‘Ne duruyorsunuz Paşam?’ Gazetecileri
Askerlerin müdahalesini hevesle, sevinçle karşılayan bir tür gazetecilikten söz ediyoruz. Bu durum 28 Şubat’ta doruğa çıkmıştı. ‘Ne duruyorsunuz Paşam?’ diyen gazeteciler bile vardı.
Türkiye’de siyasi tarih yazılırken üzerinde durulacak olaylardan birisi de muhakkak ki, Özden Örnek’in Darbe Günlükleri’nin Nokta dergisinde yayımlanması olacaktır. Hem bir darbenin anatomisini bize sunması bakımından, hem de TSK’nın toplum nezdindeki o tunçtan imajının hakikatini ifşa etmesi sebebiyle, Örnek’in Darbe Günlükleri çok önemli bir metin. Bu metinden öyle çok şey öğreniyoruz ki! Gücünü halk iradesinden alması beklenen siyasetçilerin darbe kışkırtmalarını; askere, “Bizi yalnız bırakmayıp ses verin” diyen rektörleri; seçilmiş bir Başbakan’ı paylamakla övünen generalleri; en güvenilen kurum olarak bildiğimiz TSK’da dönen dolapları ve iç bütünlüğü hiç bozulmaması gereken bir kurum olarak orduda yaşanan terfi gerilimlerini Özden Örnek, bütün çıplaklığıyla yansıtmış günlüklerinde. Ve şimdi o günlükler, tam metin olarak okuruyla buluştu. Darbe Günlükleri’ni okur karşısına çıkaran Alper Görmüş ile, İmaj ve Hakikat adıyla yayımlanan Darbe Günlükleri’ni ve bu günlüklerin çarpıcı içeriğini konuştuk.
İmaj ve Hakikat ile Özden Örnek’in Darbe Günlükleri adıyla bilinen notları tam metin olarak okur karşısına çıktı. Bu belgeler size nasıl ulaştı ve hangi aşamalardan sonra yayımlama kararı aldınız?
3-4 bin sayfayı bulan bu notlar, 2007 Mart ayında Nokta Dergisi’ne ulaştı. ‘Ele geçirdik’ ifadesini kullanmıyoruz, çünkü öyle bir şey yok ve bu sevimsiz bir klişe. Ayrıca bu tür haberler ele geçirilmez, gazetecilere ulaştırılır. Daha sonradan bu belgelerin benden önce ulaştırılmış gazeteciler olduğunu da öğrendik. Muhtemelen daha da çıkacaktır.
Sizden önce hangi isimlere ulaştırılmıştı?
Bunların en ilginci Mustafa Balbay. Belgelerin kendisine gittiğini o açıkladı. Teyit edemediği için yayınlamadığını söyledi.
Siz teyit edebilmiş miydiniz doğruluğunu?
Böyle bir metni teyit edemediğimiz için yayınlamadık özrü hiç geçerli değil. Bunu ben söylemiyorum, bir başka Cumhuriyet Gazetesi yazarı olan Hikmet Çetinkaya, bir gazeteye verdiği söyleşide: “Bunu teyit edemedik diye yayınlamayan bir gazetecinin, gazeteci olduğunu söyleyemem” diye çok net bir şekilde söylemişti. Bu ifade çok doğru.
Bütün bu öneme rağmen belgeleri yayınlamadan önce bilgilerin sağlamlığını kontrol için ne yaptınız?
Telefon açıp sormak gibi bir şey mümkün değildir. Başka araçlarla yapmak lazım. Biz de onu yaptık. Çok ayrıntıları anlatan yüze yakın bilgiyi kontrol ettik. Bir tane bile uymayan nokta çıkmadı. Elbette ben bunları bilgisayarın başında oturulup yazıldığını görmedim. Bütün bu sağlamaları yaptıktan sonra ortaya çıkan şey netti. Bunlar sahih belgelerdi. Böylece yayınlamaya karar verdik.
Darbe tarihimiz ve basının tutumu göz önüne alındığında, Darbe Günlükleri’nin yayımlanması bir milat. Bu açıdan bakıldığında, darbeler karşısında Türk medyasını nasıl değerlendirirsiniz?
Biz günlükleri yayınladıktan sonra bazı meslektaşlarımız, çok ilginç bir şekilde aslında bir takım askerlerin, yapılan planları kendilerine anlattıklarını söylediler. Ben de bunun üzerine Taraf’ta bir yazımda, ‘Nokta’da darbe günlüklerini boşuna yayınlamışız. Meğer bütün gazeteciler biliyormuş’ gibi bir başlık kullandım. Bu durum gerçekten çok tuhaftı. Gazetecilerin bilmesi önemli değil ki! Onun kamusal bilgi haline getirilmesi önemli.
TÜRK MEDYASININ GENLERİNDE DARBECİLİK VAR
Bu gelişmelerden rahatsızlık duyulmamış mı?
Türk medyasının genlerine işlemiş bir darbecilik geleneği var. Açıkçası, askerlerin siyasete müdahalesine karşı çıkmak bir yana, bundan hoşlanan, böyle bir gelişmenin olmasını isteyen, olması için çaba sarf eden bir medya var. Şimdi anlıyoruz ki, herkes her şeyden haberdarmış, ama bunu kamusal bilgi getirmemişler.
Pek çok basın mensubunun TSK ile ve bir kuvvet komutanı olarak Özden Örnek ile çok sıkı ilişkiler içinde olduğu görülüyor. Çalışmanız, bu açıdan da bir anlama ve arınma vesilesi olur mu sizce?
Özden Örnek günlüklerinde anlatıyor. MGK toplantısından sonra, en kritik anlardan birinde askerlerin sert, yeni bir müdahale hazırladıklarının bir işaretlerinin oldukları bir noktada: “Gazeteciler etrafımızı çevirdiler. Cevabın ne olduğunu bilerek, bir daha bir daha duymak isteyerek ve gülerek soruyorlardı” diyor. Bırakın karşı çıkmayı, askerlerin müdahalesini hevesle, sevinçle karşılayan bir tür gazetecilikten söz ediyoruz. Bu durum 28 Şubat’ta doruğa çıkmıştı. Ve sonraki dönemde belki biraz azaldı, ama bu kitapta da örneklerini gördüğümüz gibi, ‘Ne duruyorsunuz Paşam?’ diyen gazeteciler var.
Kitap, sadece TSK’nın İmaj ve Hakikatini ortaya koymuyor o zaman…
Tabi tabi. Askerlerin kendilerine vermek istedikleri bir ‘imaj’ vardı. Bir de ‘hakikat’ var. Bu belgelerle hem askerin, hem de medyanın hakikati ortaya çıktı.
MEDYANIN SAVUNMASI ÇÖKTÜ
Medyanın verdiği imaj neydi?
Bize vermek istedikleri imaj, ‘Ne münasebet! Biz tabi ki, demokrasiyi savunuyoruz. Darbelere karşıyız. Biz sadece siviller yanlış yaptıklarında eleştiriyoruz. Ne yapalım? Eleştirmeyecek miyiz, eleştirince darbeci mi oluyoruz?’ gibi saçma sapan noktalardan kendilerini savunmaya başlıyorlar. Bu kitap, onların bu savunmalarını çökerten bir çalışma. Bu belgeler, onların darbeye hevesli olduklarını, yolu açtıklarını, bir görev ifa ettiklerini ortaya koyuyor. Başta 28 Şubat olmak üzere, bazı darbelerin aslında medyanın aktif desteği olmaksızın yapılamayacağını bir kez daha açıklıyor.
Belgeleri okurken en çok üzüldüğünüz kısımlar hangileri oldu?
Benim canım en çok medyayla ilgili bölümlerde sıkıldı. Darbe günlüklerini okuyana kadar, medyanın bırakın karşı çıkmayı, darbecilik yönünde talepkar ve yol açıcı bir rol oynadığını ve bazı gazetecilerin bunu sevine sevine yaptıklarını bilmiyordum. İlk kez karşılaştım. Çok üzüldüm ve öfkelendim açıkçası. ‘28 Şubat medyaya uzanacak mı?’ tartışmalarında benim tavrım, biraz da bu öfkeden kaynaklanıyor açıkçası.
MEDYA BAĞLANTISI SORUŞTULMALI
Sizin tavrınız nedir?
28 Şubat, eğer medyasız yapılamayacak bir darbe ise -ki doğrudur-, o zaman medya da bir tür fail rolü oynamıştır. Fakat bir varsayımdan yola çıkarak, ‘fail rolü oynamıştır’ diyerek kimseyi cezalandıramazsınız. Dolayısı ile ben kamuoyu önünde meslektaşlarımı eleştirebilirim, ama bu cezai müeyyide gerektirmez. Bazıları, “İnsanlar darbeci düşünce benimseyebilirler. Bu suç değildir” diyorlar. Doğrudur da. Ama düşünceden çıkıp da, ‘darbecilerin teşkilat yapısı ile darbecilerle beraber hareket etmişler mi, talimat almışlar mı, o manşetleri atarken onlarla görüşmüşler mi’ soruları hukukun alanıdır.
28 Şubat dönemine ilişkin soruşturulmalı dediğiniz başka kimler var?
Hiç şüphesiz iş dünyası. O dönemde bizzat işçi sendikalarının, işveren sendikaları ile birlikte hareket ettiklerini biliyoruz. O faaliyetler kendi başlarına yürüttükleri faaliyetse, bir şey yok. Ama acaba durum öyle miydi? Bu gün öyledir, öyle değildir dediğimiz her şeyin ortaya çıkması için soruşturmaya ihtiyacımız var. Dolayısı ile soruşturma meşrudur.
DİKKATLİ OLUNMALI
Kitapta dikkatimi çeken hususlardan birisi de darbecilerle üniversiteler arasındaki sıkı ilişki…
Somutlaştırmak üzere rahmetli olmuş bir isim üzerinden örnek vermek istiyorum. Kocaeli Üniversitesi rektörünün ilişkileri çok net ortada. Arıyor, ‘Siz ne yapıyorsunuz, biz ne yapabiliriz?’ diye soruyor. Bunun gibi örnekler var. Eğer yaşasaydı, o kişi için savcı cezai suç isnadında bulunulabilirdi. Soruşturmaları somutlukla ve bu titizlikte yürütmek lazım. Sonuçta güç kullanılacak bir darbeden bahsediyoruz. Bir cadı kazanı kaynatmak bizim kültürümüzde yok. Sakin, yavaş ve dikkatli bir soruşturmanın yürütülmesi gerektiğini düşünüyorum.
Özden Örnek’in günlüklerine tam metin olarak bakıldığında genel olarak, kurum içi usulsüzlükler, dedikodular ve dönemin hükümetine karşı girişilen yıldırma çabaları öne çıkıyor. Ordu denilince daha düzenli ve disiplinli ve elbette ciddi bir kurum beklenmez mi?
Bütün kurumlarda olduğu gibi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde de, komikliğe varan tuhaflıklar var. Bütün kurumlarla ilgili imaj yıkıldığı halde Silahlı Kuvvetleri’ne dair imajın yıkılmamış olması, onun çok kapalı bir kurum olması. ‘Toplum kirli, paslı, küflü ama Türk Silahlı Kuvvetleri öyle değil’ şeklinde bir imaj oluşturuluyor. Orada toplumun bütün kirinden, pasından münezzeh bir yapı görülüyor. Bu düşünce de geçmişteTürkiye'deki darbelerin meşrulaştırılmasının psikolojik aracı olarak kullanıldı.
ASKER KENDİNİ MEMLEKETİN SAHİBİ GÖRÜYORDU
Bu askerler için sadece araç mıydı, onlar da bu imaja inanıyorlar mıydı?
Askerler buna inanıyordu. Onlar, ‘Siviller 10 yılda bir memleketi batırıyor, çünkü onlar cibilliyetsizdir, karaktersizdirler. Vatan bunlara bırakılamaz. Dünyada askerin iktidarda kalmasını saylayacak bir düzen de yok. Ne yapalım, biz de on yılda bir gelir düzenleme yaparız’ diyorlardı. Böyle bir vesayet düzeni kurulmuştu.
Kitaptaki anlatılanlar zihinlerdeki bu imajı da değiştirecek türden…
Kitaptaki belgeler, imaj ve hakikat arasındaki mesafeyi daraltarak, askeriyenin toplumun uzantısı olan bir kurum olduğunu gösteriyor. Onların da bizim gibi olduğunu, terfide yükselmek için arkadaşlarına çelme takacaklarını, onların da karılarının da dedikodu yaptığını ortaya koyarak bu makası kapatıyor. Kitap aslında darbelerin meşruiyetinin en önemli kaynaklarından birini kurutarak, bir anlamda demokratik olumlu bir rol oynuyor.
DARBEYE HEVESLENEMEZLER
<img src=http://img.vol.io/milat/newpics/news/290420121903523820633_3.jpg align=right>
2002 seçimlerinden 25 gün sonra Özden Örnek karargahtaki bir tabloyu yansıtıp komutanların Tayyip Erdoğan’ı nasıl payladıklarını anlattıklarını kaydetmiş ve peşinden şöyle demiş: “Herkes bir şahindi. Umarım başımız derde girmez.” Ve başları derde girdi. Peki bu durum sizce kalıcı etkiler bırakacak düzeyde mi? Tüm bu sürece rağmen, bir gün yine şahinler Başbakan paylamakla övünürler mi?
Son 3-4 yıldaki soruşturmalar ve davalarla, darbeciliğin örgütsel yapısı, önemli ölçüde zayıflatıldı. Dolayısı ile bu gün yeniden darbe yapmak, bir darbeye heveslenmek kimsenin aklından geçmez. Özellikle 28 Şubat ve 12 Eylül’ün yargılanmaya başlanması, darbeye niyetlenen insanların, ‘Başarıya ulaşsam bile, birkaç sene yırtabilirim. Ama sonrası ne olacak’ düşünmesine sebep oldu. Zaten şimdiye kadar bu kadar kolay darbe yapılması, bu cezasızlıkla ilgiliydi.
Darbe Günlükleri’nin yayımlanması ile başlayan süreçle ilgili pek çok kişi, bu yayınları yapanların sırtlarını dayadıkları daha büyük bir güç olduğunu iddia etmekte. Sırtınızı dayadığınız bir yerler olduğu için mi bu denli cesur davrandınız?
Bu görüş, sırtını herhangi bir yere dayamadan bir şey yapamayanların argümanları. Çünkü hep böyle bilmişler. Kendi ölçüleriyle hareket ettikleri için bu sonuca varıyorlar. O nedenle de anlayabiliyorum onları ve mazur görüyorum. Hâlbuki bir insan, hiçbir şeye dayanmadan, sadece kendi gücüne dayanarak, sırf inandığı için yapacaklarını yapmalı.
DEMİREL ‘BEYAZ’ OLMAYI ÇOK İSTİYORDU
Son dönemlerde ismi sıklıkla zikredilen Demirel’e süreç okuması içinde nasıl bakıyorsunuz?
Süleyman Demirel ile ilgili yazdığım bir yazının başlığı ‘rejimin en başarılı devşirmesi’ şeklindedir. Köyden çıkmış Cumhurbaşkanlığına kadar yükselmiş, sonradan, zihinsel olarak devşirilmiş bir politikacı olarak görüyorum. Anladığım kadarıyla çok büyük bir özentisi vardı ve köylülükten kurtulmak istiyordu. Tepedekiler buna izin vermiyordu, çünkü tepedekiler beyazdı. Oraya katılmayı çok istiyordu.
Genel olarak 28 Şubat dönemi siyasetçilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
O dönemin bazı siyasetçileri, çok net bir şekilde ‘Hadi, daha ne bekliyorsunuz?’ dediler.
Sıra kendilerine gelsin diye mi bu tavrı sergiliyorlar, aynı yerden baktıkları için mi?
Aslında her ikisi de söz konusu. O siyasetçilere göre iktidarda düşman var, bu düşmanı devirmek demokratik yollarla pek mümkün gözükmüyor. Böylelikle darbecilerle iş birliğine girdiler.
EN ŞAHİN DARBE DESTEKÇİSİ SİNAN AYGÜN’DÜ
Bu tavrı sonraki dönemlerde sürdüren siyasetçiler oluyor mu?
Oluyor tabi. O dönemde bunların en şahini kim derseniz, şu anda CHP milletvekili olan Sinan Aygün’dür. Hatta bazen onları sinirlendirecek şekilde tavrını gösteriyor. 2005 yılında Sinan Aygün: “Hadi daha ne bekliyorsunuz? Çok geç olacak. AK Parti sizden korkuyordu, artık korkmuyor” diyor. Özden Örnek de günlüklerinde, ‘Belli ki bizi yine kışkırtmaya gelmiş’ diyor.
Darbe Günlükleri’nin tam metnini sansürsüz olarak okudunuz. Bir kimsenin günlüklerini okumak, onu daha yakın tanımak ve bir anlamda ruhuna nüfuz etmek imkânını da tanır. Özden Örnek’in kişiliği hakkında edindiğiniz fikir nedir?
Spekülatif olarak söylüyorum tabi ama Özden Örnek, daha Askeri Lise öğrencisiyken dahi bu hiyerarşik düzenin yaratıcılığı engelleyen bir rol oynadığını ve bunların törpülenmesi gerektiğini düşünüyor. Bir yandan o üniformayı seviyor, bir yandan da o katılıkları daha lise öğrencisiyken eleştirmeye başlıyor. Bu çok çelişkili bir kişilik tabi. Bir yandan darbe peşinden koşuyor, bir yanda da ordunun mantıksızlıklarını eleştiriyor. Biz eleştirdiğimizde vatan hainliği damgasını yiyeceğimiz eleştirilerde bile bulunuyor.
ÖZDEN ÖRNEK’İN KANINA GİRİLMİŞ
Ne gibi eleştiriler?
Özden Örnek, Anıtkabir’i ikide bir ziyaret etmeye sinirleniyor, 19 Mayıs törenlerini eleştiriyor. Eğer asker olmasaydı pekâlâ liberal, demokrat bir aydın olabilirdi. Ben onun darbeye sürüklendiğini düşünüyorum. Donanma komutanlığına kadar çok fazla şey görmüyoruz, ama ondan sonra kanına giriliyor.
Anlatış tarzından bazı hususlardan rahatsız olduğu da görülüyor sanki…
Tabi tabi, öyle çok durum var. Bir yandan bir işin içinde ama bir yandan da eleştirileri var. Mesela MGK toplantısında Başbakan içeri giriyor, hiç bir general ayağa kalkmıyor. Yazdığı notlarında, ‘Bu kadarı da fazla’ diyor. Diğerleriyle kıyaslandığında, başka biri gibi görünüyor. Darbeye sürüklenmiş, ama her anında ‘Ne yapıyoruz?’ diye bir kaygı taşıyan, enteresan bir kişilik.
MİLAT
HABERE YORUM KAT