Normalleşemeyen İran
Nükleer anlaşma sonrası İran’ın normalleşmesi sadece uluslararası toplumla bağlarını yeniden tesisiyle değil, bölgesel politikalarını köklü biçimde masaya yatırmasıyla ve bölgeyle yapıcı bir diyalog geliştirmesiyle mümkün olacaktır.
ORSAM Başkanı Doç. Dr. Şaban Kardaş'ın yorumu:
Normalleşemeyen İran
İran’ın, uluslararası toplum ile nükleer programından kaynaklı sorunu gidermeye dönük vardığı anlaşma sonrasında, Ortadoğu’da kendisini nasıl konumlandıracağı konusundaki belirsizlik devam ediyor. Suudi Arabistan’la yaşadığı en son krizde de görüldüğü gibi İran, Ortadoğu sisteminde gerginlikleri azaltmaktan ziyade daha da artıracak anlaşmazlıkların tarafı olmaktan imtina etmiyor. Her ne kadar İran tarafından yapılan açıklamalar anlaşmazlıkların tek müsebbibi olarak muhataplarını işaret etse de bölgede giderek artan ve içinde mezhebi vurguları da barındıran çatışma dinamiklerinin ortaya çıkmasında İran’ın benimsediği stratejik okumanın, kasıtlı veya kasıtsız, rolü de yadsınamaz. Yaptırımlar sonrası tam anlamıyla normalleşmenin tamamlanması, İran’ın bölgeyle de normalleşmesi ve bu doğrultuda geliştireceği yeni bir stratejik diyalogdan geçiyor. Fakat, İran, nükleer anlaşma öncesinde de olduğu gibi, bölgeye kendi iç çelişkileri ve güvenlik kaygılarının uzantısı olarak sorunlu biçimde yaklaşıyor ve bu da İran’ı Ortadoğu’daki artan kutuplaşmaların merkezine oturtuyor.
Yanlış mı okuyoruz?
İran tarafından yapılan açıklamalarda bölgedeki gerginliklerin asıl çıkış noktasının Suudi Arabistan’ın takip ettiği mezhepçi yaklaşım ve bölgedeki aşırıcılığa verdiği destek olduğu argümanı ile birlikte Batı’nın rejim değişikliği politikaları dile getirilmektedir. Bu yöndeki açıklamalar aslında İran’ı daha çok reaktif bir aktör olarak konumlandırmakta ve krizlerin sorumluluğunu diğerlerinin politikalarına atfetmektedir. Lübnan, Irak, Suriye veya Yemen gibi örneklerde soruna müdahil olmasının temel sebebi Batı’nın veya Suudi Arabistan ve müttefiklerinin buralardaki faaliyetlerinin İran’a ve müttefiklerine tehdit oluşturduğu tezidir. Uluslararası ilişkiler literatüründen hareketle ifade edildiğinde, İran farklı krizlerdeki dahlini, sıklıkla iddia edildiği gibi ‘saldırgan’ değil, ‘savunmacı’ gerekçelerle izah etmeye çalışmaktadır. Eğer bu okuma doğru ise, bu konuda İran’ı çatışmaların merkezine oturtan hakim algıyı bir kenara bırakarak, İran’ın güvenlik kültürüne yeniden bakmak gerekecektir.
Peki, İran’ın bölgedeki sorunlarda kaçınılmaz olarak bir tarafta yer almasının makul gerekçeleri olabilir mi? Bu konuda, özellikle Yemen örneğine bakıldığında, bölgedeki çatışma hatlarında İran müdahalesinin aslında asıl tetikleyici olmadığı, ülke içinde zaten var olan sorunların yarattığı krizler olduğu tezini de desteklemek mümkündür. Bu noktadan hareketle söylenebilir ki, konuyu doğrudan İran’la ilişkilendirmek bir tehdit enflasyonuna ve Suudi Arabistan’ın Yemen’e müdahalesi örneğinde olduğu gibi diğer ülkelerin kendi yayılmacılığına kılıf uydurma çabalarına yol açabilecektir. İran da kendisinin veya müttefiklerinin çıkarlarının bu şekilde çiğnenmesine sessiz kalmamakta, diğerlerinin yayılmacılığına veya kendisine saldırısına cevaben geniş bir coğrafyada savunma amaçlı angajmana gitmektedir. Nitekim, İranlı yetkililer büyük ölçüde bölgedeki çatışmaları bu perspektiften okumakta ve Yemen örneğinde daha makul görünen bu tezin özünde Suriye veya Irak’taki müdahalelerinin de temelinde yattığını iddia etmektedir. Çatışmaların mezhebi boyutu konusunda da İranlı yetkililer, aynı bakış açısından hareketle, ‘Şii hilali’ tezini reddetmekte, bilakis “Suudi Arabistan’ın Selefi-tekfirci ideolojisinin dayattığı şiddete karşı kendilerinin orta yolu savunduklarını” ileri sürmektedir.
Pek çok açıdan inandırıcılığı zayıf bu “savunmadaki İran’ okumasına iki ana eleştiri getirilebilir.
Stratejik muğlaklık
Öncelikle, İran’dan gelen açıklamaların tamamına bakıldığında kendi iç ayrışmalarını yansıtır biçimde İran’ın bizi ikircikli bir resimle karşı karşıya bıraktığını not etmek gerekmektedir. Her ne kadar yürütmeyi temsil eden yetkililer, daha çok yukarıdaki perspektiften hareketle, İran’ın niyetlerinin saldırgan olmadığını vurgulayarak bölgesel krizlerdeki dahlini meşrulaştırmaya çalışsa da, dini liderlik ve onun etrafındaki kurumlarla Devrim Muhafızları çevrelerinin açıklamaları bambaşka bir resim çizmektedir. İran’ın savunmacı saiklerle bölgeye müdahil olması bir yana, bu çevreler yayılmacılığı açıktan savunmaktadır. Daha önceleri İslam devrimini yayma üzerinden kurgulanan bu siyaset giderek baskı altındaki Şiileri koruma veya doğrudan İran’ın nüfuz alanını genişletme temelinde savunulmaktadır. Yine bir diğer süreklilik unsuru olarak, Batı ve İsrail karşıtlığı söyleminin devam ettiği ve buna karşı kurgulanan ‘direniş ekseni’nin desteklenmesinin bu etken politikanın dayanağı olarak sunulduğu görülmektedir.
Rasyonel çıkar tanımı yok
‘Saldırgan İran’ argümanını destekleyen açıklama ve davranışlar ise her geçen gün artmaktadır. Mesela, İran liderlerinin üst düzeydeki danışmanlarının veya milletvekillerinin Bağdat’ın Pers imparatorluğunun merkezi haline geldiği veya dört Arap başkentinin direniş ekseninin denetimlerinde olduğu yönündeki ifadeleri muhataplarında İran’ın ‘yayılmacı’ emellerini kaçınılmaz olarak sorgulatmaktadır. Yine İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif International New York Times’a yazdığı yorumla bölgedeki tüm gerginliği Suudi Arabistan’ın ideolojisine dayandırırken, Devrim Muhafızları komutanları, yaptıkları konuşmalarda, bölgedeki Şii gençleri silahlandırdıklarından gururla bahsedebilmektedir. Bütün bu açıklamalar ve bunları destekler sahadaki davranışlar ise, hali hazırda İran’ın Basra Körfezi bölgesine dönük politikalarından rahatsız olan diğer bölgesel güçleri de endişeye sevk etmektedir. Yine bu gelişmelerin nükleer anlaşma sonrası döneme denk gelmesi, özellikle bölgesel meselelerde İran’ın elinin güçlendiği veya ABD tarafından önünün açıldığı yorumlarına sebep olmakta, bu da diğer aktörlerin tedirginliğini artırmaktadır. İkinci olarak, İran’ın bölgedeki çatışmalarda pozisyon alışını savunmacı nedenlerle gerekçelendirmesini kabul etsek de mevcut müdahalelerini ve farklı gruplara verdiği askeri desteği ulusal çıkar ve milli güvenlik kapsamında değerlendirmek pek kolay olmayacaktır. ‘Savunmadaki İran’ tezi doğru ise, muhafazakar çevrelerden gelen ve yukarda örnekleri verilen tarzdaki açıklamaları daha çok iç siyasette tüketime dönük retoriğin bir parçası olarak görmek gerekecektir. Dışarıdaki operasyonların ve Suriye gibi dosyaların dini liderlik çevresiyle ve Devrim Muhafızları eliyle yürütüldüğü düşünüldüğünde bu argümanı kabullenmek pek kolay olmayacaktır. Fakat yine de bir an için İranlı yetkililerin iddia ettiği üzere, İran’ın kendisine dönük tehditleri erken okuduğu için mevcut angajmanlara girdiğini varsayalım.
Rejim güvenliği
İran’ın yaşamsal çıkarları ne olabilir ki Yemen, Suriye, Lübnan veya Irak’ta aynı anda çok farklı cephelerde çatışmalarda, bölgedeki diğer Şii unsurları da kanalize edecek şekilde, taraf tutmuştur? Bu noktada ‘direniş ekseni’ tezi üzerinden İsrail karşıtı cepheyi sürdürme argümanlarını bir kenara bırakırsak, İranlı yetkililer kendilerine veya müttefiklerine karşı yönelen aşırıcı-tekfirci bir dalgaya veya Batının rejim değişikliğini hedefleyen sosyal mühendislik siyasi projesine cevap vermekten başka seçenekleri olmadığını belirtmektedir. Bu bağlamda, Suriye’de Esad rejimini ayakta tutarak veya Yemen’de Suudileri sonu gelmeyecek bir çatışmaya sürükleyerek bu mücadelede kazandıklarını düşünmektedirler. Tüm bu argümanlarda aslında İran’ın kendi rejim güvenliğini öne çıkardığı ve bunun sınırlarını çok geniş biçimde tanımladığı görülmektedir. İran’ın güvenliğini doğal sınırlarının ve tarihsel, sosyolojik ve kültürel havzasının çok ötesinde tanımlaması elbette ki rasyonalitesi sorgulanacak bir yaklaşımdır. Bu şekilde bir tanımlamadan hareket edildiğinde çok geniş bir alanda istenmeyen her türlü gelişmeyi yaşamsal tehdit olarak addetme ve ucu açık angajmanlara sürüklenme riski ortaya çıkmaktadır. Kendi güvenliğini sağlamak adına sınırlarının ve doğal havzasının çok ötesinde savaşan veya diğer unsurları bu uğurda savaştıran bir ulusal güvenlik ve çıkar tanımlamasının diğer bölge aktörlerince meşru kabul edilmesini beklemek gerçekçi bir yaklaşım değildir.
Nihai tahlilde, realist dış politika yaklaşımı açısından değerlendirildiğinde, muhatapları açısından, İran’ın niyetlerinin ne olduğundan daha ziyade ne yaptığı önemlidir. Bu yönüyle konuya yaklaşıldığında, Tahran’ın Yemen’den Suriye’ye farklı örneklerde attığı adımlar geniş bir coğrafyada kaçınılmaz olarak diğer aktörlere doğrudan ya da dolaylı tehdit oluşturmaktadır. Özellikle Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasının hali hazırda içinden geçtiği tektonik dönüşüm ve istikrarsızlık ortamında bölgesel aktörlerin tehdit algılarının yüksek olması doğaldır. Bölgede artan stratejik belirsizlik tüm aktörleri endişeye sevk etmiş durumdadır ve bu yüksek riskler barındıran güvenlik rekabeti ortamında karşılıklı ‘güvenlik ikilemleri’ had safhaya ulaşmıştır. Bu noktada, temel çıkış noktasının savunmacı veya saldırgan olması bir kenara, muhataplarının güvenlik kaygılarını göz ardı eden ve kaba bir ‘ben-merkezli’ stratejik kültürden hareket eden İran’ın, diğer bölgesel aktörlerde rahatsızlık yaratması kaçınılmazdır. Nükleer anlaşma sonrası İran’ın normalleşmesi sadece uluslararası toplumla bağlarını yeniden tesisiyle değil, bölgesel politikalarını köklü biçimde masaya yatırmasıyla ve bölgeyle yapıcı bir diyalog geliştirmesiyle mümkün olacaktır. Bu anlamda İran’ın, daha spesifik olarak ifade etmek gerekirse, stratejik muğlaklılığı gidermek ve bölgedeki çıkarlarını daha makul sınırlar içerisinde yeniden tanımlamak zorunluluğu bulunmaktadır.
İç çelişkiler
İran’ın bölgede normalleşmeye hizmet edecek böylesi yapıcı adımları atmasının önünde ciddi engeller mevcut. Bu noktada İran’ın devrimden beri süregelen iç çelişkisinin ve bunun dış politikasına yansımasının hala karşımızda durduğunu görüyoruz ve bu durum bizi normalleşmenin sınırları konusunda karamsar bir okumayla karşı karşıya bırakmaktadır. Literatürde sıklıkla vurgulandığı üzere, İran bir ulus devlet midir, yoksa devrimci bir fikir olarak mı varolmaktadır sorusuna kesin bir cevap verilemediği ölçüde, İran’ın muhataplarınca meşru kabul edilebilecek ulusal çıkar tanımı yapması zorlaşmaktadır. Neticede farklı örneklerde ortaya çıkan İran müdahaleciliği, hangi saikten doğarsa doğsun, ‘yayılmacı’ olarak addedilmekte ve bölgedeki gerginliklerin temel nedenini oluşturmaktadır. Daha önceleri devrim ihracı olarak karşımıza çıkan bu fikirsel boyutun yerini son dönemde mezhep kimliği almış gibi görülmektedir ve bunun ulusal çıkar tanımlarıyla iç içe geçmesi İran’ı Ortadoğu’daki çatışma dinamiklerinin merkezine sürüklemektedir. İran’ın iç siyasetinde farklı çevreler arasında süregelen rekabetin de kapanmadığı düşünüldüğünde, İran dış politikasında böylesi bir yapıcı sorgulama sürecinden geçilmesi ve bölgede normalleşmesi kısa vadede zor görünmektedir.
STAR
HABERE YORUM KAT