New York’ta Beş Minare
Mahsun Kırmızıgül, asıl adı Abdullah Bazencir. Bingöllü bir Zaza. Gayretli; değişime açık bir insan. Yalnız, aceleci bir karaktere sahip. Atlayarak bitirdiği kitabın üzerinden fazla ahkâm kesiyor. Değişimlerini daha “sahici” kılabilmesi için ciddi okumalar yapması ve bol bol da fikir alışverişinde bulunması lazım. Sinematografisinin henüz başında olduğu bir gerçek. Zamana ihtiyacı var. New York’ta Beş Minare, bu üst bakış açısı dikkate alınarak eleştirilirse daha sağlıklı neticeler alınacaktır. Bitlis’te başlayıp New York’ta devam eden ve gene Bitlis’te sona eren bu hikâyenin, oyuncuları üzerinden daha iyi anlaşılacağını düşünüyorum.
Hacı Gümüş (Haluk Bilginer): Bitlisli. Kanaat önderi hissi veriyor. Çevresi siyahi insanlarla dolu, batakhanelerden dönüşüm yapmış kişiler bunlar. Ama aynı zamanda her türlü operasyonu yapma kabiliyetleri var. Adamlar, tutuklu olan Hacı’yı helikopterle kaçırabiliyor yahut Türk polislerini tuzağa düşürüp yakalayabiliyorlar. İri yarı ve silahlılar. Tehlikeliler yani. Hacı Gümüş’ün etrafında neden toplandıkları belli değil. Hacı’nın karizmasının nedenlerini anlayamıyoruz. Hıristiyan bir karısı, Hıristiyan bir erkekle evlenen kızı var. Bununla gurur duyuyor Gümüş, dinler arası diyaloga kocaman bir selam veriyor ama eşini dönüştürmektense başkalarını dönüştürmeye çalışıyor. Mum, dibini aydınlatma gereği görmemiş, ama başkalarına bu gayreti var. İlginç bir karakter. İngilizceyi aksansız konuşabilmesine rağmen Türkçe’de Bitlis ağzı devam diyor. Yerlilik mesajı gibi görünüyor, işin doğrusu oldukça da sırıtıyor. Senaryoya on kişinin elinin değdiğinden bahsediyor Kırmızıgül, bu nedenle Fethullah Gülen’e benzetilen Gümüş, başkalaşıyor, uzaklaşıyor sanki.
Fırat (Mahsun Kırmızıgül): O da Bitlisli. Babası yıllar önce öldürülmüş, kimlik değiştirip babasının katilini arayan, işkenceci yaman komiser. Oyunculukta bol falso veren, zayıf bir karakter. Hızlı dönüşümler üstadı.
Acar (Mustafa Sandal): Polis memuru. İngilizceyi iyi konuşuyor ama karşısındakini ikna edemiyor. Hacı Gümüş’ün ilk görüşte suçsuzluğunu anlayan ve ona yardımcı olmaya çalışan iyi kalpli polis memuru. Fırat’la Acar’ın duruşları “Kobra Takibi” dizisinin meşhur otoban polisleri olan Semih Gerkhan ve Dieter Bonrath’ane cuk oturuyor. Biri uzun biri kısa, biri takım elbiseli diğeri kotlu. Top sakaldan tutun da tipleri, duruşları,tavırları hemen hemen aynı.
Marcus (Danny Glover): Danny Glover’ın Müslüman olduktan sonra yer aldığı ilk film. Yaşlanmış iyice. Görüntüsü, giyinişi, Malcom X’in ex hocası Alijah Muhammed’in adamlarının haline benziyor. Hocası için her şeyi yapmayı göze almış biri. Mürit.
Maria (Gina Gershon): Hollywood’un mafya babalarının eli silah tutan afili eşi rolünden, Hacı’nın sessiz ve itaatkâr eşi rolüne irtifa kaybıyla gelmiş sanki. Nerden nereye. Ağzını bıçak açmıyorya üzücü olan da o. Kurtlar Vadisi’nde bir kere görünen Sharon Stone gibi, alakasız durmuş filmde. Hacı’nın muazzez hanımı.
Deccal (Ali Güney): Filmin en karakteristik tiplemesi ama oldukça yüzeysel geçilmiş. El Kaide’nin Türkiye Şube Başkanı imiş. Gerçek hayatında TRT genel müdür idari yardımcısı. Karikatür bir fon olmuş filmde. Çirkin.
Ajan Jim (Scott William Winters): İyi Amerikan ajanı.
Ajan Becker (Robert Patrick): Kötü Amerikan ajanı.
KLİŞELER
Dünya sinemasında, binlerce defa patlama sahnesi ile başlayan film var; yahut yüzlerce kez vurulma sahnesiyle biten. Hele o kaçırılma sahnesi yok mu? Bu sahneler Hollywood’da o kadar çok tekrar edilmiş olmalı ki. Disneyland’ta hani gelen izleyicilere ücret karşılığı aksiyon gösteriliyor, patlamalar falan yapılıyor ya, bu kaçırma sahnesi de aynen öyle galiba; dünyanın değişik yerlerinden gelen yapımcılara ücret karşılığı online aksiyon çekip gönderiyorlar sanki. O kadar klişe. Hip hop dinleyen zenciler. Teatral diyaloglardan ziyade çocukların oyunlarda kullandığı hırsız polis diyalogları. Basit, düzeysiz. Amerikalı özel birliklerin bina çıkışları. Zaten filmde ya çıkıyorlar ya da iniyorlar. New York’ta tek kurşunun dahi atıldığı sahne yok. Afişlerde çarşaflarını çıkarıp ateş den Türk polisi ile Amerikalı askerlerin görüntüleri ve patlama fotoğrafları var. Gören, Amerikan askerleriyle çatışma olduğunu zannediyor. Yalan. Fragmanlar da insanı aldatıyor. Emin olun, filmde, fragmanların azı var ama fazlası kesinlikle yok.
HA NEW YORK HA AMSTERDAM
Filmde, Avrupa Birliği uyum yasaları sayesinde işkencenin kalmadığını yalnızca kafa kesen radikal dinciler ile kör töre uygulayıcılarının kaldığını ve bu insanları da devletimizin -çok şükür(!)- tasfiye ettiğini anlatıyor Kırmızıgül. O nedenle Egemen Bağış, ağzında büyük bir gülümseme ile filmden çıkıyor. Yönetmenin her filmine hükümetten online destek geliyor nedense. Zaten filmin ilk gösterimini sinema eleştirmenleri değil kamu görevlileri izliyor. Yüzlerce polisin yemin töreni, sağlam ordudan sağlam polise geçişin işaretleri zahir; hükümete bir selam daha! Filmin sonlarına doğru turistik geziye ne demeli? Ayasofya-Sultanahmet-Mevlana üçlüsü, İstanbul-Rakı-Kebap’ın yerine mi geçti Mahsun Kırmızıgül. Bu mudur zıddı? Hacı Gümüş’ün karşıtı Deccal midir? Ne yani seçme şansımız yalnızca iki mi? Aaa bir de Ali Sürmeli’nin canlandırdığı “sorunsuz” şeyh tasviri mi?
Üzerinde tartışmaların, saldırıların ve savunmaların yapıldığı film, gerçekten abartılıyor. Yapımda çok ciddi senaryo ve kurgu hataları herkesin kabulü. Mahsun Kırmızıgül, senaryo açısından “Güneşi Gördüm”den geriye düşmüş denebilir. Bunu geçtik, filmin ara ara iyi görüntü işçiliği var onlar da zaten James Gucciardo’nun eseri. Patlama sahneleri başlı başına teknik bir iş. Müzikler de ise Mahsun Kırmızıgül’ün parmağı olsa da asıl yükü The City Of Prague Film Harmonic-Prag Senfoni Orkestrası ve Prague Opera Korosu taşımış. Hollywood’un ıskartaya çıkmak üzere olan emektar oyuncularının filme katkısı da inkâr edilemez. Haluk Bilginer, rolünün hakkını fazlasıyla vermiş. Yani, filmin ağırlığını taşıyan, Yeşilçam algısı dışına çıkmasını sağlayan tek şey, Mahzun Kırmızıgül’ün umut veren dönüşünden ziyade, para. Pa-ra. On iki milyon dolar(Vikipedi verisi). “Parayı veren düdüğü çalar” misali, film adeta satın alınmış.
New York’ta Beş Minare’yi daha en başta bir film adı olarak duyunca, ciddi bir eleştiri ile karşılaşacağımı düşünmüştüm. Yurtlarına döndüklerinde oğlunu şehre gönderen babanın, çocuğunun gözüyle gördüğü Bitlis’i, doğuyu yani, çaresizliği, yıkılmışlığı, kalan şeylerin ise umut veren minareler olduğunu anlatan ve aslında bir ağıt olan “Bitlis’te Beş Minare”ye telmihi önemsemiştim. New York’un hiçbir anlamı yok filmde. Amsterdam da, Berlin’de olabilir orası. 11 Eylül saldırılarının enkaz yerinde, ikiz kulelerin derin boşluğunda -hazır cami tartışmaları varken- ciddi diyaloglar geçilebilir ve filme daha fazla anlam katılabilirdi belki. Yok, o da yok. New York’taki beş minare, o beldelerdeki İslamlaşmaya mı telmihtir, akla öylesine gelen bir sıçrama mıdır bilinmez. Sonuç, bol mesaj verme derdinde olup da aslında hiçbir şey ifade etmeyen ama para olunca Hollywood ayarında film çekilebileceğini gösteren bir yapım. Şimdi, durduğum yerde Bitlis’i, doğuyu düşünüyorum. İçi kanayan yaralarla dolu, parasızlıktan yârinin yanına gidemeyen acılar içindeki halkaların halini düşündüren o türküyü dinledikçe, Kırmızıgül’ün filmi o kadar sırıtıyor ki, diyecek söz bulamıyorum.
Bitlis'te Beş Minare
Yüreğim Dolu Yare
İsterem Yanen Gelem
Cebimde Yok On Pare
Tüfeğim Dolu Saçma
Kaçma Vururum Kaçma
Doksan Dokuz Yarem Var
Bir Yare De Sen Açma
YAZIYA YORUM KAT