Nasıl Bir Allah’a İnanıyoruz?
Belirsiz tanrı tasavvurları içerisinde insanlar deizme inanmadıklarını söyleseler bile aslında bir nevi deizm yaşarlar. Bir tanrı var ama biz onu hiç hissetmiyoruz, varlığı ile yokluğu eşit, o bize hiç karışmıyor. Gülüyoruz, eğleniyoruz, şakalaşıyoruz.
Faruk Beşer, Yeni Şafak gazetesindeki yazısında insanlığın şu anda içinde bulundukları çelişkilerle dolu İlah anlayışını ve Müslümanların “Nasıl bir Allah’a inanmaları gerektiğini” yorumlamış:
İnanç dünyamıza bu kadar müdahale edildiği, her şeyin bu kadar alt üst edildiği, gayp ile şehadetin, ya da fizikle metafiziğin bu kadar karıştırıldığı bir zaman belki de hiç olmamıştır. Bilim ve teknolojinin ürettiği sanal dünya bu karmaşayı hızlandırıyor. Aslında bu durumun bir yaratıcı fikrini tamamen ortadan kaldıracağı düşünülüyordu, ama aksine bir tanrısı olmayan hemen hemen kimse kalmadı. Değişen şu oldu: insan kendisini o kadar güçlü ve o kadar hâkim konumda sanıyor ki, eğer bir tanrısı olacaksa onu da kendisi belirlemelidir. Bu sebeple sanki herkesin tanrısı kendi istediği gibi bir tanrı olmak zorunda. Fikret’in kötü niyetle söylediği söz buraya uyuyor: “beşerin böyle dalaletleri var, putunu kendi yapar kendi tapar”.
Bu durum sanıldığı gibi sadece din eğitimi almamış kesimlerde böyle değil, almış olanlarda bile böyle bir problem var. Allah da bu karmaşaya ve tanrılara muhtemelen sabırla bakıyor ve insanların Hakkı bulmasını bekliyor.
Günlük konuşmalarda birisi, sözüm söz, yukarıda Allah var diyebiliyor. Oysa ‘yukarı’ dediğiniz şey bir mekânı anlatıyor ve Allah mekândan münezzeh. Mekâna da zamana da ihtiyacı yok. Yani varlığı kendi zatı ile kâim. Mekân da zaman da yaratılan şeyler. Onlar yaratılmadan önce Allah nasılsa O yine öyle duruyor. Orta derecede bir akıl Allah’ın mekâna muhtaç olmasının anlamsızlığını bulabilir. Şöyle kendinizi dünyanın toz kadar bile kalmadığı fezada tasavvur edin, yukarı ve aşağı diye bir şeyin bulunmadığını göreceksiniz.
Böyle belirsiz tanrı tasavvurları içerisinde insanlar deizme inanmadıklarını söyleseler bile aslında bir nevi deizm yaşarlar. Bir tanrı var ama biz onu hiç hissetmiyoruz, varlığı ile yokluğu eşit, o bize hiç karışmıyor. Gülüyoruz, eğleniyoruz, şakalaşıyoruz, hatta onu şakalarımıza ve fıkralarımıza konu ediniyoruz ama o bizden hep uzak bir yerlerdeymiş gibi davranıyoruz. İnsanlar Hak olan Allah’tan uzaklaştıkça bir tanrıya inansa bile onunla alay eder. ABD’de ilan tahtalarında bile şöyle ibareleri çokça görmüştüm: ‘Sıkıştığında beni ara, ya da, takıl bana: God’. Oysa böyle bir tavır Allah’ı hakkıyla tanımamaktan kaynaklanır ve akide açısından tehlikelidir. Allah’ı ve indirdiği ayetleri şaka ve istihza konusu yapan için Allah şöyle buyurur: ‘Onlara sorsan biz lafa dalmış, şakalaşıyorduk diyecekler. De ki Allah ile O’nun ayetleriyle, resulüyle eğleniyorsunuz, öyle mi?’ (Tevbe 65). Bu ayet sebebiyle İbn Hazm diyor ki, Allah’u Taala’yı, O’nun peygamberlerinden ya da meleklerinden birini veya O’nun bir ayetini inkâr anlamına gelen bir sözü, şaka yollu dahi olsa, söylemek, dinlemek ve onun konuşulduğu mekânda oturmak caiz ve helal değildir’. Oysa bu durum pek çoğumuzun önemsemeden içine düştüğümüz tehlikeli bir durumdur. Bu arada tanrıyı Allah yerine kullanmadığım da fark edilmiş olmalıdır.
Peki, Allah’ı olduğu gibi nasıl bilebiliriz? Bu noktada Allah’ı bulmakla, Allah’ı bilmeyi birbirinden ayırmamız gerekir. Ön yargısız saf aklın Allah’ı bulabileceğindendir ki, O Kuranıkerim’de kendi varlığına yüzlerce delil zikreder. Ama Allah’ı olduğu gibi bilme beşer aklının kaldırabileceği bir sıklet değildir. Bunun için de Allah bize kendisini isimleri ve sıfatlarıyla tanıtır. O’nu bir şekilde bulduktan sonra nasıllığını ancak kendisinden öğrenebiliriz. Allah evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır… deriz ve ancak bu isimlerin manasını öğrenerek Allah’ı bilmiş oluruz. Kuranıkerim’den O’nun her şeyi bildiğini, gördüğünü, duyduğunu öğreniriz. Her nerede isek O’nun bizimle beraber olduğunu, bize şah damarımızdan yakın bulunduğunu, her an her şeyin O’nunla varolduğunu öğreniriz. Bu bilgileri zikirle, tefekkürle ve özellikle de namazlardaki zikirlerle bilinç haline getirdiğimiz zaman Allah’a dair bilgimiz ihsan derecesine yükselir, O’nu görür gibi oluruz. Her hal ve hareketimizde bizi gözettiğini, yani Rakîb olduğunu hissederiz ve günaha elimiz uzanırken bu hissediş bizi utandırır ve hemen elimizi çekeriz, o zaman da O’nun Gafûr ve Gaffar olduğunu düşünür, özür diler istiğfar ederiz.
Allah’ı böyle hissedişlerle bilmek ancak uzun bir dikkatin, dini tecrübenin sonucunda oluşabilir. Bilginin dahi ulaşamadığı böyle bir hissedişe tasavvufta marifet adı verilir. Gerçi marifet de bir bilgi türüdür, ama duyularla değil, ancak duygularla elde edilebilir. Bu da zikre, fikre ve ibadete bağlı olduğu için bunu Razi’nin sözünü ettiği kocakarılar dahi yaşayabilirler. Hayatını Kelam ilmine, yani Allah’ı akılla bulmanın yollarına adadıktan sonra o böyle bir kocakarı imanıyla gitmeyi arzu etmişti. Ama bundan, onun tahsil ettiği ilimlerin gereksizliği de çıkarılmamalıdır. Çünkü sözünü ettiğimiz marifetin zemini o bilgiler olmadan da oluşamaz.
HABERE YORUM KAT