Nesnelerin gündelik hayatla ilişkisi üzerine
Fatma Barbarosoğlu, sefer tasının Türkiye'de ve farklı kültürlerde nasıl anlaşıldığına dair yaşadığı bir konuşmayı aktarıyor.
Fatma Barbarosoğlu / Yeni Şafak
Bir film, bir nesne ve “işin ciddiyeti”
Gündelik hayatın değişen renklerini nesneler üzerinden takip etmenin insana farklı bir bakış açısı sunduğunu tecrübe ediyor ve “nesnelerin mahrem tarihi” üzerine düşünüyorum uzun bir süredir. İlk yazdığım yazı, yanlış hatırlamıyorsam yedi yıl önce, süpürgeye dairdi. Karantina günlerinde süpürgenin tarihine yeni veriler eklendi. Varlıklı evlere yeni teknolojik aletler, sahibine ihtiyaç duymadan yerleri temizleyen süpürge “robot”lar dahil oldu.
COVID pandemisinin hızlandırdığı uzaktan çalışma ve karantina şartları, son model teknolojik ürünleri hayatımıza dahil ederken, enflasyonun hızlı artışı, alım gücünün hızlı düşüşü, bulaş riski gibi sebeplerse sefertasına geri dönmemiz gerektiğine ikna etti.
Geri dönmemiz gerektiğine ikna etti dememin sebebi şu: Yurt dışında, üniversite kampüslerinde, kütüphanelerde insanların yanlarında yiyecek getirmelerine, termoslarında çay ve kahve taşımalarına tanıklığım, aşağı yukarı 10-15 yıl öncesine dayanıyor. Viyana seyahati sırasında orada üniversite eğitimi gören Türk öğrenciler, Viyanalı arkadaşlarının bir tabak makarna haşlayıp yanlarında getirişlerini biraz da şaşkınlıkla anlatmışlardı.
Sefer tası bahsi, yakınlarda yeniden karşıma çıktı.
Bir seminer sonrası, “Siz yazılarınızda geçmiş geri gelir diyorsunuz,” diye başlayan bir soru, sefer tası ile nihayetlendi: “biz de geçmişin sefer tası ile gelişine şahit oluyoruz.”
Soru şuydu: “18. yüzyıl asillerinin kıyafeti, 19. yüzyılda garsonların üniforması haline geliyorsa aynı şey nesneler için tersinden de söz konusu mudur?”
“Soruyu biraz açar mısınız?”
“20. yüzyılda dar gelirlilerin öğünlerini yanlarında taşımak için kullandıkları sefer tasları, 21. yüzyılda bu defa üst sınıfta yaygınlaşıyor. Zaman içinde nesnelerin kullanım değerinde sınıfsal fark ortaya çıkar mı?”
Soru güzel. Ancak asillerin yüzyıl öncesi giydikleri kıyafetlerin yüz yıl sonra hizmet sektörünün üniforması olarak kullanılması ile aynı düzlemde ele alınmasının ne kadar doğru olduğunun düşünülmesi şartıyla. Fransız İhtilali, soylular ve soylu olmayanlar ayırımını ortadan kaldırdığı için Ancient Regime’in giysisi, biraz da parodileştirilmek maksadıyla hizmet sektörünün üniforması haline geldi. Ama diğer taraftan yeni bir sınıf olarak ortaya çıkan burjuva, kendisini hem asillerden hem de fakir halk tabakalarından ayırmak için yeni bir moda inşa etmekten geri durmadı. Dolayısıyla sınıflar arası giyim hiyerarşisi ortadan kalkmadı.
Genç kız hipotezini ispat etmek için aşırı gayret gösterince tartışmayı yeni bir zeminde ilerletmek için bir film sahnesinden medet umarak şöyle dedim: “2013 yapımı bir Hint filmi var. Film Mumbai’de (1995 yılına kadar şehrin adı Bombay) geçiyor. Mumbai’de uygulanan bir iş dalını, dabbawalla sistemini görmek açısından da sizin için ilginç olacaktır. (Genç kız İşletme Fakültesi mezunu.) Filmi seyrettikten sonra aynı nesnenin/sefer tasının Hint kültüründe ve Türk kültüründe kullanım tarzları üzerine konuşabiliriz.
Genellikle gençler birlikte düşünme temrininden pek hoşlanmıyor. Bütün soruların cevabını bulabilecekleri, mümkünse bir çırpıda okunuveren bir kitap önermemi bekliyorlar. Böyle bir kitabın olmadığına bir türlü inanmak istemiyorlar. Bir kişi ile tanışınca hayatları değişsin, bir kitap okuyunca bütün müşkülleri çözülsün, birkaç tavsiyeye uyunca hayatlarının hedefine kavuşsunlar... Böyle bir hayat düzeni arayışı içindeler.
İşletme mezunu genç kız “Ne yani! Sefer tası için film mi yapmışlar?” dedi. “Yapmışlar...”
“Sefer Tası”ndan film yapmak...
7-8 yaşlarında bir kız çocuğu annesi olan İla, her öğlen kocası Raci için çeşit çeşit yemekler hazırlamakta, “Aşka/kalbe giden yol mideden geçer” sözüne iman etmiş bir şekilde güzel yemek yapmak için radyoda yemek programları dinlemekte, üst katta oturan ve yatalak kocasına bakan, “teyze” diye hitap ettiği yaşlı kadının her türlü yemek ve dahi “hayat” tavsiyesini itina ile yerine getirmektedir.
İla, her gün sabahtan öğlene kadar saç üstünde bazlama pişiriyor, dört kap yemek yapıyor, öğlen kurye gelip sefer taslarını alıyor, öğlen yemeğinden sonra da boş olan sefer taslarını eve teslim ediyor. (Bizim kültürümüzde iş yeri yakın olmadığında memur/işçi sefer tasını yanında götürür.)
Hindistan’ın en kalabalık şehirlerden olan Mumbai’de her öğlen kadınlar kocaları için yemek hazırlıyor, eşi olmayan erkekler sefer tası ile iş yerine gelecek yemeği lokanta ile anlaşarak temin etmeye çalışıyor, dar gelirliler de Hindistan’da en ekonomik ve besleyici gıda olarak bir adet muz ile yetiniyor.
İla’nın itina ile hazırladığı sefer tası, kocasına değil emekliliğini bekleyen bir adama gider. İla, bir kaç günün ardından yaptığı yemeklerin eşine gitmediğini anlar, ama itiraz etmez, yemeklerini yiyen adama kısa mektuplar da göndermeye başlar.
Filmin tamamını anlatmayayım. Ancak yanlış adrese giden bir sefer tası hikayesini, bütün bir şehir düzenini, yerel renklerin içinde küresel büyük şehir yalnızlığını da ele alacak şekilde ortaya koyarak çok iyi bir iş çıkarmış yönetmen... Kalabalık trenler, trende sebze doğrayanlar vs.
Yönetmen Ritesh Batra, yerel doku üzerinden büyük şehrin küresel yalnızlığını özellikle yatay mezar, dikey mezar bahsinde çok çarpıcı bir şekilde işaretliyor.
İş yerine yanlışlıkla gönderilen lezzetli yemekleri iştahla yiyen, emekliliğini bekleyen Fernandes, eşine yatay mezar aldığını kendisi için mezar almaya niyet ettiğinde dikey mezar tavsiye edildiğini yazıyor, kendisine yemekler gönderen sefer tasının sahibi İla’ya. Hayatı boyunca kalabalık trenlerde sıkış tepiş ayakta yolculuk eden Fernandes’in payına dikey mezar düşecektir. Ölünce bile sırtı toprakta yatma bahtiyarlığına erişmeyecektir.
Mezarlar da dikeydir. Sefer tasları gibi...
“Sefer Tası filmini seyrettikten sonra konuşalım” dediğim genç kız, henüz birkaç saat vakit geçmişken “Film hakkında konuşabiliriz” dedi. Konuşabiliriz deyince filmi seyrettiğini zannettim. Hayır, “allame”ye sormuş, filmin konusu hakkında bilgi edinmiş. Bilgi şöyle:
“2013 yılında Hindistan’a damgasını vuran romantik yapım The Lunchbox şimdi Avrupa sinemalarında. Film, kocasıyla sönmeye başlayan aşk ateşini yeniden alevlendirmek için işe sürpriz notlarla öğle yemeği yollayan bir ev kadınının, sefer tasının yanlış erkeğe gitmesiyle başlayan masumane flörtünü konu alıyor.
Dabbawallahs isimli sefer tası geleneği sadece Mumbai’de uygulanan bir iş dalı olarak karşımıza çıkıyor. Babadan oğula geçen bu iş dalında her gün yüz binlerce sefer tası ev kadınlarından teslim alınarak iş yerindeki eşlerine ulaştırılıyor ve hiç hata yapılmıyor. Hata payının yalnız 6 milyonda bir görüldüğü sistemde her sefer tası 6 karakterli bir koda sahip ve bu kodda iki adres de açıkça görülüyor.”
Muhatabımın filmi seyretmeyip sadece konusunu okumuş olmasından bihaber, tartışma zemini için “En çok şaşırdığınız sahne hangisiydi?” diye sordum. “Soru tahmin etmediğim yerden geldi” dedi ve kıvrak bir şekilde “Önce siz söyleyin” dedi. “Fernandes’in stajyerinin trende sebze doğradığı sahne” dedim. “Niye şaşırdınız ki” dedi. “Doğru, şaşırmamam gerekiyor. Dünyanın her yerinde bazı insanlar bazı işlerini toplu taşıma araçlarında yapmaya devam eder.”
Genç kız kendisi ile alay ettiğimi zannetti. Hayır birkaç hafta önce bir kadının Marmaray’da aldığı taze fasulyeyi ayıklayışına şahitlik ettiğimi, çocukluğumda da vapurda örgü ören kadınlara çok sık rastladığımı söyledim. Benim en şaşırdığım sahne diye devam etmesini bekledim. Devam etmedi. Google bilgisi ile bir yere kadar. “İtiraf etmem lazım, seyretmedim” dedi.
Filmi seyredince tekrar konuşmak üzere ayrıldık. Baktım haftalar geçti, geri dönen olmadı. En iyisi, olanı biteni harflerin gövdesinde muhafazaya alayım dedim.
Soruların sahibi kendi sorularını ne kadar ciddiye almıştı bilemeyeceğim, ama benim için ayırdığım vakit, üzerinde düşündüğüm konu, sorulara verdiğim cevaplar, cevaplardan çıkardığım yeni sorular, her zaman kıymetlidir. Hal böyle olunca bütün bu olanları sizinle paylaşmak istedim...
HABERE YORUM KAT