‘’Nureddin Zengi’’ Romanı Üzerine Bir Değerlendirme
Nureddin Zengi romanı, bin yıl önceki Ortadoğu’nun hali pür melalini orta yere sererek bugünkü halimizin trajik manzarasına dikkatleri çekerken, geniş kitleleri kutlu bir ideal uğrunda peşine takacak bir liderin özelliklerini aktarıyor.
Tarihçi yazar Bekir BİRBİÇER, Ali Emre’nin Temmuz Kitaptan çıkan Nureddin Zengi romanını değerlendirdi:
‘’… Ey Tanrı’nın oğulları! …Türkler ve Araplar kardeşlerimize saldırmış; Grek İmparatorluğu’nun topraklarını işgal etmiş ve Akdeniz’e… Çanakkale boğazına kadar ilerlemişlerdir. Hıristiyan kardeşlerinizin topraklarını işgal etmiş ve yaptıkları yedi savaşta da onları mağlup etmişlerdir. Birçoğunu öldürüp bir o kadarını da esir almış, kiliselerini de yerle bir etmişlerdir. Onların bu şekilde ilerlemesine seyirci kalırsanız, daha fazla mümin insan bunların saldırısına maruz kalacaktır. Bu sebeple ben, daha doğrusu Tanrı, sizlerin İsa Mesih’in müjdecileri olarak bunu her yere taşımanızı ve hangi sebepten olursa olsun; zengin fakir, sıradan asker, şövalye, herkes, bu aşağılık ırkı, Hıristiyan topraklarından çıkartmanızı istemektedir. Bu yolda ölenlerin; ister karada, ister denizde, isterse putperestlere karşı savaşırken muharebe meydanında ölsün, hepsinin günahları bağışlanacaktır. Bana giydirilen Tanrı’nın kudretiyle bunu insanlara bu şekilde bahşediyorum…’’
Bu konuşma, Müslümanların 457 yıldır barışçı şekilde yönettiği Kudüs’ü, sanki yeni ele geçirmiş ve Hıristiyan halka karşı katliamlara girişmiş gibi bir hava yaratarak Avrupa’nın tüm katillerini, hırsızlarını, soysuzlarını mobilize eden ve İslam dünyasını istila etmek üzere yollara düşüren Papa 2. Urbanus’un 1095’te yaptığı haçlı seferi çağrısıdır. Kendi dışındaki ırk ve dinlerle ilişki biçimini şiddete dayalı olarak temellendiren orta çağ Avrupa’sında, kutsal savaş çığırtkanlığıyla aç kitleleri etkileyen ve yönlendiren militan anlayıştaki Kilise ‘’Tanrı böyle istiyor’’ sloganıyla yüz binlerce insanı yollara döktü. Hedef; cahil kitlelere; Kudüs’ü işgal eden, Muhammed’i Tanrı olarak kabul eden ve Jüpiter’e tapan putperestler olarak tanıttıkları Müslümanların elinden kutsal toprakları kurtarmak ve nehirlerinden bal ve süt akan İslam coğrafyasının, altın ve gümüşten inşa edilmiş saraylarını, köşklerini yağmalamak, Doğu’yu kolonileştirmekti.
Oysa İslam dünyasında da o sırada, Binbir Gece Masallarında veya Batılı gezginlerin seyahatnamelerinde abartıldığı gibi masalsı bir hayat yaşanmıyordu. Esasen İslam dünyasının tıkanma, yönetsel bozukluk ve trajik bir çözülme içinde olduğunu, Türk, Kürt, Arap emirlerinin kişisel hırs, çekişme ve çıkar kavgası içinde boğulduğunu, İslam ilkelerinin hayattan uzaklaşıp ümmet şuurunun ortadan kaybolduğunu Haçlıların İslam dünyasında iki yüz yıl boyunca kalabilmelerinden ve önemli toprakları uzun yıllar kontrolleri altında tutabilmelerinden anlayabiliyoruz. Neresinden bakarsanız netameli bir dönem. Bir yanda Haçlı belası, diğer yanda yakmanın, yıkmanın, katletmenin temel ayırıcı vasfı olmasıyla domuz sürülerini andıran Moğol istilası ile imtihan veren Müslümanlar, içeride de korkunç bir dağınıklık, savrulma ve yozlaşma içerisindeydi. Kudüs, Antakya, Urfa, Trablus gibi önemli İslam şehirleri haçlı şövalyelerinin feodal beyliği haline gelmişti. Kalan şehirleri ellerinde tutan yöneticiler büyük bir zillet içinde haçlılarla işbirliğine giriyor, onlara haraç ödüyor, var olanı koruma kaygısıyla ve savunma psikolojisiyle onursuzluğun ve ihanetin tarihine katkı yapıyordu. Müslümanların üzerine ölü toprağı serpilmiş, bırakın istilacı Frenklerin ele geçirdikleri yerleri geri almayı, onlara direnmek veya karşı koymak bile akıllarının ucundan geçmiyordu.
İşte böylesi bir dönemde suyu tersine akıtacak, insanları savunma anlayışından uzaklaştırarak haçlılara karşı saldırılara başlama bilincine ulaştıracak, yani psikolojik kırılmayı yaratacak bir önder çıkıyor: Nureddin Zengi.
Değerli edebiyatçı Ali Emre, o dönem Müslüman doğunun hem kandili hem kılıcı hem de kalkanı olan ama tarihe hapsedilerek unutulmaya terk edilen bu büyük komutanın romanını kaleme aldı. Yirmi yıllık bir araştırma ve yazım sürecinin ürünü olan, edebi ve sanatsal değeri oldukça yüksek bu eserle Ali Emre, Mahmud Zengi’nin hayatını kronolojik olarak aktaran, biyografik roman türünde yarı belgesel bir çalışmaya imza atmış. Ali Emre, bir anlamda bugün İslam dünyasında yaşanan sefalete, aymazlığa, gaflete, ihanete, kardeş kavgasına olan tepkisini bin yıl öncesini fona koyarak, o dönemin aktörlerini konuşturarak göstermiş; bugünün aktörlerine sitemlerini göndermiş, feryadını, öfkesini duyurmaya çalışmış.
Edebiyatseverler tarihin o dönemleriyle ilgili olayları, devlet adamlarını, ilim ve sanat ehlini Maalouf’un buram buram oryantalizm kokan romanlarından, Yurt Kitap Yayınlarının çok satan ucuz çevirilerinden, İskender Pala’nın tasavvufla yoğrulmuş romanlarından veya Reha Çamuroğlu’nun objektif olmaya çalışmakla birlikte Aleviliği merkeze aldığı romanlarından okudu. İlk defa Kur’ani perspektiften tevhidi bakış açısıyla bütüncül bakabilen bir edebiyatçının kaleminden o döneme bakış atabilme, Nureddin Zengi üzerinden o dönemi tüm yönleriyle masaya yatıran, sorgulatan ve aynı zamanda tebliği misyonu da gören bir eser okuyabilme şansına kavuştuk. Bunu söylerken didaktik yönü ağır basan hamasi bir roman akla gelmesin. Ali Emre, yaşananları aktarırken dönemin kültürel yapısını ve atmosferini de gayet başarılı şekilde aktarabilmiş; giyim kuşamı, araç gereçleri, silahları vs ile o havayı solutmayı başarmış. Yoğun ve ağır tasvirler kullanmak yerine olay örgüsüne ve konuşmalardaki özlü sözlere ağırlık vermeyi tercih etmiş. Bilhassa da kaynağını Kur’an’dan alan derinlikli sohbetleri okumaya doyum olmuyor. Nureddin’in en yakın iki arkadaşı olan Şirkûh ve Karakuş üzerinden mizah unsurunu da ihmal etmemiş. Bu yönleriyle ve şiirsel anlatımıyla güçlü, İslamcıların yazdığı amatör romanlarla kıyaslandığında oldukça sağlam, derinlikli ve üst düzey bir roman çıkmış ortaya.
İslam’ın dönüştüren, değiştiren devrimci doğasının törpülenip tırpanlanarak statükoculaştırıldığı, kitleleri direnişe, silkinişe, özgürlüğe yönlendirmesi gereken bir öğretinin; kaderci ataletin eline terk edildiği, muhafazakarlaştırıp miskinleştirici bir misyon gördüğü dönemler. Ali Emre’den ilhamla söylersek; kılıç tutan ellerin ticaret ve refahın verdiği hazla güçten düşüp tombullaştığı, ilmin; itikaf ve oruç mevsiminden çıkmayı unutan bedenler gibi zayıfladığı, medreselerin lüzumsuz münakaşaların yuvası haline geldiği, kadınların mekteplerin kapılarından, kütüphanelerden kovulduğu, saray, konak, dergah ve medreselerin kitap yüklü merkeplerle, kalbi ve dimağı çürümüş şarlatanlarla, kılıç yerine dişlerini bileyen süslü şeytanlarla dolu olduğu, dolayısıyla da Allah’ın, nimetini çekip aldığı ümmeti sıkı bir imtihana tabi tuttuğu zamanlar… Romanın mekânlarını oluşturan Şam, Halep, Kudüs, Mısır, Musul gibi şehirlerin bugün de içinde bulunduğu içler acısı vaziyet, aradan geçen 1000 yıllık zaman diliminin çok da bir şey değiştirmediğini gösteriyor. Kardeşin kardeşi katlettiği; mezhebin, meşrebin, siyasetin, küçük hesapların öne çıktığı kavgada, kahpeliğin, kaypaklığın bini bir para maalesef. Bugün de şehirlerimizde, kurşunla kaynatılmış binalar gibi saf tutanların yerini, ağızları ve kılıçları kendi kardeşlerini kemiren sefihler, dış güçlerle işbirliği içinde kendi insanına kıyan zalimler bulunuyor. Yine bugün de aynı o gün olduğu gibi bu düşkünlük kâfirlerin gözünden kaçmıyor… Maalesef bugün de onlarca tabutla giriyor yatağa Şam. Bugün de onlarca dille yalvarıyor Allah’a…
Nureddin Zengi romanı, bin yıl önceki Ortadoğu’nun hali pür melalini orta yere sererek bugünkü halimizin trajik manzarasına dikkatleri çekerken, halkların gönlünü fethedecek ve geniş kitleleri kutlu bir ideal uğrunda peşine takacak bir liderin sahip olması gereken özellikleri de müthiş bir örneklik üzerinden aktarıyor. Aynı zamanda utanç verici bir geriliğin sarmalındaki günümüz ümmetinin içinde bulunduğu zilletten nasıl kurtulabileceğinin yol haritasını çiziyor. Zira romanda, o dönem, içinde bulunulan duruma dair yapılan tasvirlerin ve o dönem için çözüm olan yöntemlerin aynısı bugünün İslam coğrafyası için de aynen geçerli.
Romanın anlatıcısı Selma. Halk nezdindeki adıyla söylersek Kadın Hoca. Babası gibi tarihçi olan, ilk gençlik döneminde Nureddin’i görme ve onunla konuşma fırsatı bulan, bakmaya bile doyamadığı, cihana sığmaz bir sevgiyle gönül verdiği nişanlısını Haşhaşi suikastına kurban verdikten sonra hiç evlenmemiş ve kendini ilme adamış Kadın Hoca Selma’nın, hasta yatağında, üç genç medrese talebesine okuduğu Nureddin Zengi’nin hayatını anlatan kitap ve günlerce süren anlatılar, romanın merkezini oluşturuyor. Nureddin Mahmut gerçek anlamda sıra dışı bir portre. Tarihçiler tarafından, kendi elleriyle yetiştirdiği Selahaddin Eyyûbi’nin gölgesinde bırakılmış, kadri kıymeti bilinememiş müthiş bir devlet adamı. Romanın geniş biçimde tanıttığı bu etkili şahsiyetin bazı özelliklerine bakacak olursak; Her alanda, her konuda kesintisiz ve düzenli bir cihad anlayışını yaşamlaştıran, acziyet içindeki İslam âlemini haçlılara karşı savunmadan saldırıya geçiren öncü bir komutan. Sabrı, adaleti ve merhametiyle kuşattığı Şam gibi önemli İslam bölgelerini, halkın gönül kapılarını açması sonucu kansız şekilde almasını bilen bir komutan. Bulunduğu şehrin en yoksulu ve en zavallı adamı şeklinde nitelenecek kadar Peygamberî yaşam tarzını kuşanmış bir yönetici. ‘’Hazinemde tek dirhem komayacağım, şehirleri cami ve medreselerle dolduracağım, İslam için koşturanın ayağını öpeceğim, her türlü melaneti önce kendim terk edip sonra askerimi uyaracağım…’’ diyen ve bu dediklerini hayatına aktaran, toprakla, para pulla işi olmayan, kendi geçimini sağlamak için gece gündüz çalışan, derviş gibi yaşayan bir yönetici. Müslüman Şark’ı Frenklere karşı tek yumruğa dönüştüren büyük bir teşkilatçı, adil bir devlet adamı. İlmin, âlimin koruyucusu, fakirlerin hamisi, büyük bir imarcı ve samimi, ihlaslı bir dindar. ‘’Böyle bir zamanda küheylan sırtında dolaşmazsak, küheylan sırtında uyumazsak akbabaların karnında çürür gideriz. Kitaplara vuran kandilin ışığından uzak durduğumuzda da cehaletin murdar elleri gırtlağımızı sıkıp durur.’’ Diyerek İslam’ın cihad anlayışının hem kıtal boyutunu hem de ilim boyutunu bünyesinde buluşturan bir hükümdar. Hac sırasında saray eşrafının yani ekâbir takımının yaptığı rezilliklere müdahale ederek ‘’imanınız soğumuş, kalbiniz çürümüş’’ gibi cümlelerle, linç edilmeyi göze alarak zalimin yüzüne karşı hakkı haykırabilen bir mücahid.
29 yaşında babasının yerine geçen Nureddin Mahmud, 56 yaşında vefat ettiğinde -ki Ali Emre, ölümünü oldukça çarpıcı ve hüzünlü anlatmış- Trablusgarp’tan Hemedan’a, Yemen’den Sivas’a kadar büyük bir coğrafya birlik bütünlüğü sağlamış, Haçlılar onun döneminde savunmaya geçip ellerindeki şehirleri korumanın derdine düşmüşlerdi. En büyük hedefi olan Kudüs’ün fethini gerçekleştirmeye ise ömrü vefa etmedi.
Oldukça başarılı olan roman hakkında birkaç noktada eleştirilerimizi de sıralayacak olursak; Nureddin ve biraz da Selma dışındaki karakterlerin ruh tahlilleri ve kişilik analizleri derinlemesine yapılmadığı için hemen hiçbirini yeterince tanıyamıyoruz. Mesela romanda çok sık adı geçen ve önemli bir misyon gören Şirkûh’a dair özel bir bilgi veya geçmişine yapılan bir atıfla karşılaşmıyoruz. Şirkûh’un ölümünün de çok kısa bir cümleyle geçiştirildiğini görüyoruz. Aynı şekilde anlatı genel anlamda tek taraflı seyrediyor. Olaylar sadece bir cepheden işleniyor ve analiz ediliyor. Haçlıların veya karşı karşıya geldiği diğer rakiplerinin- Kılıçarslan gibi- cephesinden bakılmıyor. Oysa Haçlıların düşünce kodları öne çıkarılarak bir feodal beyi, Frenk bir tüccar veya din adamı karakteri üzerinden çözümlenebilirdi. Karşı tarafın analizi yer yer yapılsa da bu anlamda zayıf kalmış diyebiliriz. Konu çeşitliliği de dönemin farklı coğrafyalarından âlim şahsiyetler (Endülüs’ten İbni Rüşd gibi) veya Kılıçarslan gibi dönemin devlet adamlarından ana kurguya paralel bir kurguyla yan karakterler oluşturularak zenginleştirilebilirdi. Şiilik konusundaki yaklaşımı ise, dikkat çekici şekilde Şiiliğin her geçtiği cümlede olumsuz bir olaydan veya yaklaşımdan bahsetmesi nedeniyle, bugünkü konjonktürün etkisinde kalmış gözüküyor. Ehli sünnet merkezli bir yaklaşım gözetilmesinin de bunda etkisi olabilir.
Koca bir hayatın hâsılasını bir çırpıda hülâsa etmek yerine büyük emek vererek hazırladığı romanla anlatmayı tercih eden için Ali Emre’yi tebrik eder, müjdesini verdiği Sultan Baybars ve Selahaddin romanlarını merakla beklediğimizi belirtirken son olarak şunları söyleyebiliriz. İslam dünyası aynı dönemde biri Batı’dan diğeri Doğu’dan olmak üzere, insan kellelerinden devasa kuleler inşa edecek kadar göz dönmüş iki korkunç istila hareketine maruz kaldı. Düşünsel ve kültürel birikimiyle İslam, askeri nitelikteki bu tehditleri yakılarak, yıkılarak, yıpranarak da olsa atlatmayı başarmış ve bu istilaların ardından farklı coğrafyalarda kurduğu büyük devletlerle dünya siyasetini yüzyıllarca domine etmeyi başarmıştı. Fakat son iki yüzyıldır üstünlüğü elinde bulunduran Batı, günümüzde sadece askeri değil ekonomik ve teknolojik olarak da İslam coğrafyasına hükmediyor. Osmanlı sonrası İslam dünyası Batı ürünü bayraklı kabile yönetimlerine geçti. Temel gıdası korku olan ihanet ve işbirliği içindeki totaliter rejimlerce yönetilen, son yüzyıllarda özne olmaktan hızla uzaklaşan ve tarihe etki edecek hiçbir şey üretmeyen İslam âlemi, yeniden bayrağı taşıyacak, suyu tersine akıtacak Nureddin gibi, Selahaddin gibi öncü şahsiyetler yetiştirebilecek ve onlar tarafından düştüğü yerden kaldırılabilecek mi? Bütün bu soruları sorduran, meseleleri tartıştıran ‘’Nureddin Zengi ‘’ romanını, vereceği edebi lezzetin yanı sıra bu gözle okursak çok daha faydalı olacak, Ali Emre’nin maksadı da hâsıl olacaktır.
HABERE YORUM KAT