“Ne güzel, haksız çıktım” diye sevinirken...
Geçtiğimiz cuma (2 ekim) bu sayfada, Hükümet’le Doğan Grubu arasındaki gerilimin yol açabileceği “ürkütücü bir ihtimal”den söz etmiş, bu çerçevede grubu artık daha dikkatli bir biçimde izleyeceğimi söylemiştim.
Doğrusu, o yazıyı yazarken, sadece bir hafta sonra bir devam yazısı kaleme alacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Zaten orada “işin rengi birkaç ay içinde belli olur” diyerek vade de vermiştim. Peki, bugün neden bir devam yazısı yazıyorum? “İşin rengi” belli mi oldu? Hayır, fakat Hürriyet’in genel yayın yönetmeni, benim sözünü ettiğim ihtimali imâ eden öyle bir yazı yazdı ki, konuya sadece bir hafta sonra dönmem vacip oldu.
Söz verdiğim gibi, yazıyı gazeteye gönderdiğim günün ertesinden başlayarak, grup gazetelerinin sözünü ettiğim ihtimal çerçevesindeki performanslarını dikkatle izlemeye başladım. Doğrusu, Ertuğrul Özkök’ün yazısına (6 ekim) kadar tuttuğum bütün notlar “pozitif”ti. Fakat o yazıyı okuyunca, açıkçası ürktüm.
Özkök’ün yazısını birazdan dikkatinize sunacağım, fakat ondan önce şu “ürkütücü ihtimal”i geçen haftaki yazımın giriş bölümüne bir göz atarak hatırlayalım (geçen haftaki yazımı okumamış okurları sinirlendirmeye başladığımı hissediyorum çünkü).
Grup, hükümeti yaralamak isterse?
Şöyle yazmıştım:
“Doğan medya grubundaki yönetim ve yazar değişikliklerine ilişkin bütün yorumlar bir noktada birleşiyor: Grup, son vergi cezalarından sonra AK Parti ve onun hükümetiyle ‘vuruşmaya’ karar vermiştir. Ben de aşağı yukarı aynı kanaatteyim. Grup, kanımca partiyi ve hükümeti yaralama kapasitesini ortaya koyacak, bu yolla vergi cezalarından dolayı sorumlu gördüğü hükümete geri adım attırmayı deneyecektir.
“Başlıkta ima ettiğim ‘ürkütücü ihtimal’, grubun, hükümeti en fazla hangi alanda ‘yaralayabileceğini’ düşünmeye başlayınca kendiliğinden çıkıyor ortaya: Demokratik açılım alanı...
“Girişimi destekleyenlerin de, karşı çıkanların da kabul ettiği gibi, hükümetin girdiği yoldan vazgeçip geri dönme şansı yok; bu, hükümetin bitmesi, partinin de kolunun kanadının kopması anlamına gelecek.
“Eğer Doğan Grubu, yeni bir yayın çizgisiyle Kürt meselesinin çözümü yolunda çok riskli bir adım atmış bulunan hükümeti paralize etmeyi başarabilirse, mali olarak içine girdiği ağır bunalımdan çıkmayı umabilir.
“Alternatif istismar alanlarının (irtica, Ergenekon) kullanım değerlerinin konjonktürel zayıflığını hesaba kattığımda, sözünü ettiğim ihtimal gözümde daha da ürkütücü bir görünüme bürünüyor.”
Önce bir itiraf: Yazıyı yazıp gazeteye gönderdikten sonra kendimi sorguladım epeyce... Acaba “biraz fazla kuşkucu bir zihnin” ürünü olabilir miydi yazdığım metin? Küçük, belki de hiç gerçekleşmeyecek bir ihtimali zorlayarak büyütmenin bir ürünü?..
Bu rahatsızlıkla, yazının gazetede yayımlandığı gün, “yazılarını beğenerek okuyorum ama bugünkü bir vehimdi bence” içerikli bir elektronik mektup gönderen eski bir arkadaşıma şu cevabı yazdım:
“Doğrusunu istersen, yazıyı gönderdikten sonra, içinde, klişe deyimle ‘kastı aşan’ bir şeyler olabileceği konusunda ben de tedirginlik duydum. Fakat (...) grubun eski performanslarını düşündüğümüzde sözünü ettiğim ihtimalin tümden ‘vehim’ sayılamayacağı kanaatindeyim. Zaten ben de bir ‘ihtimal’den söz ediyorum. Doğru çıkmazsa onu da teslim ederim.”
Bundan iki gün sonra Milliyet’te, Devrim Sevimay’ın Bursalı taraftarlarla yaptığı söyleşiler manşetten yayımlandı: “Biz faşist değiliz...” Manşet, bırakın kışkırtıcılığı, “barış gazeteciliği nedir” diye sorulduğunda “budur” cevabını hak edecek bir içeriğe sahipti.
Milliyet’in yeni yönetimi, birkaç gün sonra da Cizre’de, evinin önünde oynarken bir patlama sonucu ölen Aysel Akyol’un trajedisini, Ahmet Altan’ın Taraf’taki sert yazısını alıntılayarak aktardı; bu da “açılım”ı sabote etmeyi amaçlayan birilerinin asla yapmayacağı bir şeydi.
Hürriyet dahil, grubun öteki gazetelerinde de benim “ürkütücü ihtimal”imin kuvveden fiile çıktığına, çıkabileceğine işaret edebilecek hiçbir şey yoktu.
Pazartesi günü bu defa Gerçek Hayat dergisinden arayıp yazıda dile getirdiğim “ürkütücü ihtimal”in mümkün olup olmadığını sordular. Onlara da şu cevabı verdim:
“Mümkün tabii... Daha önce fiilen yaptıklarıyla ilgili olarak önceden ‘mümkün mü’ diye sorulsaydı, bunların bazıları için ‘yok artık’ derdik çoğumuz.
Fakat şu var: Şimdi o yazının, ‘maksadını aşmış olabileceğini’ düşünüyorum. Maksadım bir ‘ihtimal’den söz etmekti, zaten bu kelimeyi kullandım da... Fakat yazıyı gazetede çıktıktan sonra bir kez daha okuyunca, sanki çok kuvvetli, neredeyse kesine yakın bir ihtimalden söz ediyormuşum gibi geldi bana. Bu durumda okurlar da muhtemelen öyle algılamışlardır. Oysa tam öyle düşünmüyorum. Çünkü bu, sahte irtica kampanyalarına benzemez, ters tepebilir. Bunu söylerken, grubun klasik okur kitlesinden çok, oralarda çalışan meslektaşlarımızın muhtemel tepkilerine göndermede bulunuyorum. Belki bu konuda bir yazı daha yazabilirim.”
Bu iki cevaptan da anlaşılabileceği gibi, tam “yanıldım galiba”yı memnuniyetle not etmeye hazırlanıyordum ki, Ertuğrul Özkök’ün yazısı (6 ekim) çıktı karşıma.
Aba “üstünden” sopa?
ABD’de yaşayan bazı Ermenilerin, Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan aleyhine yaptığı gösterinin fotoğraflarına bakarken şu soru gelmiş Ertuğrul Özkök’ün aklına: “Demokrasi, tarihî ve derin sorunları çözmeye muktedir mi?
Yoksa o meselelerin çözümüne en büyük engel demokrasinin kaidelerinden mi geliyor?”
Çünkü, ülkesinin önünü açmaya çalışan bir devlet başkanı, işte bakın, “hain” damgasını yiyormuş... Tayyip Erdoğan’ın durumu da farklı değilmiş... O da “demokratik açılım” girişimiyle doğru bir şey yaptığı halde benzer suçlamalara maruz kalıyormuş... Özkök buradan gazetecilere (siz Doğan Grubu’na diye okuyun) getiriyor sözü ve benzer bir kaderi onların da paylaştığını yazıyor. Tayyip Erdoğan nasıl oy kaybediyorsa, açılımı destekleyen gazeteler de okur kaybediyormuş. Peki, ne yapılmalıymış? Yazının asıl önemli kısmı bundan sonrasında geliyor... Şöyle yapılmalıymış:
“Öyleyse ne yapacağız? Çare yok, yılmayacağız. Oy kaybetmek, tepki almak pahasına, Türkiye’nin ayağına takılan bu büyük sorunları çözmeye çalışacağız.
Kaybedilmiş geçmişe değil, kazanılabilecek geleceğe bakacağız. Demokrasi meydanında insanları ikna etmeye çalışacağız.
“Eğer bu ülke, sorunlarını çözecekse, birilerinin bu riskleri alması gerekecek.
Dürüstsek, demokratsak korkmayacağız, çekinmeyeceğiz. Ama bir şeyi de bileceğiz. Hepimiz aynı gemideyiz. Sorunları çözmek isteyen siyasetçi ve sorunların çözülmesini isteyen gazeteci, aynı gemide. Birbirlerine ihtiyacı var.
O nedenle birbirimizi itme, itekleme, yıpratmaya, yok etmeye uğraşma lüksümüz yok. Kızgınlıkları, öfkeleri buzdolabına koyup, demokrasi meydanında toplanmalıyız. Hem kendi çağımıza, hem geleceğe şunu ispatlamalıyız. Demokrasi, tarihi sorunları çözebilir. Cesaret bugün için bir fedakârlık gerektiriyorsa, o fedakârlığı hep birlikte yapmalıyız.“
İsterseniz yaklaşımımı “fesatça” bulun, fakat ben bu yazıyı hiç beğenmedim; okurken, “aba”nın altına gizleme gereği bile duyulmayan bir “sopa” canlandı gözümün önünde...
Düşünün: Bir gazeteci ülkenin tartışmasız bir numaralı sorunu konusunda doğru yayıncılığın ne olduğunu biliyor ve ilan ediyor fakat bu yönde yayın yapmayı şarta bağlıyor... Hükümete, “aramızdaki sorunlar sürerse, başka bir çizgiye kayabilirim” diye mesaj geçiyor... Bu, olabilecek bir şey midir?
Geçen haftaki yazıyı “Bu dönemde Doğan Grubu’nu her zamankinden daha büyük bir dikkatle izleyeceğim” diye bitirmiştim...
Ertuğrul Özkök’ün yazısından sonra, bu cümleyi “çok daha büyük bir dikkatle” diye düzeltiyorum.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT