Müzik kültürümüz üzerine bazı mülâhazalar
Mehmet Ali Aslan, Türkiyeli Müslümanların müzik algıları ve alışkanlıkları üzerine bir takım hususlara dikkat çekiyor...
Mehmet Ali Aslan / İnsicam Dergi
Müzik kültürümüz üzerine bazı mülâhazalar
Rabbimiz insanı fıtraten güzele meyyal olarak yaratmıştır. Güzelin/cemalin kaynağı O’dur ve insanoğlu için güzeli bir nimet kılmıştır. Kâinatı sonsuz güzellikte yaratmış; sözü en güzel biçimde söylemiştir. Göğü ‘süs’lemiştir, örneğin Rabbimiz; inciler, mercanlar, atlar ve daha birçok nimeti ‘zinet’ unsuru olarak insanlığın istifadesine sunmuştur. Bununla birlikte güzel ile olan ilişkisinde insan için birtakım hudutlar çizmiş ve güzeli, bir imtihan alanı olarak belirlemiştir. Binaenaleyh güzel olanın, mahiyeti ve değeri itibariyle de güzel olması gerekmektedir. Sadece biçimin değil, özün de veya sadece kabuğun değil için de güzel olmasıdır istenen. Çok güzel görünen bir meyvenin tadının acı olması hayal kırıklığına sebep olur. Tersi olarak da çok tatlı bir meyvenin görüntüsünün çirkin olması o meyvenin cazibesine halel getirir. Öz/biçim, form/içerik açısından mükemmeliyete ulaşmış bir güzelliğin, insana huzur, neşe, mutluluk vermesi bundandır. Bu yönüyle güzel, Allah’a götüren güçlü bir vasıta da olabilir.
Estetik bir eylem biçimi olarak sanattan tam olarak beklenen de budur. Güzellik unsurunun olmadığı yerde sanattan bahsetmek pek mümkün değildir. Bir şey hakikatten bir parça da olsa bu, onu sanat eseri yapmaya yetmez. Doğru olduğu kadar güzel de olmalıdır. Bir bildiriyi bir şiirden ayıran hususi bir ayrımdır bu.
Türkiye’de İslamcı camialar içinde sanatla -özelde müzikle- meşgul olma motivasyonunu güzelle böyle bir ilişki kurulmasının oluşturduğunu söylemek mümkün: “Yapıp ettiğimiz her şey nasıl ki Allah içinse sanatımız da bu yolda olmalıdır!” Anlatacak derdi ve söyleyecek sözü olan gençler insanların kalplerine, duygularına etkili bir mesaj bırakmak istiyorlardı. Müzik aracılığıyla insanları cahiliye karanlığından, şirkten, ifsaddan, tağutlara kulluktan, şeytani arzulardan uzaklaştırıp Kur’an’ın aydınlığına, Resulullah’ın (sav) yoluna, İslam’ın kardeşliğine çağırabilirlerdi.
Nitekim 1986’da yayınlanan ‘Mute Destanı’ başta olmak üzere 80’li yılların sonlarında bant tiyatroları furyası büyük ilgi görmüş; bu bant tiyatroları içinde yer alan müzik eserleri ayrıca “Santa” marka kasete kaydedilip çoğaltılmış, “Gün Batıdan Doğmadan” adlı müstakil albümler çıkmaya başlamıştı. Bu, güçlü bir heyecan dalgası oluşturmakla birlikte beraberinde fıkhi tartışmaları da getirmiştir. Mûte Destanı’nda fon olarak Çağrı film müziği kullanılsa da yer yer anlatımların ve şiirlerin altında -muhtemelen Barbaros Ceylan’ın besteleyip çaldığı- bağlama ezgileri yer alırken müzik eserlerinde sadece bendir kullanılması dikkat çekicidir. Hattâ “Gün Batıdan Doğmadan” albümü boyunca da sadece bendir kullanılmıştır. Bunda o dönemde yoğun olarak yaşanan müziğin ve enstrümanların helal-haram oluşu tartışmasının etkili olduğu düşünülebilir.
Bant tiyatroları ve söz konusu albümleri dinlediğinizde güzelin Allah’a götüren bir vasıta olarak algılandığını hissetmek zor olmayacaktır. Eserlerde işlenen temalara baktığımızda tebliğ kaygısının ön planda olduğunu görmekteyiz: Allah’ın dinine davet, Resul’e (s) itaat, cihad, namaz, oruç, sabır, kıyam, örnek sahabeler ve en çok da şehadet. 80’li yılların sonu ve 90’lı yılların başlarında bu çerçevede müzik eserlerinin yoğun bir şekilde bestelenmeye başlandığını ve yavaş yavaş farklı enstrümanların da albümlerde yer aldığını görmekteyiz. İçeriğin/özün biçime öncelendiği zamanlardan form hakkında da kafa yorulduğu bir döneme geçilmiştir. Barbaros Ceylan’dan başka Abdülbaki Kömür, Ömer Karaoğlu, Ender Doğan, Hakan Aykut, Aykut Kuşkaya, İbrahim Tanrıkulu, Mesut Yabanigül, Hüseyin Goncagül, Tamer Duman, Taner Yüncüoğlu, Adil Avaz, Mesut Çakmak ve Eşref Ziya Terzi gibi isimlerin bu süreci omuzladığını hatırlamaktayız. Kuşkaya’nın gitar çalıyor oluşu ve “İlk Cemre” deneyimi, tartışmaları görece alevlendirse de “ezgiler” olarak adlandırılan bir müzik yolculuğunu farklı bir mecraya taşıyacaktır. Süreçte bu yolculuğa, kimisi İslami mücadele ve çalışmalarla bağlantılı olarak ortaya çıkan müzik grupları da katılacaktır: Grup Kardelen, Grup Genç, Diriliş Muştuları, Şehitler Kervanı, Grup Yeniçağ, Grup Kıvılcım vd. 2000’li yılların başlarında da özellikle 28 Şubat sürecine yönelik direnişten beslenen Grup Yürüyüş bu kervana katıldı. Bugüne geldiğimizde yeni isimlerle birlikte çok sayıda sanatçı ve müzik grubunun “ezgiler” adı verilen türde müzik yapmak üzere çalışmalarını sürdürdüğünü ancak dinleyiciler nazarında 90’lı yılların başlarında yapılan ezgilerin tadının alınamadığı yönünde genel bir eleştirinin mevcudiyetini muhafaza ettiğini söyleyebiliriz. Bu noktada bu kısa tarihî süreç hakkındaki naçizane kanaatlerimi birkaç not şeklinde paylaşmak istiyorum.
Ezgiler: Getirdikleri ve Düşündürdükleri
• 80’li yılların sonu ve 90’lı yılların başlarında tanıştığımız bu yeni müzik kültürünün kimlik inşa edici bir misyon gördüğü tartışmasız bir gerçektir. Birçok insan İslam’la, İslami değerler ve İslami mücadeleyle, örnek şahsiyetler ve kavramlarla bu müzik kültürü vasıtasıyla tanışmış veya imanını muhafaza/takviye edecek bir motivasyonu bu müzik kültüründe bulmuştur. Tek başına müziğin değiştirici/dönüştürücü gücünden bahsetmiyorum elbet ancak ezgilerin Müslüman şahsiyetin inşasında göz ardı edilemeyecek bir rol üstlendiği kuşkusuzdur. Birçok insanın hayatına dokunan bu ezgiler, dönemle irtibatlı neredeyse her Müslüman kişide iz bırakmıştır. Ömer Karaoğlu, Abdülbaki Kömür, Hakan Aykut, Aykut Kuşkaya, Taner Yüncüoğlu ve Eşref Ziya gibi isimler bugün hâlâ o dönemin atmosferinde ruhunu besleyenlerce ilgiyle takip edilmektedirler.
• Bu müzik kültürüne verilen adın ne kadar isabetli olduğu tartışılabilir. Belli ki mevcut seküler ve yoz kültürden ayrışma kaygısıyla Müslüman sanatçılar eserlerini “şarkı” olarak tanımlamaktan imtina ettiler. Piyasadaki popüler müzik kültürlerinden farklı bir söyleme sahip olan bu müzik kültürü ne pop ne arabesk ne fantezi ne klasik müzik biçimine uyuyor. Biçimde/formda bu türlerden esintiler taşıyor ve hatta bu türlere yaslanıyor olabilir ancak öz/içerik itibariyle başka bir âlem söz konusu. Bir ara “yeşil pop” gibi öne atılan kavramların ise süreçte bu müzik kültüründeki değişime yönelik tepkisel yakıştırmalar olduğunu söylemek gerek. Her müzik eseri bir ezgidir ya da bir ezgi içerir. Haliyle bu türe “ezgi” demenin objektif koşullarda bir karşılığı olduğunu ifade etmek pek mümkün olmayabilir. “Marş” ise bambaşka bir tür için verilen isim. Bu durumda bu müzik kültürü için “ezgiler” ya da “marşlar” demek doğrusu biraz garip bir durum. Aynı durum “özgün müzik” tanımlaması için de geçerli. Bununla birlikte müzik dünyasındaki yozlaşmadan ayrışma hassasiyeti doğal ve değerli olup “ezgiler” ifadesinin hangi müzik kültürünü ifade ettiği açıktır. Haliyle yanlış içtihat da olsa artık yaygın bir kullanım olan bu adlandırmanın yerleştiğini kabul etmek gerekir.
• Afgan cihadı, İran devrimi, Filistin’de intifada, Cezayir seçimleri, Bosna savaşı, Çeçen cihadı ve hatta Moro ve Eritre’deki direnişlerin ve genel olarak İslam coğrafyasında yaşanan acıların, ezgilerin tematik alanına işaret ediyor olması ümmet bilincinin bir göstergesi olarak karşımıza çıkmakta. O dönemde ümmet coğrafyasının Türkiyeli Müslümanların yoğun olarak ilgi alanına girdiğini ve hudutların ötesine aşan bir kardeşlik anlayışının ezgilere hâkim olduğunu görmekteyiz. Türkiye’den cihad bölgelerine giden gençlerin şehadetle tanışması, ezgiler vesilesiyle dilden dile yayılacaktır. Bu konuda hassaten Grup Genç’in çalışmalarının altı çizilmelidir.
• Ümmet coğrafyasına yönelik heyecanlı ilginin Türkiye’deki sosyo-kültürel ve siyasal alana yansımadığını bir eksiklik olarak tespit edebiliriz. Sanatın an’a da tanıklık etmesi gerekliliğini bu açıdan okursak ezgilerin yaşadığımız ülkenin sosyal sorunlarına ve aktüel gündemine hiç değilse bile yeterli oranda ilgi göstermediğini söyleyebiliriz. 90’lı yılların ortalarında Grup Kıvılcım “İşçi Rıza” gibi çalışmalar yapsa da bu, ciddi bir etki uyandırmadı. Türkiyeli Müslümanların tarihinde mühim bir kırılma noktası olan 28 Şubat gibi sarsıcı bir hususta dahi ortaya konan eserlerin bir elin parmaklarını geçmemesi düşündürücüdür. Bununla birlikte 2000’li yıllarda sokak çocuklarından Kürt sorununa, çeteleşme olgusundan yargısız infazlara, darbelere değin bir dizi konunun Grup Yürüyüş’ün müzik eserlerinde işlendiğini görmekteyiz. Türkçenin yanı sıra Kürtçe eserlerle dikkat çeken ve kasetleri elden ele yayılan Şehitler Kervanı gibi müzik grupları ise görece siyasal alanın da içine girmekle birlikte daha çok içinde bulundukları mücadeleyi merkeze alan eserleriyle öne çıktılar. Bazı eserleri dillere pelesenk olsa da bölgede yaşanan ve Müslümanları olumsuz etkileyen ortamın içinden seslenmeleri, ülke genelinde gönül rahatlığıyla dinlenmelerini engelledi. Benzer tecrübeleri yaşayan fakat Şehitler Kervanı dizisi kadar bilinmeyen Dengê Berxwadana İslami ile 2000’li yıllarda bölgeden yükselen farklı bir ses Grup Mavera ise uzun soluklu olamadılar. Kardeşlik Çağrısı’nın çalışmaları ise üyelerinin hukuki problemleri nedeniyle akamete uğradı.
• Ezgiler bir dönem belli toplumsal kesimlerde çokça dinlenmekle birlikte uzunca bir süredir eski cazibesini kaybetmiş durumdadır. “Nerede o eski ezgiler?” ifadesiyle sıkça karşılaşırız mesela. Bu sorunun tutarlılığı elbette tartışılabilir. Ancak kayıt teknolojisinin, imkânların, niteliğin gelişimine karşın bir ruh yitimi olduğuna yönelik ortak bir kanıdan bahsedilebilir. Yeni müzik eseri yapmada, kültür üretmede kısmi bir tıkanma hali var. Yapılan yeni eserler ise -istisnaları olmakla birlikte- kimlik inşa edici vasıflarını önemli oranda kaybettiler. “İz bırakan ezgiler”i dillendiren sanatçılarımız konserlerde çoğunlukla 90’lı yıllarda yaptıkları eserleri seslendiriyorlar; gelen istekler de hep bu yönde oluyor. Buna ilişkin birçok neden sıralanabilir ama bu konu üzerinde düşünmek, çalışmak gerektiği ortadadır.
• Anlatılması gereken çok kıymetli hikâyelerimiz var. Hepsi yaşanmış, şahit olduğumuz gerçekler. Bunlar müziğimize, şiirimize, geleneksel sanatlarımıza, sinemamıza yansımıyor ya da pek az yansıyor. Hemen yanı başımızda, Suriye’de on yılı aşkın bir süredir her günü yeni bir hikâye içeren bir süreç yaşanıyor misal. Ancak kendi hikâyelerimizin kültür-sanatını üretemiyoruz. Moğolları anımsatan bir barbarlık, direniş, şehadet, göç, mültecilik gibi çok boyutlu bir manzaradan bahsediyoruz. Türkiye’den de birçok genç veya yetişkin kardeşimiz orada şehit düştü. Müzik kültürümüzde bir dönem baskın olarak işlenmesine rağmen bugün bu hususlara yönelik bir ezgimiz, marşımız, şiirimiz yok neredeyse. Srebrenitsa için ağıt yakmaya devam edip Halep’in, Dera’nın çığlığını duymamak, İdlib’in azmini ezgilere nakşetmemek anakronik bir duruma işaret ediyor gibi. Bazı hassasiyetlerimizin neden törpülendiğini sorgulamak durumundayız.
• Genelde kültür-sanat, özelde müzik konusunda geniş kitleleri kuşatacak projelere imza atamıyoruz. Maalesef ezgi denilince “dindar nesil” yetiştirme hedefinde olduğunu iddia eden muhafazakâr belediyelerimizin aklına ‘ramazan etkinliği’ geliyor. Öte yandan “ezgi sanatçısı” olarak adlandırılan camiamız sanatçılarının mühim bir kısmı da belediye etkinliklerinde yer almak dışında temel bir kaygıdan oldukça uzak görünüyor. Bütün bunlar beraberinde bir ruh yitimini getiriyor. Elbette iaşe sorunu, temel bir sorundur. Bu sebeple birçok müzik grubunun dağılmak durumunda kaldığı da doğrudur. Ancak yaptığımız işlerin en merkezine bunu koyduğumuzda önceliklerimiz değişiyor; Müslüman kimliğimize dair kaygılarımızı yitirmeye başlıyoruz. 15 Temmuz sonrasında ümmetçi söylemin yerini görece milliyetçi söylemlere, hamaset edebiyatına ve devleti merkeze alan yaklaşımlara terk etmesine birçok “ezgi sanatçısı” tarafından çanak tutulması da bu minvalde ele alınması gereken bir husus.
• Ezgilerin formu üzerinde de düşünmek gerektiği kanaatindeyim. Ülkemizde “mûsikî inkılâbı” diye bir şey yaşandı. Her alanda olduğu gibi müzikte geçmişin üzerine bir çizgi çizildi. Cumhuriyet rejimi yüzünü Batı’ya döndü. Dilimiz ve kültürümüzle birlikte kulağımızın alışkın olduğu melodilerle aramıza mesafe girdi. Kulaklarımız iyice Batı ses sistemine alıştırıldı. Bu da yaptığımız müziğin baskın müzik kültürüne benzemesine ve ezgilerin salt Batı ses sistemine yaslanmasına yol açtı. Ezgilerle geleneksel mûsikîmiz arasında bir köprü kurma arayışı, farklı ve kıymetli açılımlar sağlayabilir.
Bu notlar mutlak tespitten ziyade “ezgiler” denilince üzerinde düşünülüp tartışılması gerektiğine inandığım genel başlık önerileri olarak değerlendirilmeli. Bütün bunlarla birlikte ezgi dinleyicisinin üzerine de birtakım sorumluluklar düştüğünün altını çizmek gerekir. Bu sorumlulukların başında sahiplenmek gelmektedir. Yerine göre iltifat, yerine göre tenkit etmek de sorumluluklara dâhildir.
HABERE YORUM KAT