Neyi sevmeliyiz?
Divan ve tarihî tasavvuf edebiyatının telkin ettiği sevginin şu sonuçları olmuştur:
1) İslam'ın referanslarına karşı zaman içinde gelişen kayıtsızlık,
2) Ahlaki zaaf ve çöküntünün edebi ve şiirsel bir dille masum ve sevimli gösterilmesi,
3) Bizatihi ibadetlerin ve ibadet edenlerin küçümsenmesi, iki yüzlü, mürai ve din istismarcısı olarak gösterilmesi.
4) Batı'dan tamamen farklı ucube bir laikliğin kolayca kendine yer bulması.
Bunun tarihi 10. ve 11. yy'a kadar iner. Mesela Abbasilerin Yunan hikmeti ve ilimleriyle temas kurdukları zamanlarda Müslümanlar, Yunan edebiyatına, şiirine, sanatına, heykeline, mitolojisine, tiyatrosuna, tragedyasına hiç iltifat etmediler. İlimler, felsefe ve hikmetle ilgili kitapları tercüme ettiler. Bu dikkatle yapılmış bir tercihti. Büyük entelektüel hamle başladığında, yani kelamcılar kelamı kurmaya, fakihler fıkıh usulünü ve fıkhı kurduklarında, hadisçiler hadis ilmini tedvin ettiklerinde Yunan felsefesi bilinmiyordu. İlk dönem mutasavvıfları da felsefeden, Neoplatonculuk'tan uzaktı. Onların nazarında tasavvuf, dünya hayatının değersiz görülmesi ve Peygamber'in sünnetinin takip edilmesinden ibaretti (zühd ve takva).
Buradan şu anlaşılmamalıdır: Divan, tasavvuf veya halk edebiyatındaki sevginin eleştirisi, Kur'an'da sevginin övülmediği anlamına gelmiyor veya sevgisiz bir Müslümanlık savunulmuyor.
Zühd ve takva olarak tasavvufu ele aldığımızda, bunun toplumda bir karşılığı vardır, gündelik hayatı düzenlemektedir. Zühd ve takva anlamındaki tasavvuf, Hz. Peygamber'in Sünnet'idir.
Burada şu üç hususun altını çizmek gerekir: a) Tarih içinde gelişen bu caiz olmayan metaforlardan tasavvufun veya sufilerin tümü sorumlu değildir, bundan sufizmin bir versiyonu sorumludur; b) Fakihlerin bazen aşırılaştırdıkları akılcılıkları ve kuru dilleri yegane çözüm değildir; c) Eflatun'un bakış açısını eleştirirken, Aristo'nun sevgi veya aşk görüşüne yaslanmak doğru değildir.
Kur'an-ı Kerim'de sevgi, "anahtar" terimlerden biridir. İster Allah'ın Vedud isminden gelen "vudd", isterse muhabbet veya "hubb" olsun, bu böyledir. Anahtar terim olması demek, Yüce Allah'ın, buna büyük bir önem verdiği anlamına gelir; nihayetinde kendisine bunu isim olarak seçmiştir. Fakat sevginin, ahlaki, pratik bir tezahürü vardır. Kur'an'da tasavvufun dikkat çektiğimiz versiyonunda olduğu gibi soyut, saf entelektüel, pür felsefi, Neoplatoncu bir sevgi söz konusu değildir; bu sevginin ahlaki, toplumsal ve gündelik hayatı düzenleyici, normlar koyucu tezahürleri vardır.
Kur'an'ın ele aldığı sevginin bağlamı farklıdır: "De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (3/Al-i İmran, 31) Burada Allah'ı sevmenin ölçüsü, Peygamber'inin Sünnet'ine ittiba olarak bildiriliyor. Bu sevgi, tasavvufun sözünü ettikleriyle ilgili değildir. "Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği mü'minlere karşı alçakgönüllü, kafirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir." (5/Maide, 54) Yani eğer siz, Allah'a olan sevginizi ve o sevginin gerektirdiği işleri yapmazsanız, O, Allah'ın onları seveceği, onların da Allah'ı seveceği başka bir kavimle değiştirir, yerinize başkalarını getirir. Yeni gelenleri Allah, onlar da Allah'ı sevecek. "İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını 'eş ve ortak' tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İmân edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür." (2/Bakara, 165) Allah'ı sevmek, O'nun rızasını kazanmaya çalışmak, indirdiği hükümlere riayet etmek ve kalbi hiyerarşik olarak O'nun zikrinden ve muhabbetinden başka her şeyden arındırmaktır. Sahih ve hakiki imana sahip olanların Allah'a duydukları sevgi güçlüdür, çünkü sahte değildir.
Zaman gazetesi
YAZIYA YORUM KAT