1. HABERLER

  2. İSLAM DÜŞÜNCESİ

  3. Müstağnileşmenin eseri olarak boşanma salgını
Müstağnileşmenin eseri olarak boşanma salgını

Müstağnileşmenin eseri olarak boşanma salgını

Maalesef muvahhid kimliğiyle tanınmak istenen bizler de giderek sıradanlaşıyoruz; taleplerimiz, hedeflerimiz, meşguliyetlerimiz itibariyle cahilî bir hayat özlemi peşinde ömürlerini tüketenlere benzemeye başlıyoruz.

22 Aralık 2022 Perşembe 04:47A+A-

Rıdvan Kaya / Haksöz Dergisi Sayı: 368 - Kasım 2021

Yaşadığımız topluma, ortama, atmosfere genel bir huzursuzluk havası hâkim. İnsanlar gergin, çoğu zaman mutsuz ve huzursuz. Bütün dünyayı etkisi altına alan korona krizinin yol açtığı kaygı ve endişe halinin bu durumu daha bir belirginleştirdiği kesin olmakla beraber meseleyi nevzuhur korona salgınına bağlamak doğru olmaz çünkü söz konusu halin yeni ortaya çıkmadığı malum. Öte yandan hayat şartları itibariyle geçim sıkıntısı yaşayan, sahip olmak istedikleri şeylerin eksikliğini hisseden insanların yaşadıkları zorluk ve gerilimden ibaret bir durum da değil bu. Nitekim iş, para, sağlık, ev, araba vs. imkânları açısından bir eksikliği olmayanları da kapsayan çok yönlü bir huzursuzluk atmosferi her yerde karşımıza çıkmakta.

Kuşkusuz bu durumun en temel sebebi insanların Rabbu’l-Âlemin’i zikretmekten, O’nu hatırlamaktan, O’na ibadetten uzaklaşmasıdır. Nitekim Rabbimiz Rad Sûresi’nin 28. ayetinde bu hakikati bizlere “Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur.” buyurarak hatırlatmıştır. Ve yine Tâhâ Sûresi’nin 124. ayetinde de “Kim de benim zikrimden yüz çevirirse artık onun için sıkıntılı/dar bir geçim (meiyşeten danken) vardır ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” emr-i ilahisi yaşadığımız sıkıntının, geçimsizliğin, huzursuzluğun asli kaynağını bize beyan etmektedir.

Maalesef iman ettiğini söyleyen insanlar, topluluklar dahi bu bunaltıcı atmosferden azade olamıyorlar. Bizleri de bir biçimde kuşatan, ilzam eden olumsuz bir hava çeşitli şekillerde karşımıza çıkıyor, hepimizi bunaltıyor. Bu durumun en net ve can yakıcı görüntüsü ise aile müessesesinde yaşanan arızalar, sarsıntılar şeklinde yavaş yavaş ‘mahalle’ içinde de hissediliyor, çeşitli biçimlerde tezahür ediyor.

Tüketim Toplumu Ahlaki Değerleri Tüketiyor

1970’lerde Batı’da başlayıp yaygınlaşan boşanma olgusu artık Türkiye’nin de öncelikli sorunlarından biri olma aşamasında. Modern hayat tarzının beslediği bencillik, tahammülsüzlük, sabırsızlık ve hepsinden de öte amaçsızlık hali toplumu derinden sarsarken en vahim biçimde aile kurumunu parçalamakta.

Ne yazık ki bu durum sadece İslami değerlere sırtını dönmüş, heva merkezli, müfsid bir hayat yaşayan kesimlerle de sınırlı kalmıyor. İslami kaygı ve hassasiyetlerden uzak bir tutum içindeki kesimleri şüphesiz çok daha yoğun etkilemekle beraber, İslami esaslara göre hayatını tanzim etme iddiasındaki çevrelerde de belli oranda etkisini gösteriyor; sıkıntılara, gerilimlere, aile içi huzursuzluklara ve dağılmalara sebebiyet veriyor.

Tevbe Sûresi’nin 71. ayetinde birbirlerinin velileri olduğu beyan edilmesine rağmen mümin erkekler ve mümin hanımlar ölçüsüzlük, aşırılık ve tahammülsüzlük neticesinde adeta birbirlerinin hasmı haline gelebiliyorlar. Ne enteresandır ki modern hayat tarzı ve iş ilişkileri mesleki, ticari, akademik kaygılarla insanları başkalarına karşı alabildiğine yumuşak, sevecen ve itaatkâr haller içinde olmaya zorluyor. Buna karşın, kariyerine zarar gelmesi korkusuyla ya da müşteri kaybetme endişesiyle çoğu zaman patronları, amirleri ya da müşterileri karşısında gayet anlayışlı, hatta tavizkâr tavırlar sergilemekte bir beis görmeyen insanlar eşlerine karşı ya da eşlerinin ebeveynine karşı alabildiğine sert, haşin ve uzlaşmaz tavırlar sergileyebiliyor, bu tutumlarını yuvalarının parçalanmasına kadar götürebiliyorlar.

Şüphesiz her evlilik çok bereketli, her aile cennetten bir yuva değildir. Değişik sebeplerle insanlar anlaşamayabilir, haklı birtakım gerekçelerle taraflardan biri ya da her ikisi evlilik ilişkisini sürdürmekten ümidini kesebilir. En nihayetinde boşanma Rabbimiz tarafından yasaklanmış, haram kılınmış bir fiil değildir. Allah Resulü’nün (s) ashabı içinde de değişik gerekçelerle evliliklerini sona erdirenler, eşlerinden ayrılanlar olmuştur. Ne var ki günümüzde karşılaştığımız şekliyle bu durumun adeta bir salgına dönüşmüş olması, çoğu durumda gerekçelerin basitliği, anlamsızlığı, evliliği sürdürme hususunda fedakârlık göstermekten kolayca imtina etme eğilimi ciddi bir soruna işaret etmektedir.

Geçimsizliğin Kaynağında Ne Var?

Bazıları kolaycı bir şekilde bu olumsuz durumu maddi imkânsızlıklarla açıklamaya çalışıyorlar. Oysa bu yaklaşım tatmin edici değildir. Şüphesiz yoksulluğun dayanılmaz hale geldiği durumlar insanları bunaltır, sevginin azalmasına ve öfke patlamalarına yol açabilir. Genel manada hayat şartlarının zorlaşmasının ailevi geçimsizlikleri beslediği, çekişmeleri artırdığı inkâr edilemez. Ne var ki toplumsal yapı bir bütün olarak değerlendirildiğinde farklı bir manzara ile karşılaşılmakta ve imkânların nispeten daha az olduğu hallerde değil de bilakis arttığı dönemde bu huzursuzlukların daha fazla öne çıkması bize sorunun kaynağının farklı yerlerde aranması gerektiğini göstermektedir.

Modern hayat tarzının beslediği istiğna duygusu ve tahammülsüzlüğün sorunun kaynağını teşkil ettiğini söylemek yanlış olmasa gerek. Aynı şekilde bireyci hayat felsefesinin ve beslediği egoist kişiliğin de insanlarda sorumluluk bilincini zayıflattığı rahatlıkla görülebilmektedir. Bu hal ise kaçınılmaz biçimde insanlar arası münasebetlere zarar vermekte; insanları birbirine uzaklaştırmakta, hatta birbirine karşı konumlandırmaktadır.

Özgürlük Değil, Müstağnilik

Maalesef giderek daha fazla kişi özgür olmayı kimseye muhtaç olmamak şeklinde tanımlıyor. Muhtaç olmayı ise bir zül ve zaaf olarak algılıyor. Bu durum genel manada insanların yaşadıkları toplumdan, komşularından, akrabalarından, hatta eşlerin birbirinden, çocukların ebeveynlerinden uzaklaşmasını getiriyor. İnsan fıtratına aykırılığı rahatlıkla tespit edilebilecek olan ve insanları birbirine, en yakınlarına, sevdiklerine yabancılaştıran müstağnilik duygusu matah bir şey zannediliyor.

Oysa ‘Ganiyy-i Mutlak’ olan yalnızca Allah Azze ve Celle’dir. İnsanlar ise birbirine muhtaçtır. Hiç şüphesiz insanlar mükemmel varlıklar değildir; eksiklerle, zaaflarla maluldürler. Ve birbirlerinin desteğine, yardımına muhtaç olup uyarıya, nasihate, emri bil marufa, nehyi anil münkere ihtiyaç duyarlar.

Bu istiğna duygusu en genel manada toplumsal yapının bütününde ortaya çıkan çözülme halinin bir tezahürüdür. Çözülme süreci yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya birbirini besleyerek, çoğaltarak sürmektedir. Sonuç ise İslami, insani, ahlaki değerleri göz ardı eden, tümüyle sahip olma tutkusuyla hareket eden ve hazzı temel alan bir insan tipinin yaygınlaşması şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Oysa ne sahip olmak istenen şeylerin ne de hazzın bir sınırı vardır. Dolayısıyla bu yolculuğun her halükarda tatminsizlikle, anlamsızlıkla sonuçlanması kaçınılmazdır.

Hayra Çağırma ve Salih Amellerde Bulunma Vazifemiz 

Bu yapıyı tümüyle ıslah etmeye çalışmak, içine düştükleri cahiliye çukurundan insanları çıkarmaya gayret etmek, her durumda marufu emredip münkerden nehyetmek ise müminlerin görevidir. Ne var ki yaşanan süreç bu vazifeyi giderek daha bir zorlaştırıyor. Bu zorluk büyük ölçüde muhatap kitlenin umursamazlığından, hakkın, hakikatin hatırlatılmasına giderek daha bir tahammülsüzlük göstermesinden, genel manada yaygınlaşan bir tutum olarak insanların uyarıya, nasihate kendilerini kapatmasından kaynaklanıyor. Mamafih bunun yanında davetçiler olarak bizlerin yeterli gayreti, fedakârlığı gösterme hususunda zaafa düşmemizin, güzel örneklikler ortaya koyamamamızın da bu olumsuzluğa katkıda bulunduğu inkâr edilemez.

İşte bu noktada eksiklerimiz, zayıflıklarımız üzerinde çokça durmamız, zaaflarımızla yüzleşip bunlardan kendimizi arındırmamız önem arz ediyor. Bünyemiz dâhilinde karşılaştığımız sıkıntıları gidermemiz ve insanlara güzel örneklik sunma sorumluluğumuzu layıkıyla ifa etmemiz gerekiyor.

Ama genel manzaramız pek de iç açıcı sayılmaz. Evlerimizde sorun var, işimizde sorun var, yapısal ilişkilerimizde sorunlar var. Geçimsizlik, çekişme, sabırsızlık her yerde karşımıza çıkıyor. Muhabbetin azaldığı, gerilimin arttığı zeminler yeni ve derinleşen sıkıntılara yol açıyor. Ve maalesef muvahhid kimliğiyle tanınmak istenen bizler de giderek sıradanlaşıyoruz; taleplerimiz, hedeflerimiz, meşguliyetlerimiz itibariyle cahilî bir hayat özlemi peşinde ömürlerini tüketenlere benzemeye başlıyoruz.

Sıradanlaşmaktan Korunmak İçin Önceliklerimizi Korumalıyız

Şunu bilmeliyiz ki gerek evde gerek işte gerek yapısal faaliyetler zemininde yaşanan sıkıntıların temelinde beklentilerimizin farklılaşması yatmaktadır. Kendimizi hayat karşısında nerede konumlandırdığımız, neyi öncelediğimiz, hayatımızı anlamlı kılan şeylerin neler olduğu hususunda akidemiz ile pratiğimiz arasında ortaya çıkan mesafe ve buna bağlı olarak yaşadığımız çelişkiler, gerilemeler, zaaflar bizi olması gerekenden uzağa itiyor, arzu etmediğimiz yerlere sürüklüyor. Ve elbette sorunların arz edileceği merci anlamında Rabbimizin buyruklarını ve Resulullah’ın (s) örnekliğini esas kabul etme noktasındaki tereddüt hali bu zaafı büyütüp çözümsüz bir noktaya taşıyor.

Oysa iman edenler için çözüm nettir. Yaşadığımız her türlü ihtilafı Allah’a ve Resul’üne götürmek ve Kitabullah’ın hükmünü gönül rahatlığıyla içselleştirmekle mükellefiz: “Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65)

Yaşanılan hayat temposu mümkündür ki zamanla bazı hassasiyetlerimizin törpülenmesine ve daha önceden üzerinde mutabık olduğumuz bazı esasları algılamada gevşeklik göstermemize yol açmış olabilir. Bu tür durumlarda ahdimizi yenilemeliyiz. Hâkim en-Nisaburi’nin el-Müstedrek isimli eserinde naklettiği bir hadiste Abdullah ibni Amr’dan rivayetle Resulullah’ın (s) şöyle buyurduğu bildirilmiştir: “Sizden birisinde iman, elbisenin eskimesi gibi eskir. Allah’tan kalplerinizdeki imanı yenilemesini dileyin.

En büyük zaafımız, yanılgımız bize lütfedilen hidayet nimetinin ne büyük bir ayrıcalık olduğunun yeterince farkında olmamak, gerektiği şekilde hamd etmemek ve gündelik hayat temposuna kendimizi kaptırarak sıradanlaşmaktır. Oysa “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.” (Biz Allah içiniz ve dönüşümüz de ancak O’nadır.) bilinci Rabbimizin bize bahşettiği hidayet nimetine dört elle sarılmayı gerektirir. Ve bilmeliyiz ki iman edip Rabbu’l-Âlemin’in hükmüne teslim olan bir mümin için çözümsüz sorun yoktur. İman zaafı taşıyan biri içinse hiçbir sorunun mutmain olunacak biçimde çözümü mümkün değildir.

Dolayısıyla öncelenmesi gereken husus ölçüdür, esaslardır, sabitelerimizdir. Ölçümüz netse karşılaştığımız sıkıntıları, zorlukları Allah Teâlâ’nın izniyle kolaylıkla aşarız. Yok eğer burada bir bulanıklık, kuşku varsa önce neyi esas aldığımız, ölçü bellediğimiz hususunu netleştirmek zorundayız.

Son Sözü Kim Söylemeli?

İhtilafların çoğunun kaynağında son sözü kimin söyleyeceğine, son kararın kime ait olduğuna dair yaşanan çekişme vardır. İhtilaf beraberinde kibir ve gururu; kibir ve gurur ise daha fazla çekişmeyi getiriyor. Yazık ki tartışma, anlaşmazlık durumunda hemen herkes son sözün kendisine ait olması gerektiğini düşünüyor; son sözü söyleme hususunda ısrarlı oluyor. Oysa son sözün, son kararın Rabbimizin sözü, hükmü olduğu hususunda hemfikir olabilsek ihtilaflar küçülür, sorunlar çözülür.  

Bu yüzden önce meselelere bakış açımızı, yaklaşımımızı açıklığa kavuşturmalı, çözümü nerede aradığımız hususunda net olmalıyız. Eşimizle aramızda bir ihtilaf yaşıyorsak; arkadaşımızla, akrabamızla, ortağımızla bir ihtilaf yaşıyorsak öncelikle ihtilafın hangi esas dâhilinde çözülmesi gerektiği hususunda bir mutabakata varmalıyız. Burada anlaşırsak ve Rabbimizin hükümranlığına teslimiyet gösterirsek sorun küçülecek, çözüm kolaylaşacak demektir.

Bir ihtilaf, anlaşmazlık durumunda iki ihtimal var demektir: Ya biz haklıyızdır ya da muhatabımız. Bir başka deyişle ya biz ya da muhatabımız haksızdır. Eğer muhatabımız da biz de Kitabullah’ın hakemliğine boyun eğdiysek biiznillah aramızdaki ihtilaf hayırlı biçimde çözülecek, huzursuzluk giderilecek demektir. İddiamızda haklıysak İslami usuller çerçevesinde muhatabımızı uyarmış ve düzeltmiş, yok eğer yanlışta olan, hatalı olan bizsek kendimizi düzeltme fırsatı bulmuşuz demektir. Ve ölmeden önce hatasını düzeltme fırsatı bulması insan için elbette çok büyük bir nimettir.

Hem Buhari’nin hem de Müslim’in Sahih’lerinde yer verdikleri şu rivayet ölçü hususunda bulanıklığa yer olmadığını; Allah ve Resul’ünün nehyi ya da tasvibi söz konusu olduğunda kişisel fikirlerimizi, eğilimlerimizi, duygularımızı bir kenara bırakmamız gerektiğini bize hatırlatan güzel bir örnektir. Hz. Ömer mescitte şiir okuyan Hassan b. Sabit’e rahatsızlığını belirtir şekilde bakınca Hassan: “Bu mescitte senden daha hayırlı biri varken de ben şiir okuyordum.” der ve destek için Ebu Hureyre’ye döner: “Allah için söyle! ‘Sen benim adıma cevap ver. Resulullah’ın ‘Allah’ım onu Ruhu’l-Kudüs ile destekle!’ dediğini duymadın mı?” Ebu Hureyre: “Evet, Resulullah öyle buyurdu.” cevabını verir.

Allah ondan razı olsun Müminlerin Emiri Ömer sert mizaçlı biriydi; yanlışa tahammül etmez, hoşlanmadığı şeylere çabuk kızar, tepki gösterirdi. Bu olayda da Mescid-i Nebi gibi müstesna bir yerde şiir okunmasını garipsemiş, uygun bulmamış, tepki göstermişti. Ama Resulullah’ın (s) huzurundayken de aynı mekânda şiir okunduğu şahit gösterilmek suretiyle kendisine hatırlatılınca hemen tavrını değiştirmiş, tepkisinden vazgeçmişti. Aynı şekilde bizler de nefsimizle muhasebe yapmalı ve sözlerimizle, fiillerimizle, insanlar arası münasebetlerimizle ilgili olarak her durumda Allah ve Resul’ünün hakemliğine tâbi olma cehdi ve kararlılığı içinde olmalıyız.

Huzurlu Olmak Tevazu ve İhsan İle Mümkündür

İhtilafları çözmede önemli hususlardan birinin de gerektiğinde fedakârlıkta bulunmak, hakkından feragat etmek olduğunu biliyoruz. Kimi zaman bu konuda âlicenaplık göstermemek var olan küçük ihtilafların büyümesine, derinleşmesine, büyük kavga ve ayrılıklara zemin hazırlar. Oysa fırsat varken bu konuda atılacak bir geri adım, gösterilecek mütevazı bir davranış hem muhatabımızın kalbinin bize karşı yumuşamasına hem de takvamızın artmasına vesile olacaktır. 

Rabbimiz müminleri Âl-i İmran Sûresi’nin 134. ayetinde “Kızdıklarında öfkelerini yenerler ve insanları affederler.” (kâzımînel gayza vel âfîne anin nâs) şeklinde vasfediyor ve devamında da “Vallâhu yuhibbul muhsinîn.” buyuruyor. Yani burada şunu görüyoruz: İhsan öfkeyle değil, affedicilikle oluyor. Aynı şekilde Şura 40. ayette de “Fe men afa ve asleha fe ecruhu alellah.” buyruluyor. Rabbimiz affedip ıslah edenin, arayı düzeltenin ecrinin kendisi üzerine borç olduğunu bildiriyor.

Peki, bu alicenaplığı insan neden gösterir? Neyin karşılığında hakkından feragat eder? Elbette Rabbu’l-Âlemin’in rızasını gözeterek, karşılığını O’ndan bekleyerek! 

Sonuç olarak hayatı kendimiz ve başkaları için daha hayırlı, daha huzurlu bir hale getirmek istiyorsak öncelikle temel bağlılığımız hususunda netleşmek durumundayız. Allah ve Resul’ünün verdiği hükmün önüne geçmeye kalkmanın bir mümin için asla kabul edilmeyecek bir yanlış olduğu bilinciyle kendimizi ve muhatabımızı, muhataplarımızı uyarmalı, her durumda insanları hakka davet etmeli, hakka yönelmeli ve yöneltmeliyiz.

Düşüncelerimizin, sözlerimizin, amellerimizin, bir bütün olarak hayatımızın merkezine Allah ve Resul’ünün sevgisini, Allah ve Resul’üne bağlılığı koymalıyız. Aynı perspektifle Allah için sevmenin ve Allah için buğzetmenin en hayırlı amel olduğunu bilerek zalimlere, İslam düşmanlarına sert, müminlere ise merhametli olmalıyız.

HABERE YORUM KAT

3 Yorum