ABD’nin Özgürlük Sendromu: 11 Eylül ve Hegemonya
Bir Hegemon Proje Olarak ABD
II. Dünya Savaşı'nın bittiği tarihten kısa bir süre sonra uluslararası siyaset, ilişki ve ekonomi alanında ortaya konulan değişiklikler ve gelişmeler daha küçük bir dünyaya yani küreselleşme sürecine doğru atılan ilk adımlardı. Özellikle bu savaştan sonra ortaya çıkan mali krizlerin kısa bir sürede çözülerek, iç pazarlarda kâr marjlarını maksimize eden büyük şirketlerin dünyaya açılma istek ve beklentileriyle örtüşen dış politikalarla, dünyaya yön vermeye çalışan ülkelerin –ki bunların başında ABD gelir– etkileri kendini daha fazla hissettirmeye başladı. Dünyaya yeni bir düzen verme iddiasında olan küresel finans oligarşisi, bir yandan oluşturdukları kuruluşlarla, küresel kurumsallaşmayı sağlamaya çalışırlarken, diğer taraftan kendileri tarafından üretilen ve evrensel olduğu iddia edilen değerlerin insanlık tarafından kabul görmesi için sahip oldukları iletişim araçlarıyla düşünsel kirlilik oluşturmaya devam ettirmektedirler.
ABD, bir göçmenler ülkesi olarak, ülke içinde soğuk savaşın sonuna kadar uyguladığı siyasi projelerini şimdilerde tüm dünyaya uygulamaktadır. İç politikasında uyguladığı bu entegrasyon projesi bir erime potası olarak adlandırılmaktaydı. Yani hangi coğrafyadan hangi dil, din, ırk ve kültür yapısıyla gelirse gelsin ABD vatandaşı olan tüm insanları vatandaşlık kimliğiyle sisteme eklemleyecek ve ortaya Amerikalılık gibi bir üst ulusal kimlik çıkaracaktı. Ancak bu proje sanıldığı gibi bir sonuç ve eritmeyle oluşması beklenen suni kimliği üretemedi. Aksine planlanan bu ulusçuluk tersine döndü ve Beyaz Amerika kimliği tehdit edilir hale geldi. Latin Amerikalı hispanikler ve zencilerin Amerikan nüfusu içerisindeki yüzde oranının artışı, yaşam şekilleri ve dini inanışları Beyaz Amerikalılıkla uyuşmuyordu.
Soğuk Savaş sonrası dönemde etkinliğini, tüm sınırları zorlayarak arttıran ABD, (kendisi içinde olsun ya da olmasın) dünyada gelişen olayların hemen hepsinde belirleyici ve yön gösterici/emir verici konumdadır. Fakat bu etkinlik aslında, ABD hükümetine değil küresel finans kapitalizmi ve onun karmaşık ve dolambaçlı ilişkilerine aittir.
Hegemonyanın Dünyaya Açılma Meşruiyeti: 11 Eylül Eylemleri
Bugün bizler, 11 Eylül tarihinin düşünce dünyamızda oluşturduğu tahribatı hissedebilen bir nesiliz. Çünkü, 10 Eylül'deki dünya ile 12 Eylül'deki dünyanın arasındaki ince çizgi, gerçekte derin bir uçurumdu. 11 Eylül şokunun ilk anlarından sonra ortaya çıkan manzara, aslında ABD'nin dünya ölçeğinde planladığı stratejik yayılma istikameti için ipuçları verir nitelikteydi. Çünkü 11 Eylül sonrası uygulamaya konulan politikalar, dünya sahnesinde oluşturulan güç denklemleri, şımarıklığı bile aşmış küstah bir küresel hegemonyanın tartışılmaz liderliğine oynayan bir ABD'yle karşı karşıya bırakıyordu bizleri. Kapitalizmin merkezi olan ABD'de, ticaretin kalbi ikiz kulelere, askeri merkez anlamında Pentagon'a (ve bir uçağın ulaşamadan vurulduğu iddia edilen siyasetin merkezi Beyaz Saray'a) düzenlenen saldırılar, bu saldırılar sonucunda ölen masum sivil halk, hemen sonra ortaya atılan özgürlük fenomeni, Özgürlükler Ülkesi olarak anılan ABD'nin bilincine vurulmuş darbenin siyasal, ekonomik ve psikolojik açıklaması görünümündeydi.
Bu anlamda ABD yönetiminin, yani küresel finans kapitalizminin, medya kanallarını da etkin bir biçimde kullanarak, istediği şekilde bilgilendirilen ABD halkının bu saldırılara göstermiş olduğu tepkiler, ABD'nin kendi kamuoyunda oluşturmaya çalıştığı yanılsamanın göstergeleridir. Aynı oligarşi ABD'nin uluslararası camiadaki konumuna da yön vermektedir. Dünya üzerinde yaşanan tüm olayların kendi kontrollerinde gelişmesi için uğraş veren ve kimseden izin almadan istediği gibi hareket eden bu sistemin, uluslar arası arenadaki konumu, neo-Roma'cılık olarak adlandırılabilir. ABD halkının bu saldırılara verdiği aşırı tepki ise güçlü bir öfke ve intikam alma hislerinden başka bir şey değildir. Saldırıların üzerinden bir ay bile geçmeden ABD'nin çeşitli bölgelerinde oluşan şiddet türü saldırılar, cami-mescit baskınları, Ortadoğulu olan insanların yaşadığı yerlere ve ticarethanelerine baskınlar yapıp talan etmeler ve cinayetler, bu öfkenin ve milliyetçilik duygularının finans oligarşisi tarafından nasıl körüklendiğinin bir göstergesidir. Bu anlamda medyanın ne denli güçlü ve etkili olduğunu görmek mümkündür. Nitekim, Bush'un –daha sonra bir dil sürçmesi olarak ifade ettiği- Haçlı Seferi tanımıyla ortaya koyduğu işgalci ve özgürlükçü söylemleri, medya kanalları vasıtasıyla ABD'nin dört bir yanında aralıksız yayınlandı ve ikiz kulelerin çöküşü ve insanların çaresizlik içindeki bağırışları devamlı ekranlarda gösterilerek, bu öfke seli her yere taşınmış oldu. Bu şekilde oluşturulan özgürlük sendromu, halkın saldırılar karşısında ortaya koyduğu duygusal bir boşalmayı körüklemekten başka bir şey değildi.
George W. Bush'un saldırıları düzenleyen kişi olarak Usame bin Ladin'i göstermesi, Ladin'in destekçisi olarak Afganistan'ı hedef seçmesi ve bu tarihten sonra düzenlenen "sınırsız özgürlük" operasyonları, özgür düşünceye sahip Amerikan halkının özgürlüğünü garanti altına alma yolunda yapıldığı söylenerek kamuoyunda oluşacak olumsuz havanın engellenmesi yönündedir. Oysa Bush liderliğinde neo-con'ların ileri sürdükleri bu özgürlük operasyonlarına destek veren bir kitle olmakla beraber bu operasyonların yanlış olduğunu da savunan önemli bir kesim da vardır. Bu kesimler açısından Amerika halkının özgürlükten anladığı, güvenliği gerekçe göstererek pervasız saldırılar değil, halkın iç ve dış güvenliğinin özgürlükler çerçevesinde düzenlenmesidir.
ABD yaşam biçimde kendini açıkça gösteren özgürlük kavramı, günümüzde 11 Eylül'e atfedilerek güvenlik sebebiyle korkunun gölgesinde anılmaya başlamıştır. Hatta New York Times Gazetesi'nde, olayın hemen ardından, S. Cole, "Korku Zamanlarında Özgürlükler" adlı yazısında, Amerika'da 11 Eylül'den sonra Bush'un yaptığı açıklamalar eşiğinde, korku zamanlarında özgürlüklerin Amerikan halkına zarar vereceğini belirtmiştir. Bu yazının tanımladığı korku, Keneddy'nin ölümünden 11 Eylül'e kadar hiç hissedilmeyen bir korkuydu. Yani, ABD'nin bir süreliğine içine düşüp daha sonra adeta içine gömülerek orada kaldığı bir derinliği, bir batağı anlatan bir kavram olarak tanımlanmıştı bu korku. ABD halkı, bağımsız ülkeleri kurulduğundan beri hep tehditler ve endişeler üzerine oturan bir zihin dünyasına sahip olmuştur. Sadece dünya çevresinde değil, kendi iç hayatlarında da korku üzerine yaşayan ABD halkı için korkunun hayatlarında önemli bir yeri ve değeri vardır. Başkan Roosvelt'in 30'lu yıllarda bir konuşması esnasında "korkmamız gereken terk şey korkunun kendisidir" şeklinde ifade ettiği korku ile 11 Eylül sonrası oluşturulan korku arasında bire bir ilişki vardır. Ancak bugün ABD halkının ikna edilmesinde gerekli olan panik havası için Bush'un daha fazla çaba sarf etmesi gerekmektedir. Bu panik havasının oluşturulması, korku olarak verilecek mesaj açısından çok önemlidir. Panik tüm ülkeye yayılabilirse insanların bu korkuya olan inançları daha da kuvvetlenecek ve verilen tüm mesajları rahatlıkla kabullenebileceklerdir. Bu işi yapmadaki zorluk ABD halkının apolitik ve toplumsal bir irrasyonaliteye sahip oluşudur. Aynı zamanda 11 Eylül saldırılarını tüm ulusun zihnine kazıyarak halkın duygusal ve vahşi tepkiler vermesine sebep olmak ise bu işi yapmayı kolaylaştırmaktadır.
Bu korku politikası sonucu, özellikle Müslüman Araplar suçlu olarak kabul edilerek, değişik militarist ve radikal söylemler(İslam-Batı savaşı, Medeniyetler Çatışması, modern ile çağdışı köktendincilik arası savaş, bizimle beraber olanlar ve olmayanlar gibi) üzerine kurulu yeni bir dış politika-sömürgecilik arayışına gidildi. Beyaz Amerikalılık ve Protestan kimliğin tehlikede olduğu ifade edilerek, ABD'nin yeniden ihya ve inşası için bir dizi önlemler önerildi.
Bush'un başkan seçilmeden önceki dönemde ortaya atılan "Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi", 11 Eylül saldırısıyla kendini açığa çıkarma ve uygulama fırsatı bulmuş oluyordu. Bu projeye göre; "küresel sorumluluk olarak tanımlanan bir hareket için askeri bütçe arttırılıyor ve ordu geleceğe yönelik olarak modernize ediliyordu. Müttefik ve düşman tanımlarına atıfta bulunulurken ilişkilerin bu tanımlar altında devam etmesi isteniyordu. Ayrıca liberalizmin tüm dünyada yaygınlaşması için desteklenmesi isteniyordu. En önemlisi ise ABD'nin güvenliği için her şeyin yapılabileceği dile getiriliyordu."1 O günlerde bu projenin mimarlığını üstlenen kişiler ise D. Cheney, F. Fukuyama, D. Rumsfeld, P. Wolfowitz gibi hiç de yabancı olmadığımız isimlerdir.
ABD dış politika yapıcıları bugün, dünyanın diğer halklarının kaderini güç yoluyla belirleme düşüncesini özgürlük kılıfına nasıl sokacağıyla meşguldür. Bu anlamda, 11 Eylül ve sonrasında cereyan eden tüm olayların açıklamasını yapmak çok zor değil. Önemli olan, ABD'nin özgürlük fenomenini bir sendrom olarak yaşaması ve bu sendromu korku politikasıyla tüm halkına benimsetmesidir.
George Modelski'nin hegemon güç tanımında belirttiği gibi; 15.yüzyılla birlikte dünya tarihi, belirli devletlerin belirli bir süreyle yeryüzünde başat güç durumuna yükselmeleri ve sonra bu statüden düşmeleri…2 Bu yüzden S. Huntington'un "Medeniyetler Çatışması" paradoksu, F. Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" tezi, hegemon güce ulaşma noktasında entelektüel çabanın somut örnekleridir. Bugün ortada olan gerçek, hem teorik hem de pratikte ABD'nin dünyanın hegemon gücü olması ve bu gücü koruma peşinde olduğudur.
Bugün ABD dış politikası, izolasyon politikaları izleyen Monroe doktrininden tamamen farklı bir seyirde, yeni dünya düzeni ilkesi ile önleyici savaş ve önceden saldırı doktrinlerine geçiş ve bu politikaların zaman kaybedilmeden icra edilmesini içeriyor. Yani hegemonyanın yeni ve tek sahibi olarak ABD, dünyada neyin doğru neyin yanlış, kimin terörist kimin ABD yanlısı olduğunu belirleyen güç olduğunun iddiasındadır artık. Yani ABD, uluslar arası düzlemde oluşturduğu güçle hangi ülkeye ne şekilde müdahalede bulunacağına kendisi karar vermektedir ve küresel hegemonyayı kimseyle paylaşma niyetinde de değildir.
Dipnotlar:
1- M. Ali İzmir; Yeni Dünya Dizaynı – Amerikan İmparatorluğu'nun Yayılmacılığı, İstanbul; Gündem Yay., 2003
2- Oral Sander, Siyasi Tarih – İlkçağlardan 1918'e, İmge Kitabevi, Ankara. 2000
- Masal ve Gerçek
- Mazeret ya da Tehir Değil, Çözüm İstiyoruz!
- ABD Yönetimi Türkiye Kamuoyundan Rahatsız!
- Seka’ya Kapatma: Verimlilik Yoksa, İnsanlık da Yok mu?
- Filistin Mukataa’da Amerikalı General!
- İran-Suriye Direniş Hilali!
- Lübnan’da Taşlar Yerinden Oynadı!
- Suudi Arabistan’da Terör Konferansı
- Katar’da “Küresel Direniş” Konferansı Yapıldı!
- Irak Seçimlerine İlişkin Bir Değerlendirme
- Şermu’ş-Şeyh Zirvesi’nin Arka Planı
- Akabe’den Şermu’ş-Şeyh’e Sahte Barış Şenlikleri
- “Aç Başını Gel Affı”na Hayır!
- Başörtüsü direnişini belgeleyen “ŞAHİTLİK” albümüne ceza
- Mazlumder’den, Başörtüsü Yasağına Karşı Beyaz Sayfa Eylemi
- Yargıtay’ın Kararı Bir Devrim mi?
- Yeni Şafak Gazetesi, 133 bin YTL Tazminata Mahkum Edildi
- Nihat Armağan Tevhidi Bilinçlenme Sürecinin Taşıyıcısı ve Öğrencisiydi
- Zeus: Mitolojiden Tarihin Sonu Ütopyasına
- “Emperyalist Demokrasi” Irak’ta Tutmadı
- Irak İslam Dünyası Açısından Bir Ribattır!
- Gelecekte İnsanlık, Müslüman Direnişçileri Hayırla Yad Edecektir!
- Küresel Alçaklıklar
- Irak Direnişi ‘Hesaplaşmacı’ Bir Gelenek Başlatacak
- İşgal Bitse de Ortadoğu’yu Kaos Beklemekte