Nilüfer Göle, totem ve çekirgeler
Prof. Nilüfer Göle, benim de ilgilendiğim İslam, Batı ve modernite konusunda çalışan bir akademisyen. Batı kibrinin arkasındaki karanlık yüzü, ırkçılığı, her kültürün kendi özgün değeri ile kıyaslanamaz olduğunu savunan bir sosyolog. Batı'ya derinlikli eleştiriler getirebilmiş, Türkiye'yi de kısa zaman öncesine kadar kendi kulübünün ezberleri dışında okuyabilmiş bir aydının görüşleri önemlidir.
Gezi krizi esnasında yaptığı 'AK Parti yobazlığa geri döndü' veya 'Taksim (Birey), Kazlıçeşme (cemaat) analojileri bana eforik ve amatörce gelmişti. T24'ün yayın çizgisi ile Hasan Cemal 'stiline' çok yakın düşmüştü ve bence Göle kendisi adına talihsiz bir pozisyon almıştı. Ancak Gezi'de o kadar çok kendisine jilet atan aydın olmuştu ki, bunun konjonktürel bir durum ve geçici bir 1968 sanrısı olabileceğini düşünmüştüm.
Göle'nin Hürriyet'ten Cansu Çamlıbel'e geçen pazartesi verdiği söyleşiyi de bu merakla okudum. Gezi sürecinde tesbitlerini kitabımda ve köşemde eleştirmiştim. Başkaları da eleştirdi. Bakın o eleştiriler hakkında nasıl değerlendirmelerde bulunmuş Göle:
'Tekme atan müşavir gibi Gezi'den sonra ortaya müşavir yazarlar çıktı. İki tane sosyolojik yazı yazıldı diye onu bunu köşelerinden tekmelemeye başladılar. İktidarları eleştiriliyor diye herkes çapulcu, darbeci, sömürgeci aydın, karşı devrimci, terörist Alevi ilan edildi'
Bu savruk ve tahammülsüz genel tavrın Göle'ye sirayet etmesi çok üzücü. Açıkçası Göle'nin yazıları sosyolojik değil, partizanca yazılardı ve bilimsel orijinallik taşımıyordu. Tesbitleri ve çıkarımları çoğunluk yanlıştı ki, öyle olmasa bile bir eleştiri karşısında aniden 'jiletçi aydın' çizgisine inmek bir akademisyene yakışmıyordu. En azından modernin içinden konuşan ve haliyle objektivite ve nesnelliğe inanan kişiler için bir çelişkiydi.
Hoş, ben nesnelliğe inanmam, samimiyet ve dürüstlüğe inanırım. Bu ayrı bir tartışma konusu...
Ama sanırım bu ruh durumu genel bir anafora dönüştü ve halkaları genişleyerek değerli isimleri bir bir yutuyor. 'Mahalleye ihanet' edilmiş olmasının ve 'tanrı yazarların' egemenliğini tanımamanın yarattığı bir öfke seziliyor. O mahalleyi iyi bilirim. Her konuda 'Totemler' ortaya bir 'Akıl' koyar ve tüm 'çekirgeler' onu benimsemek zorundadır. Özgün bir duruş sergilemeniz, önce suskunluk sonra da mahalleden dışlanma cezasını getirir. Yaşam alanlarını ve istihdam olanaklarını yok saymak genç bir entelektüel adayı için neredeyse imkânsızdır. Guruların birer kötü kopyası olmanıza izin vardır. Böyle olduğunda sizi köşelerinde atfa boğarlar, sizde olmayan yetenekleri keşfederler ve kendinizi bir prens veya prenses gibi hissedersiniz.
Nitekim bu baskı öyle ağırdır ki, Nobel almış Orhan Pamuk bile aslında Türkiye'de yaşananın ne olduğunu bilecek kadar zeki olduğu halde 'takıyye'ye başlar.
Modelin dışında kalanlar da fizik kanunlarını alt üst etmiş gibi karşılanır. O kişiler mahalleden çıkmışsa, mutlaka başka bir mahalleyi arkalamışlardır. Muteber mahalle kendilerininki olduğundan, olsa olsa 'akçeli' işlere bulaşmış, 'kalemlerini' iktidara satmış olmalılardır. Akıllarına başka bir olasılık gelmez. O kadar kendi kibirleri ile doludurlar.
Henüz master yapmamıştım. Çok sevdiğim bir profesör, inançlı olduğumu ve bunu saklamadığımı görünce beni uyarmak zorunda hissetmişti. İnançlı olmaya hakkım olduğunu, bunu kendisinin asla sorun olarak görmediğini, ama bu sektörde bir yer edinmek istiyorsam bunu fazla dillendirmememin benim için daha hayırlı olacağını ifade etmişti.
Akademi hakkında olumlu önyargılarla yüklü olduğum için, bu uyarı beni çok şaşırtmıştı. Sonra zamanla ne demek istediğini anladım. O parlak örtüyü kaldırdığınızda akademinin içler acısı zihinsel darlığını görebiliyordunuz. Medya ise yine bu mahallenin tekeli altındaydı ve akademi ile medya arasında ciddi bir ilişki vardı. Dışarıya özgürlük demokrasi dersleri veren totemlerin, size sınırlarınızı, sınıfınızı profesyonel bir şekilde hissettirdiklerini, kırmızıçizgileri geçme 'bönlüğü' gösterdiğinizde de rahatlıkla totaliterleştiklerini, sapına kadar ataerkil, seksist ve faşizan eğilimlere sahip olduklarını görüyordunuz. Önünüzün açılması için mahallenin kurallarına başkaldırmama ve zihinsel vesayeti kabul etme şartı görünmeyen bir anayasa gibi işliyordu.
'İnsanın bir şeyle körü körüne özdeşleşmesi ve sorgusuz sualsiz bağlılık göstermesinin nasıl bir bedel ödettiğinin farkındaydım' diye yazmıştı Tony Judt... 'Anılar Şalesi' adlı son kitabında Fransa'daki Ecole Normale Supérieure (ENS) çevresinde oluşan entelektüel seçkin kast sistemini eleştirirken '[Zola'nın Dreyfus'u savunduğu] O günlerden beri entelektüeller hassas konulara 'müdahale' edip akademik ya da artistik pozisyonlarının kendilerine kazandırdığı söz hakkını sürekli hatırlatırlar' da demişti.
Ben de buna 'Entelektüel Müdahale Fetişizmi' demiştim bir yazımda ki, Göle de bu çukura yuvarlanmış gözüküyor. Bu şablona uymayanlar da olsa olsa 'yandaş' ve 'müşavir yazar' oluyorlar.
Göle söyleşisinde 'Gelin bir dakika Başbakan'ı unutalım' derken, belli ki bu takıntının rahatsızlığını hissetmiş olmalı. Görünen o ki, Erdoğan bu kibirli sınıf için büyük bir tökez taşı oldu, cilaları döktü.
Hiçbir sosyolojik sos bunu gizleyemiyor.
Yeni Şafak
YAZIYA YORUM KAT