handikabıydı.
Raporda çözüm önerileri bağlamında, makul sürede yargılanma ilkesinin Anayasa'ya açık bir hüküm olarak konması, ulusal mevzuatın uluslararası sözleşmelere uygun hale getirilmesi, yargı bağımsızlığı ve güvencesini zedeleyen hükümlerin Anayasa'dan ayıklanması yönündeki çözüm önerileri yerinde ve olumlu tespitler olarak öne çıktı. Ancak, devlet organlarının çeteleşme şaibesinden kurtarılması ve seçim sisteminin demokratikleştirilip milletvekili dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin maddelerin TSK'daki, yargıdaki, bürokrasideki, emniyetteki çeteleşmeleri ve dokunulmazlıkları konu almaması gözlerden kaçmadı. Sadece milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasıyla mı devlet organlarındaki çeteleşme tasfiye edilecek? Peki ya askerin siyasetten çekilmesi ve Genelkurmay'ın Savunma Bakanlığı'na bağlanması yönündeki gündeme ne oldu? Ya zorunlu askerlik ve "vicdani ret"çiliğin reddi? AB İlerleme Raporu'nda da bahis konusu olmayan bu dokunulmaz alanları görmezlik sakın ola AB'ye asker ve ordu kaynağı lüzumundan kaynaklanıyor olmasın?
Bu bahsettiğimiz, ancak raporun atladığı hususlar azınlıklarla ilgili vurgular kadar tartışılmadı. Çünkü Azınlık Raporu'nda tehdit altına giren 'milletin bölünmez bütünlüğü'ydü. Bu bütünlük işkenceyle mi sağlanır, yargı zulmü, inanç, düşünce ve ifade yasakçılığıyla mı sağlanır çok sorun değil. Önemli olan 'milletin bütünlüğü'ne kastedenlerin 'hadlerinin bildirilmesi'ydi. Nitekim, sivil toplum örgütlerinin doğası gereği devlete karşı insanı korumaları gerekirken 'kraldan çok kralcı' bir yaklaşım içindeki Toplumsal Düşünce Derneği Başkanı Fehmi Bolayır'ın İHDK Başkanı İbrahim Kaboğlu ve raporun yazarı Baskın Oran'ın cezalandırılması talebiyle savcılığa suç duyurusunda bulunması pek gecikmedi. Yine son bir gelişme olarak yeniden toplanan kurulun basın açıklaması sırasında Türkiye Kamu-Sen Genel Sekreteri ve İHDK üyesi Fahrettin Yokuş'un tüm kamuoyu önünde Kaboğlu'nun elindeki Azınlık Raporu'nu alıp yırtması ancak Yokuş'un geldiği toplumsal tabanla izah edilebilir herhalde. İnsan hakları üzerinde çalışan bir kurul toplanacak ve bazı anlayışlar değişmelidir diyecek, bu yüzden Türkiye bölünecek öyle mi?! Öte yandan insan haklarıyla ilgili bir kurul ülkenin bir kısım sorunlarını diğer sorunları hiç görmemecesine önceleme çifte standardını gösterecek öyle mi? Ve yazarın raporu iknayla yapamadığını zorlayarak yapma taraflısı olduğunu söyleyecek. E, ne de olsa Cumhuriyet'in kurucu önderi "Mustafa Kemal ve yukarıdan (tepeden) devrimi olmasaydı, Türkiye o noktaya 150 yıl sonra gelirdi, ama M. Kemal 10 yılda getirdi."8 Anlaşılan o ki, anayasalar değişse, süreç 'uyum'a yönelse ve yıllar da geçse kafamızdaki düşünceyi ifade etme özgürlüğü değişmeyecek.
Dipnotlar:
1- "Türk Üst Kimliği Ülkeyi Bölüyor", Radikal Gazetesi, 25 Ekim 2004
2- İsmet Berkan, Radikal Gazetesi, 26 Ekim 2004
3- Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün Cumhuriyet Bayramı ile ilgili mesajından, Birgün Gazetesi, 29 Ekim 2004
4- Gündüz Aktan, Radikal Gazetesi, 26 Ekim 2004
5- Kürşat Bumin, Yeni Şafak Gazetesi, 20 Ekim 2004
6- Nazlı Ilıcak, Tercüman Gazetesi, 22 Ekim 2004
7- Nuray Mert, Radikal Gazetesi, 28 Ekim 2004
8- Baskın Oran, Neşe Düzel'in gerçekleştirdiği röportaj, Radikal Gazetesi, 25 Ekim 2004
- Ramazan ve Muhasebe
- Bush Kazandı Amerika Kaybedecek!
- AB’nin Türkiye’ye Biçtiği Rol: İslam Dünyasına Karşı Güvenlik Duvarı
- Metin Kaplan’ı Linç Etme Operasyonu
- AB’nin veya TSK’nın Güdümündeki İnsan Hakları Raporları İnsanilikten Uzak!
- Davetiye Krizi Değil, Başörtüsüne Tahammülsüzlük Krizi!
- Başörtüsü Yürüyüşü Sürüyor: Allah Yolumuzu Açık Etsin!
- MGK Maşası YÖK, Alanlarda Protesto Edildi
- Başörtüsü Sempozyumu’ndan Ortak Mesaj: Yasağa Boyun Eğilmeyecek!
- İstanbul Barosu 2004 Seçimlerinde Çağrı Avukatlar Grubu
- Hoş Geldin Nurettin Şirin!
- Filistin Halkının Önünde Silahlı Direnişten Başka Bir Alternatif Kalmamıştır!
- Anti-Semitizm Hassasiyeti ve Siyonist Yüzsüzlük
- En Güçlünün Hayatta Kalışı
- Doğu Konferansı Netleşme Sürecinde
- Tayland’daki Müslüman Kıyımı İstanbul ve Ankara’da Protesto Edildi
- Sivil Toplum Kavramı ve Kurumu, Siyasi Muhalefeti Temsil Eder mi?
- Dijital Kıyamet Çağı Senaryoları
- Dow Jones’un İslam’ı Üzerine
- Risale-i Nur’da Hurufilik
- Namaza Hayat Vermenin Yolu: “Salât’ı Gözetmek”
- Kur’an’ın Mutezili Yorumu
- Tüm Kanallar Sırlar Dünyasına Çıkar!