Neler oluyor bu subaylara?
Yarbay Ali Tatar evinde ölü bulundu. Hakkında yeniden yakalama kararı çıkarıldığını öğrenince, başına bir kurşun sıktığı açıklandı.
Ergenekon davasının kilit isimlerinden emekli general Levent Ersöz’ün tedavi gördüğü hastanede, saat 22.00’de, belinde iki silah bulunan bir emekli uzman çavuş yakalandı. Öne sürüldüğüne göre, “Beni albay gönderdi” dedi.
Bunlar son iki günde yaşananlar. Son aylarda buna benzer çok sayıda olayla yüz yüze geldik.
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda da, iki oramirale suikast hazırladıkları söylenen çok sayıda üst düzey subay gözaltına alındı, sorgulandı ve birçoğu tutuklandı.
Daha birkaç hafta önce, bir dönemin kuvvet komutanları, ‘darbe girişimi’ suçlamasıyla, şüpheli olarak Ergenekon davası kapsamında sorgulandılar. Diyarbakır’daysa, bir dönemin ünlü bir subayı, onlarca faili meçhul cinayetin sorumlusu olduğu gerekçesiyle yargılanıyor.
Değişik rütbelerden subaylar; ülkenin çeşitli yerlerine yasadışı şekilde silah, cephane gömdükleri, bazı siyasetçilere suikast hazırladıkları iddialarıyla mahkeme önündeler.
Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları, (emekli kuvvet komutanları dahil olmak üzere) son yıllarda çok sayıda yasadışı eylemle birlikte anılır hale geldiler. İntiharların, sabotaj iddialarının, darbe suçlamalarının, cinayet yargılamalarının arkası gelmiyor.
Bu tabloya baktığımız zaman, ister istemez sormak durumunda kalıyoruz: Ne oluyor bu subaylara? Ne oluyor Türk Silahlı Kuvvetleri’ne?
***
50 yıl içinde üç askeri darbe, bir postmodern darbe ve sayısız askeri müdahale yaşadık. Askerler, bütün bu süre boyunca siyasetin tam anlamıyla ortasında oldular. Türkiye’nin bütün önemli iç ve dış kararlarının merkezinde yer aldılar.
Siyasetçiler, askerlerin müdahalelerine o kadar alıştılar ki, ordunun siyaset yapmasını son derece olağan ve doğal bir durum olarak algıladılar. Medya da, iş dünyası da, askeri siyasetin baş aktörü olarak kabul etti...
Ordu, ülkemizde, iktidarın merkezi gücü olarak hareket etmeye alıştı. Bunu temel misyonu olarak gördü. 25 yıldır süren ‘düşük yoğunluklu savaş’ın ordunun müdahale kabiliyetini ve dokunulmazlığını artırması, ordu içindeki bu algı biçimini ve toplumun bu algı biçimini onaylama eğilimini perçinledi.
Bu ‘dokunulmazlık’, askerin denetlenemez bir güç olmasını da beraberinde getirdi. Askerler, siyasetin her alanına müdahale edebiliyorlardı ve kimse onlardan hesap soramıyordu. Kimseye hesap vermeleri gerekmiyordu. Hesap soran hep onlar oluyordu. Bağımsız bir bütçeleri, bağımsız bir yargı mekânizmaları vardı. Kimse onların bağımsız alanına müdahale edemiyordu, ama onlar istedikleri her alana müdahale edebiliyorlardı. YÖK üyeliğinden sinema sansür kuruluna kadar sivil hayatın her alanında etkili ve yetkiliydiler.
***
Bu kadar büyük bir iktidar gücüne sahip olmanın, askeri ülkenin ‘tek ve gerçek yöneticisi’ psikolojisi içine sokmuş olması şaşırtıcı değil aslında. Asker, her zaman için, ‘siyasilerin ülkeyi iyi yönetemedikleri’ kanaatinde oldu. Halkın doğru tercihlerde bulunamadığı kanaatinde oldu. Asker, kendisini, her zaman için, bu ‘hatalı tercihler’e ve ‘ülkeyi yönetemeyen siyasetçiler’e karşı, ‘denge’ unsuru ve hatta ‘asıl iktidar gücü’ olarak gördü.
Eğer demokrasinin alanını genişletmeye çabalayan güçler olmasaydı, askerin bu ‘kontrol altına alınamayan’ gücü, sonsuza kadar sürebilirdi. Türkiye, çok partili rejim yoluyla demokrasisini geliştirmek ve Avrupa ölçülerine yakın bir demokrasi yaratmak yönündeki bütün girişimlerinde, karşısında askeri buldu. Siviller, çoğu kez askerin müdahalesine boyun eğdiler.
Şimdi yeni bir dönem içindeyiz. Türkiye, 60 yıllık çok partili rejim tecrübesi içinde demokratikleşme yolunda önemli mesafeler aldı. Ekonomisi büyüdü. İthalat ihracat kapasitesinde, kişi başına düşen ortalama gelir düzeyinde önemli sıçramalar gerçekleşti. Türkiye, bölge içinde, barışçı ve yapıcı bir ülke izlenimi bırakmaya ve etkisini artırmaya başladı.
Türkiye’deki siyasi yapı içinde askerin güç sahibi olması köklü bir alışkanlık haline gelmiş durumda. Bu alışkanlık nedeniyle, bu çaptaki ve standarttaki bir ülkede ordunun siyaset içindeki varlığını sürdürmesi gibi son derece sıradışı bir durum, bize normal görünebiliyor. Askerlerin iktidarın nimetlerinden yararlanmaya devam etmeleri ve bunu garantiye almaya yönelik müdahalelerde bulunmaları, bize normal görünebiliyor.
Türkiye’de askerler, demokrasiyi hiçbir zaman içselleştirmek istemediler. Demokrasiye karşı olmayı, bir anlamda ‘mesleklerinin içeriği’ olarak algıladılar. Bu algı biçiminin karşılığını, gerçekleştirdikleri askeri müdahaleler ve sonrasında elde ettikleri statülerle aldılar.
***
2010 yılına girmek üzere olduğumuz bu günlerde, tarihsel olarak bu gidişatın sonuna gelmekteyiz. Askerlerin eski yerlerinde durmaya, eski statülerini korumaya devam etmeleri artık mümkün değil.
Bazı askerler bunun farkındalar ve ülkenin yönetimine müdahale etmek isteyen arkadaşlarını ‘yapmayın’ diyerek uyarıyorlar. Bazıları, yeni döneme ayak uydurmakta zorluk çekiyorlar. Bazılarında yeni durumun yarattığı bir bunalım ve hayal kırıklığı gözleniyor. Bazıları da ‘iktidarımızı vermeyiz’ inadı ve öfkesi içindeler.
Yaşanmakta olan psikolojik çalkantılar, depresyonlar, intiharlar, sıradışı davranışlar, cinayetler ve bunalımları bu tablo içinde değerlendirmemiz gerekiyor.
RADİKAL
YAZIYA YORUM KAT