1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. ABD'ye Teslimiyet Zaruret Değil, Zillettir!

ABD'ye Teslimiyet Zaruret Değil, Zillettir!

Ocak 2003A+A-

ABD'nin Irak konusunda izlediği gerilim politikası tüm dünya halklarının açık ve yakın bir tehlike ile karşı karşıya olduğunun somut bir göstergesi. Tehlikenin kaynağını ise uluslararası medya tekelinin ileri sürdüğü, propaganda ettiği gibi Irak oluşturmuyor. Asıl tehlike kaynağı Amerikan yayılmacılığı. Kural tanımayan, hukuk takmayan bir müstağnilik ve doymak bilmez emperyalist tahakküm çabası karşısında tüm dünya edilgen bir pozisyon almış halde. Neredeyse istisnasız herkes frak'a yönelik bir saldırıya karşı. Aynı şekilde başta Birleşmiş Milletler sözleşmeleri olmak üzere uluslararası hukuka ilişkin çerçeve belirleyen tüm anlaşma, sözleşme ve teamüller hazırlıkları yapılan bu saldırının meşru temelinin bulunmadığını ortaya koymakta. ABD'nin dostu ya da düşmanı hemen her ülkede savaşa karşı ciddi bir kamuoyu duyarlılığı oluşmuş durumda. Ne var ki tüm bu tabloya karşın Amerikan yönetimi saldırganlık dürtülerini dizginlemeye yanaşmıyor.

11 Eylül sonrası konjonktürünü belirleyen "ya bizimlesiniz, ya da teröristlerle!" söylemi tam bir şantaj unsuru şeklinde ABD tarafından öne çıkarılmakta. ABD müstağni bir tarzda başka ülkelere rota çiziyor, hareket alanı belirliyor ve neyi yapıp neyi yapamayacağını dayatıyor. Örneğin bir ülkenin ya da örgütün veya liderin dünya için tehdid oluşturduğunu iddia ediyor. Sizden de bu değerlendirmesini, tespitini aynen kabullenmenizi ve gereklerini yerine getirmenizi istiyor. Eğer ABD'nin tehdid olarak sunduğunu siz tehdid kabul etmezseniz, bu kez tehlike çanları bizzat sizin için çalmaya başlıyor ve doğrudan ABD tehdidine maruz kalıyorsunuz. Tam bir kurt kapanı bu! Meşru olup olmadığına, gerçeğe dayanıp dayanmadığına, sizin için önem arzedip arzetmediğine ya da çıkarlarınıza uygun olup olmadığına bakmaksızın ABD'nin belirlediği politikaları izlemeye zorlanmak, bugün tüm dünya halkları ve egemen olma iddiasındaki devletler için somut ve giderek daha da büyüyen bir tehlike.

ABD İle Müttefik Olmanın Hâle Tercümesi: Tetikçilik!

Son aylarda Türkiye devleti ve toplumu da bu kabusla yatıp kalkmakta. On yıllara uzanan Amerika'ya bağımlılık çizgisinin ülkeyi getirdiği nokta tetikçiliğe zorlanmak şeklinde belirginlik kazanıyor. Devlete egemen sınıf içinde küçük fakat etkili bir zümre haricinde hiç kimse savaşın gerekliliğine ya da yarar getireceğine inanmıyor. Bilakis ülkenin yanı başında kopacak bir savaş fırtınasının ne gibi sellere, yıkımlara yol açabileceğinin kestirilemezliğinden hareketle klasik batıcı, işbirlikçi kadrolar da dahil olmak üzere hemen herkes tedirgin ve endişeli bir bekleyiş içinde. ABD'nin Irak'ın dünya ve bölge için tehdid oluşturduğuna dair iddiası inandırıcı bulunmuyor. Cumhuriyet tarihinin hükümetleri içinde ABD'ye en uzak ve Ortadoğu halklarına ise en yakın duygular besleyen bir parti ve üstelik de tek başına hükümette. Savaş karşıtlığı konusunda kamuoyunda ender rastlanan ölçülerde bir konsensüs mevcut. Ve tüm bu tabloya rağmen yine de Türkiye isteksiz adımlarla da olsa savaşa sürükleniyor!

Savaşa sürüklenmenin ardındaki asıl faktör ne Türkiye topraklarında Amerikan ordusunun hizmetine verilmiş üs ya da benzeri imkanların tamamen ABD inisiyatifine göre kullanılıyor oluşu ve Türk hükümetinin bu duruma müdahale etmekte aciz kalması; ne Türkiye ekonomisinin kırılgan yapısı ve IMF, Dünya Bankası ve benzeri uluslararası kuruluşlara bağımlılığı; ne de Türk ordusunun ve hakim sınıfının Amerikancı çizgisi değil. Tüm bunlar elbette etkili rol oynamakta ama gönülsüzce de olsa savaşa sürüklenmeye yol açan asıl belirleyici teslimiyetçi ruh halinin yaygınlaşması ve kanıksanmasıdır. ABD'ye karşı çıkılamayacağı, Amerikan dayatmalarına itiraz edilemeyeceği, her halükarda ABD'nin taleplerinin yerine getirilmesinin zorunlu olduğuna dair yargılar adeta kader gibi benimsenmiştir. Bu ruh halinin yansımalarını hükümet adına yapılan açıklamalarda ortaya çıkan zikzak görüntülerinden, protesto ve mitinglerde görülen katılım zayıflığına kadar oldukça geniş bir düzlemde görmek mümkün.

Devletten topluma yayılan bir acziyet, inançsızlık ruhu hayatı kuşatıyor adeta. Hiçbir meşruiyeti olmayan, düpedüz korsanvari bir saldırganlığa karşı çıkma cesareti dahi gösterilemiyor. "Nasılsa bir şey değişmez, ABD bildiğini okur ve bize de evet demek düşer" mantığı ortama çaresizlik dalgaları yaymakta. Şüphesiz bu ruh halinin oluşumunda yetmiş küsur yıllık batıcı zihniyet tahakkümünün ve bu doğrultuda izlenen politikaların belirleyici bir yeri var. İlaveten buna otoriter devlet geleneğinin insanları sinmeye, boyun eğmeye, güç karşısında boyun eğmeye zorlayan uygulamalarının kitlelerde yarattığı edilgen, sinik ve neme lazımcı ruh halinin etkisini de kaydetmek gerek. Güç karşısında, otorite karşısında sindirilen kitleler sonuçta inançsızlığı, teslimiyeti kader belliyor; her türlü otorite karşısında boyun bükmeyi bir karaktere dönüştürüyorlar.

Kadiri Mutlak Olan Yalnız Allah'tır!

Oysa ABD'nin her istediğini gerçekleştirebileceğine dair "efsane"nin sorgulanması gerek. Ne silah ne de para üstünlüğü tarihte hiçbir gücü mutlak kılmadığı gibi bugün de ABD'yi her istediğini gerçekleştirmeye muktedir kılmaz. Tamam, Amerika bugün dünden çok daha güçlü. Özellikle iki kutuplu dünyanın tek kutupluluğa dönüşmeye başladığı 90'lı yıllarla birlikte gücünü zirvesine çıkarttığı inkar edilmez bir gerçek. Ama yakın tarih aynı zamanda Amerikan emperyalizminin aldığı ağır derslerle de dolu. Lübnan örneği unutulabilir mi? Yankee'lerin Siyonist çeteye destek için geldiği bu küçücük ülkeden nasıl apar topar ayrılıp gittikleri unutulamaz. ABD'nin İran'da aldığı ağır ders de hatırlanmalı. Yine çok daha yakın zamanda Venezüella'da Chavez yönetimine karşı kotardığı darbenin geri tepmesi gözönünde bulundurulmayı gerektirir. Ve en önemlisi de ABD'nin gücünün ezici bir kanıtı olarak sunulan ve algılanan Afganistan operasyonunu da aynı sorgulayıcı bakış açısıyla değerlendirmek gerek. Büyük bir başarı öyküsü şeklinde sunulan Afganistan operasyonundan geriye kalan manzaraya bakıldığında Taliban yönetiminin devrilmesi ve Kabil'e sıkışmış bir kukla yönetim tesisinden başka hangi başarıdan söz edilebilir? Amerikan askerleri Kabil dışında varlıklarını ancak savaş uçaklarının bombardımanları vasıtasıyla dile getirebilmekteler.

Elbette Irak'ın Amerikan saldırganlığı karşısında çok fazla bir şansının bulunmadığı ortada. Ne var ki, ABD'yi çizdiği senaryoyu istediği tarzda sahneye koyup, istediği sonucu şaşmaz bir isabetle alması kesin bir güç şeklinde resmetmek de abartıdan da öte bir yalan! İşte bu tarz yalanlarla inançsızlık, iradesizlik beslenmekte. Bu yalanlar "karşı konulamaz, öyleyse iyi geçinip, en az zararla atlatalım" yaklaşımına zemin hazırlamakta. Halbuki eğer Türkiye, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi bölge ülkeleri Amerikan dayatmalarına ortak bir tepki verebilseler, ABD'nin eli kolu bağlanır. Bölge ülkeleri "topraklarımızı ve hava sahamızı komşularımız aleyhine kullandırmıyoruz" demiş olsa ABD'nin tek yapabileceği şey gemilerden, uçaklardan bombalar, füzeler yağdırmak olabilir; bununla da istediği sonucu elde etmesi mümkün olamaz.

Tam bu noktada bölge halklarının giderek boyunduruğa dönüşme sinyalleri veren Amerikan kuşatmasına karşı topyekün bir silkinme ve direniş tavrını geliştirmesi önem kazanıyor. "Nasılsa sonuç değişmez, Amerika istediğini yapar" yaklaşımı sorgulanıp terk edildiğinde; inançsız ruh halinden kurtulunduğunda ve değiştirme iradesine sahip çıkıldığında çok şeyin değişeceği görülecektir. Bu ise öncelikle Müslüman aydınlar ve İslami oluşumlarca taşınması gereken bir sorumluluktur. Gerek dünya genelinde özellikle 11 Eylül sonrası hakim kılınan global sindirme atmosferi, gerekse de yaşadığımız ülkede daha da önce devreye sokulan 28 Şubat kuşatmasının beslediği sinmiştik, edilgenlik ve nemelazımcılık bu noktada en büyük engeli oluşturmaktadır. Bununla birlikte emperyalist savaş dayatmasına karşı tutarlı bir tavır geliştirmek ile sözü geçen pasifist, yılgın ruh halini terk etmenin birbiriyle irtibatlı ve aynı zamanda da yekdiğerini besleyecek, geliştirecek tutumlar olduğu da açıktır. İnanç ve iradeyle kendimize, kardeşlerimize ve insanlığa karşı sorumluluğumuzu yerine getirmek için çaba sarf ettiğimizde kısa bir sürede toplumun üzerindeki ölü toprağının silkelendiğini ve bu durumun hükümeti de Amerikan dayatmalarına karşı daha fazla direnç göstermeye zorlayacağını göreceğimiz kesindir. Yeter ki isteyelim, yeter ki isteklerimizi somut taleplere ve eyleme dönüştürebilelim.

Savaş Yalanları ve Suç Ortaklığı

Bu savaşın hiçbir meşru temeli yok. ABD'nin ileri sürdüğü tüm iddia ve gerekçeler temelsiz bahaneler olmaktan öteye gitmiyor. Bu gerçeği herkes görüyor ama yine de Amerika'dan bağımsız bir dünya tasavvurunu hayal etmekten aciz kökten Amerikancılar savaşı bir biçimde haklı, meşru göstermek, Amerikan saldırısını sevimli kılmak İçin ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Yazılı ve görüntülü medyada hergün, her saat Irak'ın dünya barışı ve Türkiye'nin güvenliği için ne büyük bir tehdit olduğuna dair Washington yapımı dezenformasyon kampanyasının ürünleri ile karşılaşmaktayız. Amerika'nın dost ve müttefik olduğuna dair vurgular gelip bir biçimde "zor zamanda müttefiki yalnız bırakmak olur mu?" vicdan muhasebesine dayanıyor! Irak halkım nasıl koyu ve kanlı bir diktatörlük altında inlediği ve Amerika'nın kurtarıcı eline mahkum bulunduğuna dair propagandalar yoğunlaşıyor.

Oysa başta komşuları olmak üzere hiçbir ülke Irak'ın kendisi için bir tehdit oluşturduğu iddiasını ciddiye almıyor. Bilakis, Suud ve Kuveyt yönetimleri de dahil olmak üzere tüm bölge ülkeleri asıl tehdidin Amerikan saldırısından kaynaklandığını dile getirmekteler. Irak'ın elinde kitlesel imha silahları bulundurduğu ve bunları teslim etmeye yanaşmadığı iddiası da yıllardır Irak devletini alabildiğine aşağılayan ve kışkırtıcı bir tarzda sürdürülen BM denetim faaliyetine rağmen kanıtlanmış değil. Bu konuyla ilgili olarak ABD Irak'tan akıldışı bir talepte bulunuyor ve ülkesinde kitlesel imha silahı bulunmadığını ispat etmesini istiyor adeta.

Aslında ABD'nin iddiaları temelsiz olmakla birlikte, bir tür suçüstü hali de içermekte. BM'nin ve uluslararası kuruluşların pek çok çağrısını çıkarlarıyla çatıştığı durumda elinin tersiyle iten güç ABD. Irak'ı ve başka 3. Dünya ülkelerini kitlesel imha silahları bulundurmakla suçlayan ABD en büyük kitlesel ölüm uzmanı ve dünyada bugüne dek nükleer silahları insanlığa karşı kullanmış tek devlet. Nükleer silahların sınırlandırılmasından küresel ısınmaya karşı sözleşmenin imzalanmasına kadar pek çok konuda insanlığın hayrına adım atmamakta direnen güç de ABD. Irak'ı insan haklarını çiğnemekle suçlayan ABD Afganistan'da sivil halkı "yanlışlıklar sonucu" katletmeyi sürdürüyor. En son Şibirgan'da ortaya çıkarılan 3.000'den fazla Müslüman esirin konteynırlarda havasızlıktan boğulmak suretiyle vahşice katledilmesi olayındaki suçunu gizleme gereği bile duymuyor. Yine insan hakları ihlallerini başka ülkelere müdahaleyi meşrulaştırıcı bir argüman olarak istismar eden ABD'nin bir yıldan fazla zamandır Guantanamo adasında yüzlerce Müslümanı sorgusuz sualsiz, hiçbir yasal düzenlemeye tabi tutmaksızın işkence altında tutması gerçeği unutulmuş görünüyor. Ve tüm bu vahşi eylemlerin mimarının Irak'a güvenlik, demokrasi ve barış getirmek için geleceğine ve bu kutsal seferinde bizim de bu değerli müttefikimizi yalnız bırakmamız gerektiğini utanmadan dile getirenlere rastlıyoruz. İstenilen, pazarlanan şey düpedüz suç ortaklığıdır. Tam bu noktada suç ortaklığı yapmaya niyetimiz olmadığını en açık ve gür biçimde ortaya koymak ve "savaşa hayır!" demek zorundayız.

Bununla birlikte bilmeliyiz ki, emperyalist savaşa karşı adil bir tavır mutlaka kendi içinde tutarlı bir arka plan ve meşruiyet zemini gerektirir. Kalıcı ve ilerletici bir tavır da karşı çıkışlar, protesto ve tepkilerin ancak bu zemine oturtulması ile mümkündür. Yaşadığımız ülkeyi de içine alabilecek ve yüzyıllardır aynı değerleri, inanç, kültür ve coğrafyayı paylaşmış halkları birbirine düşman kılacak savaş tehdidine karşı tavır koymak ne kadar gerekliyse bu tavrı hangi esaslara binaen oturttuğumuz da bir o kadar önemlidir. Bu noktada savaşa niçin karşı olduğumuzu açık, net biçimde ortaya koymalıyız.

Kirli Savaşa Karşı Tavır Mutlaka Adil ve Tutarlı Bir Temele Oturtulmalı!

Savaşa karşı olmak yaygın ve çok farklı kesimlerden insanların paylaştığı bir yaklaşım. Savaşa "kim niye karşı çıkıyor?" diye baktığımızda, özellikle yaşadığımız ülkede çok farklı gerekçelerle savaşa karşı çıkıldığını görebiliyoruz. Bunlar ekonomik kayıp korkusu ya da savaşın Irak'ta sebebiyet vereceği otorite boşluğunun ilende Türkiye'nin bütünlüğünü tehdit etmesi gibi ekonomik, ulusal ya da güvenlik temelli kaygılar şeklinde sıralanabiliyor. Tüm bu gerekçeler tartışılabilir, anlamlı ya da anlamsız bulunabilir. Ama Müslümanlar öncelikle emperyalist savaşa akidevi temelden kalkarak tavır almak zorundadırlar. Ekonomik kayıplar ya da ulusal çıkarlar merkeze alındığında konjonktürel bir zemine çekilme tehlikesi doğacaktır. Hatta bu tür konjonktürel temelde ileri sürülen savaşa karşı gerekçeler birileri tarafından icabında savaşı meşrulaştırma gerekçeleri olarak da kullanılabilirler.

Nitekim "Türkiye'nin menfaatleri nasıl daha iyi korunur?" ya da ABD ile beraber olmanın mı, yoksa ters düşmenin mi daha az maliyetli olduğu tartışmasından kalkarak pozisyon belirtenecek otursa varılacak yer her halükarda gayrı İslami ve gayrı insani bir konum olacaktır. Halbuki bizler Müslüman olarak öncelikle Irak halkının kardeş ve müstezat bir halk olduğu gerçeğinden hareket etmek zorundayız. Haksız yere bir insanın öldürülmesinin tüm insanlığı öldürmek olduğu hükmünden hareketle, tek bir Iraklı masumun canının dahi bütün Kerkük petrol Müslümanlar ön rezervlerinden ya da Irak'ın stratejik pozisyonundan daha değerli, daha mukaddes olduğu gerçeğini göz önünde bulundurmalıyız. Ulusal çıkarları önceleyen bakış açısının halkları birbirine düşman kılabileceği gerçeğinden hareketle bölge halkları arasında düşmanlık değil kardeşlik tohumlarının güçlendirilmesini öne çıkartmalıyız.

Ancak bu bilinç ve kararlılıkla konuya yaklaşıldığında emperyalist dayatmalara tavır almak mümkün olabilir. Şu veya bu rüşvetle, olmazsa şantajla, dayatmayla insanları insanlığından çıkarmaya, soyutlamaya çalışan emperyalist propaganda merkezlerinin ve politikaların karşısına ancak her türlü rüşvet ve dayatmaya karşı ilkeli bir karşı duruşu sergileyebilenler çıkabilir. Ellerimizi kardeş bir halkın kanına bulaştırmayacağız ve kardeşlerimizin kanlarının akıtılmasına aracılık etmeyeceğiz diye haykırmak durumundayız. Dost ta, düşman da bizde bir kararlılık görmeli. Kimse bizler adına ya da bize yönelik olarak petrol, dolar, sınır ya da başka araçları pazarlık masasına sürmeye cesaret edememeli. Biz de pazarlığa bağlı olmayan, gelgit tavrına sapmayan bir kararlılık görmeli herkes, işte o zaman emperyalistler ve işbirlikçileri evdeki hesabın çarşıya uymadığını bir kere daha görüp, bileceklerdir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR