Nesnellik ve sorumluluk
'Hrant'ın Arkadaşları'nı hem övüp hem eleştirdiğim yazım, hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde salt eleştiri olarak okundu.
Bunun bir nedeni bu kişilerin gerçekten de övgüye layık bir iş yapmalarıysa, diğer nedeni de hâlâ 'cemaat içi' siyasetin açık yüreklilikle yapılabilmesine hazır olmayışımızdır. Öte yandan Hrant'ın Arkadaşları bir 'hayır işi' değil, kamusal alana bilinçli bir müdahalede bulunuyorlar. Bu müdahalenin ahlaki açıdan doğru yapıldığına da kuşku yok. Bir süre önce Taraf gazetesinde Gürbüz Özaltınlı, Hrant'ın Arkadaşları'nın çabasının samimi bir adalet arayışından sapmadığını ve katillerle hükümetin sorumluluğunu ayıran bir özene sahip olduğunu söylemekteydi. Buna kimsenin itirazı olacağını sanmıyorum... Ne var ki kamusal alana her bilinçli müdahale bir siyasettir ve ahlaki açıdan doğru tavır da kendiliğinden doğru siyaseti üretmez. Bu tespit Hrant'ın Arkadaşları'nın siyasi duruş ve performansını tümüyle yanlış yapmıyor. Ama eğer eleştirilebilir veya tartışmaya açılabilir yönler varsa, buradaki genel suskunluk hakkında da iyi şeyler söylemiyor.
Öncelikle vurgulamakta yarar var: Bu tür tartışmalar doğrudan öznenin tutumu ile ilişkilidir, nesnenin değil... Yani mesele Hrant'ın kimliği değil, Hrant'ın Arkadaşları'nın kimliği... Bu noktada ideolojiye saplanılması ne denli anlamsızsa, grubun siyasi performansının değerlendirilmesi de o kadar anlamlı. Nitekim örneğin grubun kendini 'saklamasını' ve şeffaflıktan uzak durmasını ahlaki açıdan ele alabilir ve bunun bir tevazu ima ettiğini söyleyebiliriz. Ancak öte yandan da örneğin 19 Ocak anmalarında niçin şu veya bu kişinin konuşturulup/konuşturulmadığını da duymanın kamuoyunun hakkı olduğunu teslim etmek durumundayız. Sözcük güzel olmayabilir, ama kamusal alana müdahaleler her zaman bunu yüklenen grubun kullandığı bir iktidarı ima eder ve çoğu zaman grup içi iktidar ilişkileri konusunda da soru işaretleri yaratır. Kısacası bilinçli suskunluğun da bir sorumluluğu ve maliyeti var ve bu tutumun eleştiri dışı kalmasını beklemek pek gerçekçi değil.
Ancak daha da önemlisi, yapılan ve yapılmayan her iş, eylem veya tutum, Hrant'ın Arkadaşları'nı başkalarının gözünde tanımlıyor ve belirli bir siyasi kimliğe oturtuyor. Soru, bu grubun kendilerine atfedilen kimliğe razı olup olmadıklarıdır. Eğer razı iseler bu aynı zamanda onların kimliksel tercihini de ima eder. Buna karşılık eğer razı değillerse, bu konuda ne yaptıkları sorusuyla karşılaşmalarından daha doğal bir durum olamaz.
Unutmayalım ki Dink cinayetinde mahkeme daha 'normal' bir karar vermiş olsaydı, hem yürüyüşe o sayıda insan gelmezdi hem de gelenlerin kompozisyonu epeyce farklı olurdu. Basitçe söylersek İslamî kesimin daha da azaldığı, Ergenekon 'avukatlarının' ise olaya damgalarını vurabilecekleri bir oran yakalayabilecekleri bir etkinlik ortaya çıkabilirdi. Bu tespit, yapılan her işin ve alınan her tutumun Türkiye siyaseti içinde anlam kazandığını ve salt ahlaki bir eylem pratiğinin geçerli olmadığını söylüyor.
Gelelim İslamî kesimin duruşuna... Alper Görmüş farklı davranılsaydı bile, Müslümanların bu konuya ilgisinin sınırlı kalacağını yazmıştı. Olabilir... Ama bu 'benim' doğru davranmamı engelleyen bir öğe olamaz. Nitekim Hrant'ın Arkadaşları da son 19 Ocak öncesinde birçok İslamî sivil toplum örgütünü ziyaret ederek onları yürüyüşe katılmaya çağırmışlardı. Ama nedense bu çağrının kamuya açık olmasını istemediler. Acaba neden? Doğrusu bu muydu? Eğer değilse, sorumluluk kimde?
Özaltınlı'nın anlamlı sorusunu da bu bağlamda ele almak gerekiyor: "Muhafazakâr dünyanın herhangi bir toplumsal siyasal talebin dışında kalışının sorumluluğunu nerede arayacağız?" Cevap basit: Eğer bu onların birinci derdi değil de 'bizim' derdimizse, tabii ki sorumluluğu kendimizde arayacağız. Çünkü muhafazakârları kendi gündemimize ortak etmek 'bizim' istediğimiz şey... Onları duyarsızlıkla itham edebilir, tarihsel ve ideolojik analizler yapabiliriz. Ama 'siyaset' yapmış olmayız ve daha önce söylediğim gibi kamusal alanda olmasını istediğimiz bir şey için harcanan her çaba siyaset bağlamı içinde değerlendirilmeyi davet eder. Görevimiz "muhafazakârları anlamak ve laikleri değiştirmek" değil. Ama biz istesek de istemesek de 'laik' cemaate ait olduğumuz için, siyasetimiz büyük ölçüde böyle olmak zorunda.
Özaltınlı'nın önerdiği 'nesnel' konum, yani her iki tarafı da anlamak ve değişmeye davet etmek tabii ki hem hakkaniyetli hem de rahatlatıcı. Ama maalesef gerçekçi değil... Tabii eğer gerçekten bazı somut sonuçlar almanın peşindeyseniz. Nihayet ben muhafazakâr dünyaya yapmam gereken eleştiriyi dönüp Hrant'ın Arkadaşları'na yapıyor değilim. Her iki tarafa da ayrı eleştiriler söz konusu olması bir yana, burada kendisine 'iş' edinmiş olan bir özne var. Karşılarında ise bu işe ortak etmek istedikleri karmaşık bir kitle ve ortak olmalarından rahatsızlık duyup duymadıkları belli olmayan bir başka kitle. Doğruyu yapmak gibi bir derdiniz varsa, acaba sorumluluğu nerede ve kimde arayacağız? Kendimizden başka...
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT