“Nerede o eski Ramazanlar” hayıflanmasıyla, Ramazan’a erişebilir miyiz?
Dilimizde neredeyse unutulmaya yüz tutmuş bir kavramdır “Erişmek.” Varılmak istenen menzili ve bu menzili elde etmek için gösterilen çabayı ifade eder. Ramazan’da “Elde etme fırsatı bahşedilen” ancak nasip edilen kadar erişilen bir lütuftur.
Erişmek, ermek, ermiş olmak, erenlerden olmak işte bu nasibin peşinden koşmaktır. Dilimize pelesenk olmuş “Yine bir Ramazan’a eriştik” söyleminde olduğu gibi, hep bir çabayı gerekli kılan ve bu çabanın karşılığı kadar nasibimize düşen bir iklim...
Her Ramazan’da dilimizden düşmeyen başka bir söylem ise “Nerede o eski Ramazanlar?” serzenişidir. Bu söylem, bir Müslüman’ın varlık sebebi olarak hayatının tam merkezinde olması gereken Ramazanı, eğlence kültürünün eksikliği ile anılan bir hayıflanmaya ve yakınmaya; dolayısıyla İslam’ın en görünür olduğu zamanları, yitirilmiş bir nostaljiye dönüştürüyor.
Oldukça masum görünen bu duygu, Ramazan iklimini zamanın dışına itiyor. Bizleri çepeçevre kuşatan modern seküler dünyanın; dini bir hatıraya dönüştüren, önerdiği hayat tarzıyla onu hayattan kovan ve geçmiş zamanlara özgü bir anıya, bir daha geri gelmesi mümkün olmayan bir anlatıya indirgeyen anlayışına hizmet ediyor.
Oysa Müslümanlar için Ramazan; erilmesi gereken, erildiği vakit sevinç ve şükürle karşılanan, ermiş olanları diri tutan canlı bir ameldir. Ramazan idrak edilirken geçmişe, hayatın dışına, kalbin ve idrakin uzağına sürgün edilmemelidir. Dini, vicdan meselesine indirgeyip toplumsal hayatın dışına itenler, İslam’ın en görünür zamanları olan Ramazan ayını bir hayıflanmaya dönüştürerek bunu yapıyorlar.
Sultanahmet Meydanı’nın Ramazan etkinliklerine açıldığı zamanlar yapılan tartışmaları hatırlayalım. Doğrudan dini boyutu öne çıkar(a)masalar da tarih, mekân, turizm, kültür gibi kavramlar üzerinden meydanda yapılan etkinliklere karşı çıkanların kullandığı temel söylem: “Türkiye'nin en önemli turistik ve tarihi mekânı heba ediliyor. Modern olmayan bu görüntüye yabancılar ne der?” şeklindeydi. Tarih, mekân, toplum ilişkisini turistik görüntüye indirgeyen bu anlayış, her ne kadar tarihi mirası savunuyor görünse de, bizzat tarih karşıtlığını, örtülü olarak ise Ramazan’ın görünür olmasındaki rahatsızlığını yansıtıyordu.
Dini vicdanlara hapsedenler, her dini ibadet ve umdelerde olduğu gibi orucu da arızileştirmek, asli olmaktan çıkarmak, hayattan men etmek isterler. Oruç tutanın, yani aç kalanın iştahla yemek yiyene saygı göstermesini beklerler. Asgari beşeri nezaket gereği aç olma karşısında saygının esirgenmesini, hatta tersine çevrilmesini toplumsal standart haline getirmeyi arzu ederler. “Tutuyorsa kendine tutuyor bana ne!” diyerek bencilce davranıp, ülkemize maç yapmak için gelen yabancı bir takımın hassasiyetini bile gösteremezler…
Dini toplumun hafızasından silmeye ve yeniden kurgulamaya çalışan toplum mühendisliği projelerinin tümünün parçalayıcı, dağıtıcı, kişiliksizleştirici etkisi sonucu nasıl bir kimlik kriziyle baş başa kaldığımızı aklımızdan çıkarmamalıyız.
Bu yüzden bilinçli ya da bilinçsiz fark etmeksizin mikrofon uzattığı Müslümanlara: “Nerede o eski Ramazanlar?” diye soran kardeş; Ramazan evlerimizde, camilerimizde, cemaatlerimizde, çarşıda-pazarda yani hayatımızın tam merkezindedir.
Özetle; Müslüman idrakinde “Erişmiş olduğumuz Ramazanlar” yitirilmiş, hayıflanılması gereken zamanlar değil, lütfedilmiş ihya edilmesi gereken imkânlardır. Tüm haşmetiyle gelen bu mübarek iklimi bedenimiz ve ruhumuzla karşılamak; ona gerçekten erişmek ve tamamına ermektir muradımız ve duamız...
YAZIYA YORUM KAT